Ünite
8 – Ödemeler Dengesi, Dış Borçlar ve Döviz Piyasası
Ödemeler
Dengesi
Ödemeler
Dengesi (Bilançosu): Belli bir süre
içinde bir ekonominin yerleşikleri ile yabancılar oluşan ekonomik
akımlara
bağlı değerlerin, transfer ödemelerinin ve rezervlerde meydana
gelen değişikliklerin sistematik ve
muhasebe
kayıtlarına uygun olarak tutulduğu istatistiki belgedir.
Ödemeler
bilançosu ülkenin
belli süre (genellikle 1 yıl) içinde diğer ülkelerle yapmış
olduğu
ekonomik
işlemlerin ne yönde değiştiğini göstermektedir
Ödemeler
bilançosunda iki temel hesap türü bulunur. Bunlar Cari
işlemler hesabı ve sermaye hesabıdır. Cari
işlemler
hesabına dönem içerisinde gerçekleştirilen mal ve hizmet
ticareti kaydedilir. Buna karşın yerleşik ve
yabancıların
gerçekleştirdiği sermaye hareketleri sermaye hesabına kaydedilir.
Yılsonu itibarıyla cari işlemler
ve
sermaye hesabının, ödemeler bilançosunda dengeyi sağlayacak
şekilde gerçekleşmeleri beklenir. Bir diğer
ifadeyle
cari işlemler hesabında bir açık gerçekleşirse, bu açığı
giderecek şekilde sermaye hesabının fazla
vermesi
veya cari işlemler hesabı fazla veriyorsa bu fazlalılığı
giderecek şekilde sermaye hesabının açık vermesi
beklenir.
Fakat ödemeler bilançosunda denge her zaman gerçekleşmeyebilir.
Bu durumda denkleştirici özelliği
olan
resmi rezervler hesabı aracılığıyla ödemeler bilançosunda
denge sağlanır.
Ödemeler
bilançosunu belirleyen en önemli iktisadi unsurlar:
1.
Milli gelir
2.
Yabancı ülkelerin gelir seviyesi
3.
Döviz kurları
4.
Yurtiçi ve yurtdışı faiz oranları
farklılığıdır.
Milli
gelir, yabancı gelir ve döviz kurlarının
cari işlemler üzerinde etkileri olurken, sermaye hareketliliği
faiz
farklılıklarından
ağırlıklı olarak etkilenmektedir. Milli gelirdeki artış cari
işlemler hesabını olumsuz etkilerken,
yabancı
gelirdeki bir artış ve milli paranın değer kaybetmesi cari hesabı
olumlu etkileyecektir. Diğer yandan
yabancı
faiz oranlarının üzerinde bir oluşan bir yurtiçi faiz oranı ise
sermaye girişine neden olacağı için sermaye
hesabını
olumlu etkileyecektir.
Türkiye’de
ödemeler bilançosu verilerini Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası
hazırlamaktadır. Bankanın
hazırlamış
olduğu veriler, bankacılık sistemindeki döviz kayıtları, döviz
alım ve satım yetkisine sahip
kurumlarından
elde edilmektedir. Söz konusu veriler, uluslararası kayıt
sistemine uygun olarak hazırlanır.
Ödemeler
bilançosu esas alınan para birimi ABD dolarıdır.
Bu sayede ülke verileri uluslararası karşılaştırmalar
daha
uygun hâle gelmektedir. Türkiye ekonomisinde planlı dönemle
birlikte (1963 yılından sonra) dış
ekonomik
ilişkilerde ve ödemeler bilançosunda dengenin sağlanması için
daha bilinçli politikalar izlemeye
başlamıştır.
Bu kapsamda hazırlanan beş yıllık kalkınma planları ve 15
yıllık uzun vadeli planlarda belirlenen
politikalar
uygulanmıştır. Fakat söz konusu politikalardaki hedefler
gerçekleştirilememiştir. İlk üç beş yıllık
kalkınma
planı döneminde (1973 yılı hariç) cari işlemler hesabı devamlı
açık vermiştir. Türkiye
ekonomisinde
cari
işlemler hesabındaki açığın temel kaynağı dış ticaret
işlemlerinden (mal dengesinden) doğan açıktır.
Cari
işlemler
hesabı 1976-2004 döneminde beş yıl hariç devamlı açık
vermiştir.
Cari
açığın GSMH’ya oranına bakıldığında 2005 yılından
başlayarak 2010 yılına kadar sırasıyla yüzde
4,60;
6,08; 5,90; 5,74; 2,33; 6,58 ve son olarak 2011 yılında yüzde 9,82
oranında gerçekleşmiştir. Cari açık
değerlerinin
77 milyar doları aşmasına rağmen, ekonomide gerçekleşen yüksek
büyüme oranları ve bununla
birlikte
ekonomiye sermaye girişinin devam etmesi sayesinde cari açık
sürdürülebilmektedir.
Cari
işlemler hesabı altında kaydedilen en önemli hesabı dış
ticaret işlemlerinin oluşturduğunu
söyleyebiliriz.
Dış
ticaret bilançosuna, diğer adıyla mal dengesine fiziki malların
ihracatı
ve ithalatı işlemleri kaydedilir.
Cari
işlemler hesabının bir diğer alt hesap grubu da hizmet(ler)
ticaretidir.
Hizmet(ler)
hesabına:
a)
Turizm
b)
Uluslararası taşımacılık ve transit
ticaret
c)
İnşaat gibi işlemler kaydedilir.
31
Cari
İşlemler Hesabı ve Dış Ticaret Açığı
Cari
açık, gerek literatürde gerekse uygulamada bazen
ekonomik
büyümenin maliyeti bazen de ekonomik
krizlerin
nedeni olarak görülür. Cari açık analizlerinde
doğrudan
yabancı sermaye yatırımları, portföy
akımları,
dış krediler, dış ticaret akımları ve döviz
rezervleri
önemli parametrelerdir.
Ulusal
Ekonomi İçinde Cari İşlemler Açığının Yeri
Cari
işlemler açığı bir yandan dış ticaret ve hizmet dengesini
diğer yandan ise transferleri kapsadığı için, bir
ülkede
ekonominin rekabetçilik düzeyi, ulusal düzeyde kaynak ihtiyacı,
dış ticaret ortakları ve dış ticaret
ürünlerinin
yapısı itibarıyla karşılaştırmalı üstünlükleri konusunda
kapsamlı bilgiler vermektedir. Türkiye’de
2011
yılında cari açığın milli gelirin yüzde 9,82’sini
oluşturduğu dikkate alındığında, eşik değer tartışmasının
genelleştirilebilecek
sağlamlıkta olmadığı söylenebilir.
Tarihsel
Süreç İçinde Dış Ticaret Açığı
Osmanlı
Son Dönemi Dış Ticaret Açığı (1880-1913)
Osmanlı
dış ticaret politikası, ürün bolluğunu esas alan bir anlayışa
sahiptir. Dönemin uluslararası çağdaş dış
ticaret
anlayışının yeterince anlaşılamadığı söylenebilir. Türkiye
benzer bir uygulamayı planlı dönem olarak
nitelenebilecek
1963-79 döneminde de yaşamış ve bu politikanın alternatif
maliyeti bir hayli yüksek olmuştur.
Osmanlı
dış ticaret anlayışı klasik tarım imparatorluğu anlayışına
paralel olarak temelde ihracatı engelleyici,
ithalatı
artırıcı bir özelliğe sahiptir. Bunun bir gerekçesi Ümit
Burnu’nun keşfinin etkilerini telafiyi amaçlayan
kapitülasyonların
(özellikle 1838
Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması) ise
diğer önemli bir gerekçesinin de iç pazarda
mal
arzını artırmak yoluyla fiyat istikrarını sağlama amacı olduğu
söylenebilir.
İthalatın
ihracatı karşılama oranının yüzde 60’tan düşük olması,
devletin bu kategoride ciddi bir gelire sahip
olmasını
da engellemiştir. İngilizlerle imzalanan ticaret anlaşmasından
sonra, Osmanlı diğer Düvel-i
Muazzama
ile
de benzeri ticaret anlaşmaları yapmıştır. 1838-64 döneminde
Osmanlı Devleti ticaret anlaşmaları ile dış
etkilere
açılmış ve yabancılara, kendi ülkelerinde dahi göremeyecekleri
derecede, yasal ve kurumsal
sınırlamalardan
azade (serbest) bir ortam sağlanmıştır. İhracatta tarım
ürünleri ve madenler ağırlıklı kısmı
oluşturmaktadır.
Tarım ürünleri de genelde işlenmiş tarım ürünleri şeklinde
değil de pamuk, tütün, fındık, ipek,
incir,
afyon gibi daha çok işlenmemiş ürünlerden oluşmaktadır.
Osmanlı’nın ithalatında ise dokuma ve giyim
eşyası,
şeker, un, diğer gıda maddeleri ve yakıtlar başta gelmektedir.
o
Düvel-i Muazzama:
Osmanlı’da İngiltere, Almanya, Rusya
ve Fransa gibi büyük devletlere verilen addır.
1923-32
Dönemi Dış Ticaret Açığı
Türk
ekonomisinin 1923-29 döneminde korumasız olarak dışa açık fakir
bir hammadde ekonomisi olduğu
söylenebilir.
1929 yılına kadar devletin dış ticaret politikası belirleme
yetkisi sınırlıdır. Bu yetkisini ancak 1929
yılında
yerli üretimin artırılması, özellikle sınaî üretimin dış
rekabete karşı korunması amacıyla çıkarılan bir
yasayla
kullanabilmiştir. Bu yasal düzenlemeden sonra ilk kez dış ticaret
fazlası meydana gelmiştir; ancak 1929
yılından
itibaren, ülke giderek dışarıya kapanmıştır. Bu kapanma hem
ithalattaki hem de ihracattaki göreli
daralmalardan
kaynaklanmıştır.
Yaygın
kamulaştırmalar ve millileştirmelerin yanı sıra hükümetin
yabancı şirketlere karşı kuşkulandırıcı tavrı ve
politikaları
sermayenin kaçışına yol açmıştır. 1926 yılında yeni
vergiler almaya başlayan ve var olan vergilerin
de
kapsam ve oranını artıran devlet yabancı şirketlerle anlaşma
yaparak yeni yatırımlara gitmiş, uzun vadeli dış
kredi
olanakları da fazla olmayınca, bu teşebbüsler krediye yönelik
talepte patlamaya yol açmış, fon ve döviz
piyasalarında
talep baskısı ortaya çıkmıştır.
32
Osmanlı
İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin payına düşen
borçların 1929 yılında ödenmeye
başlanacak
olması, aynı yıl gümrük vergisi artışlarının doğurduğu
spekülatif ithalat, demiryolu yapımı ve
imtiyazların
satın alınması (demiryollarının millileştirilmesi) gibi
nedenler, 1929 bunalımıyla dolaylı biçimde
ilişkili
olan bir kambiyo (döviz) bunalımına yol açmıştır. Ülkenin
ihracatının yöneldiği ve ithalatının yapıldığı
ülkeler
ağırlıklı olarak Batı ülkelerinden oluşmaktadır. Dönem
boyunca dış ticaret işlemleri %70 düzeyinde Batı
ekonomileriyle
ilişkilidir.
1923-32
döneminde en çok açığın verildiği yıl 1929’dur. Ancak 1930
yılından itibaren ithalattaki dramatik
düşüş
bu açığı, ihracattaki düşüşlere rağmen, fazlaya çevirmiştir.
Ülkenin dışa açıklık derecesinde ithalat ve
ihracattaki
1929 yılından itibaren meydana gelen gerilemelere paralel olarak,
düşüşler meydana gelmiştir.
Bütün
dönem boyunca yıllık bazda ortalama dışa açıklık derecesi dış
ticaret bağlamında %23 dolayındadır.
1933-45
Dönemi Dış Ticaret Açığı
Bu
dönemde dış ticaret açığından olabildiğince kaçınılmış
ve dış ticaret daha ziyade ikili anlaşmalarla
yürütülmüştür.
Bir yandan ikili anlaşmalara konu olan malların dış ticareti
serbest bırakılırken, diğer yandan
yurtiçi
üretimi yapılan malların ithalatı sınırlandırılmıştır.
Kliring işlemleri 1934 yılında kurulan Dış Ticaret Ofisi
tarafından
yürütülmüştür. İncelenen dönemde dış ticaret 1938 yılı
hariç, sürekli fazla vermiştir.
Özellikle
savaş yıllarında yurtiçinde üretilen tarım ürünlerine ve
başta krom olmak üzere madenlere olan
büyük
dış talep ihracatın süregelen artışına yol açmıştır.
Ancak
dönem boyunca tüketim mallarının ithalatına getirilen
sınırlamalar dışa açıklık derecesini sürekli
düşürerek
dönem başında yüzde 15 olan düzeyinin dönem sonunda yüzde 6
olarak gerçekleşmesine neden
olmuştur.
Dış ticarette sıkı bir kota sisteminin uygulanması, 1932’de
Takas Komisyonlarının kurulması ile ilgili
kanunun
çıkarılması Türk sanayinin korunması ve geliştirilmesine
yönelik tedbirler olarak sayılabilir.
Dış
ticaret dengesinin dönem boyunca fazla vermesi altın stokunda
artışa yol açmıştır. Altın stoku 1932-45
döneminde
14,5 tondan 210,8 tona yükselmiştir. Ülkenin elindeki döviz
mevcudu da 320 milyon dolardır.
Dolayısıyla,
ülke savaş dönemini dışa karşı yükümlülükleri bağlamında
rahat bir şekilde geçirmiştir denebilir.
1946-62
Dönemi Dış Ticaret Açığı
Bu
dönemde dış ticaretteki artış oranı milli gelir artışının
üzerindedir. Ülke dışa açılmada önemli bir mesafe
kaydetmiştir.
1946-62 döneminde GSMH’daki artış yıllık ortalama yüzde 15
iken, ihracattaki yıllık ortalama
artış
oranı yüzde 22 ve ithalat için bu oran yüzde 34’tür.
Dışa
açıklığın önemli bir göstergesi olan toplam dış ticaret
hacminin milli gelire oranı bu dönemde yıllık
ortalama
bazda yüzde 13 olarak gerçekleşmiştir. Ancak 1947-53 aralığında
bu oran yüzde 17 dolayındadır.
1953
yılındaki darboğazdan sonra söz konusu oran giderek düşmüştür.
1954 yılından itibaren gerileyen dışa
açılma
derecesi, 1961 yılından itibaren tekrar yükselmeye başlamıştır.
7
Eylül 1946 yılında yapılan devalüasyon ile birlikte, ABD
dolarının TL karşılığı 1,30’dan 2,80’e çıkarılmıştır.
Dış
ödemelerdeki güçlükler nedeniyle, dönemin hükümeti 1956
yılında ABD dolarının TL karşılığını 2,80 TL’den
5,25-5,50
TL’ye yükseltmiştir. Fiyat denetimleri artırılmış, ticari
banka kredileri sınırlandırılmış ve faiz oranları
yükseltilmiştir.
Ancak, sorunların devamı nedeniyle hükümet 4 Ağustos 1958
tarihinde istikrar önlemleri
almıştır.
Buna göre hükümet TL’yi yeniden devalüe etmiş (1 doların
karşılığı 9 TL’ye çıkarılmış), ithalata serbesti
getirilmiş,
para arzı ve bütçe harcamalarında kısıtlamalara gidilmiş ve
KİT’lerin ürettiği mal ve hizmet
fiyatlarına
zam yapılmıştır. İthalat ve ihracatın bürokratik engelleri
hafifletilmiş, dış ticaret göreceli olarak
serbestleştirilmiş,
para arzı bir yıl sınırlı olarak artırılmasına rağmen, daha
sonra hızla artmaya devam etmiştir.
Bütçe
açığı başta para arzı artırılmadığı için iç borçlanmayla
finanse edilmiştir.
1963-79
Dönemi Dış Ticaret Açığı
1963-79
döneminde milli gelirdeki artış yıllık bazda hem ihracattaki hem
de ithalattaki artıştan daha yüksek
orandadır.
İthalat doğrudan döviz yeterliliğine bağlı iken, ihracat da
ithalata dayalı sanayi ürünleri kanalıyla
döviz
yeterliliğine bağlıdır. Diğer bir deyişle ihracat yapabilmek
için bazı ürünleri yurtdışından ithal edilmesi
gerekir,
bu ise döviz yeterliliğine bağlıdır. Eğer yeterli döviz yoksa
ise ihracat için gerekli hammadde ve ara malı
ithalatı
gerçekleştirilemeyecektir. Bu nedenle döviz varlığı bir bütün
olarak ülkeyi dışa bağlı hale getirmiştir.
Başlangıçta
amaçlanan kendine yeterlik, böylece büsbütün ülkeyi dışa
karşı bağımlı kılmıştır. İhracatın ithalatı
karşılama
oranı da bu dönemde büyük düşüşler göstermiştir.
33
Bu
dönemde işçi dövizleri ve dövize çevrilebilir mevduatın (DÇM)
büyük bir rahatlatıcı etkisi olmuştur. Yüksek
enflasyon,
ucuz kamu kaynaklı girdiler, negatif veya çok düşük faizli
krediler, mutlak anlamda engelleyici
gümrük
duvarları sayesinde Türk ekonomisi kalite, standart, rekabet gibi
günün dünya kriterlerinden tamamen
bağımsız
olarak irileşmiştir.
1980-2011
Dönemi Dış Ticaretinin Yapısı
İhracatın
ithalatı karşılama oranı 1980-2011 dönemi için yıllık
ortalama yüzde 63,7 dolayındadır; ancak dönem
içinde
bu oranda dalgalanmalar da gözlenmektedir. Ana sektörler itibarıyla
ihracat kalemi 1980’den itibaren
önemli
gelişmeler göstermiştir. 1980’lerin ortalarına doğru
ağırlığını hissettiren sanayi ürünleri, 1990’lara
gelindiğinde
toplam ihracat içinde yüzde 85-90 dolayında bir paya sahip
olmuştur.
Dış
Ticaret Açığı ve İhracatın İthalatı Karşılama Düzeyi
Dış
ticaret sadece cari işlemler hesabının değil, aynı zamanda
ödemeler bilançosunun da en önemli hesap
grubudur.
2011 yılı için mal ihracatı ve ithalatının toplamı (dış
ticaret hacmi) 375 milyar dolara ulaşmıştır. Bu
nedenle
bu bölümde dış ticaret hesabının yapısını daha detaylı
değerlendirilmesi yapılacaktır.
1980-2011
yılları arasında beşer yıllık ihracat ve ithalat rakamları
verilmektedir. Türkiye ekonomisi uzun yıllar
dış
ticaret açıkları ile yaşamaktadır. İhracatın ithalatı
karşılama oranı %70’lerin üzerine çıkamamıştır. Bu
rakamlar
ihracat gelirlerimiz ile ithalat faturamızın en fazla %70’ler
civarında bir kısmını karşılayabildiğimizi
ortaya
koymaktadır. 2011 yılı için, ihracatın ithalatı karşılama
oranının %56 olarak gerçekleştiği görülmektedir.
Türkiye
orta ve uzun dönemde ithalatının ancak üçte ikisine yakınını
ihracatıyla ödeyebilen bir ülkedir.
Dış
Ticarette Yatırım, Ara ve Tüketim Mallarının Payı
1996
yılında ihracatımızın yaklaşık yarısı (%53) tüketim
mallarından oluşurken bu oran zaman içinde azalarak
2011
yılında %38,7’ye inmiştir. Son yıllarda toplam ihracatımız
içerisinde ham madde/aramalı ihracatımızın
payı
artarak yüzde 50’ye ulaşmıştır. Türkiye ihracatında sermaye
malının payı zamanda içinde artmakla birlikte
düşük
(2011’de yaklaşık %10) seviyededir. Türkiye’nin ihracat
gelirini hızla arttırabilmesi için yurt içi katma
değeri
yüksek olan ürünlere (sermaye mallarına) yönelmesi büyük önem
arz etmektedir.
Türkiye’de
ithalatta ağırlık sermaye ve ara mallarındadır. 2011 yılında
ithalatımızın %88’i sermaye (yatırım)
malı
ve aramalından (hammaddeden) oluşmaktadır. İthalatımızın
ağırlıklı olarak sermaye ve ara malından
oluşmasının
nedeni, yerli üretimin ithal sermaye malı ve girdilere olan
bağımlılığından kaynaklanmaktadır. İleri
teknoloji
ve sermaye-yoğun ürünleri üretebilen yerli üretimin yetersiz ya
da hiç bulunmaması sebebiyle ithal
mallara
olan bağımlılık kırılamamakta ve buna bağlı olarak ekonomi
büyümeye başladığında ithalat talebi de
artmaktadır.
Bu dış ticaret dengesine hem de cari işlemler dengesine olumsuz
yansımaktadır.
1950’lerde
ithalatın yaklaşık %20’sini oluşturan tüketim mallarının
payı, giderek azalmış, 1983’te en düşük
seviye
%1,2’ye inmiştir. 1983’ten sonra tüketim mallarının
ithalattaki payı, bazı yıllarda düşüş gösterse de
genelde
artmış ve 2011 yılında 12,3 olarak gerçekleşmiştir. Sermaye,
ara malı ve tüketim malları dışında kalan
diğer
malların ithalattaki payı tüm dönem boyunca yaklaşık %0,5’ler
(sadece 2002 yılında %1 üstüne çıkmış)
düzeyindedir.
Coğrafi
Bölgeler ve Ülkeler İtibarıyla Dış Ticaret
Türkiye’nin
dünya ile olan dış ticareti ekonomisindeki yapısal değişmeye
paralel biçimde sürekli olarak OECD
ülkeleri
lehine bir yükseliş kaydetmiştir. İslam ülkeleriyle olan gerek
ihracat gerekse ithalat ilişkilerinde dönem
boyunca
ufak tefek dalgalanmalar yaşanmışsa da bir durgunluk ve gerileme
gözlenmektedir. Ancak,
OECD
ve İslam ülkeleri dışında kalan Uzak Doğu ve eski sosyalist
ülkelerle olan ticaret, söz konusu dönemde
büyük
artışlar kaydetmiştir. Bu gelişme özellikle 1988’den itibaren
yaşanmaya başlanmıştır.
İthalatta
da ülke grupları bağlamında ihracattakine benzer bir eğilim
gözlenmesine rağmen, burada OECD
ülkelerinin
payları çok daha yüksektir. Bu da kuşkusuz ithal girdi bağımlı
bir üretim yapısına bağlı bir ekonomik
yapıya
sahip olan Türkiye için, karşılaştırmalı üstünlükler
teorisinin içerimlerine de uygun olarak, normal bir
eğilimdir.
Dış
ticaretimizin yarıdan fazlası OECD ülkeleri ile
gerçekleştirilmektedir. 2011 yılı
itibarıyla ürün
ihracat
ve ithalatımızın %53’ü bu ülkelerle gerçekleşmiştir. Daha
önceki yıllarda bu oranlar %60’ın altına
düşmemiştir.
Dış
ticaretimiz açısından önemli bir diğer ülke grubunu ise Avrupa
Birliği (AB) ülkeleri oluşturmaktadır.
34
2011
yılına gelinceye kadar ihracat ve ithalatımız içerisinde AB
ülkelerinin payları genelde %50’nin altına
düşmemekle
birlikte 2011 yılında AB’deki krizin etkisiyle meydana gelen
daralma neticesinde ihracatın payı
%46’ya,
ithalatın payı da %37’ye gerilemiştir. 2010 ve 2011 yıllarında
ihracatımız içinde AB ülkelerinin azalan
payı
İslam İşbirliği Örgütü ülkeleriyle yapılan ihracatın payı
arttırılarak (%27-28) karşılanmaya çalışılmıştır.
Karadeniz
Ekonomik İşbirliği’ne (KEİ) üye ülkelerle gerçekleştirilen
dış ticaret hacmimiz de OECD, AB ve İslam
ülkelerinden
sonra dördüncü sırada yer almaktadır.
Türkiye’nin
ihracatında en fazla paya sahip olan
ülkeler
Türkiye’nin
ithalatında en fazla paya sahip olan
ülkeler
Almanya
(%10,1) Rusya (%11,6)
İngiltere
(%6,4) Almanya (%9,5)
İtalya
(%5,7) Çin (%9,3)
Fransa
(%5,3) ABD (%6,6)
Irak
(%5,3) İtalya (%5,5)
Türkiye,
karşılaştırmalı üstünlükler yaklaşımına paralel bir
ihracat örüntüsüne sahip olmakla birlikte özellikle
sermaye
yoğun ihraç ürünlerinin bir kısmının yeniden ihracat
(re-eksport) niteliği geleneksel yaklaşıma ters bir
sonuç
ortaya çıkarmaktadır.
o
Yeniden İhracat
(re-export): Bir ülkenin ithal ettiği malları çok fazla fiziki
değişikliğe uğratmadan
başka
ülkelere satmasıdır. İthalatçı ülke,
küçük değişiklikler yaptığı ve yeniden ambalajladığı malı
diğer
ülkelere
ihraç eder. Yeniden ihracatta amaç ülkeler arasındaki fiyat
farklılıklarından faydalanmaktır.
Dış
Ticarette Başlıca Kalemler
2010
yılı verileri ihracat
değerlendirildiğinde
en
yüksek
paya motorlu kara
taşıtları sahiptir
(%12).
Toplam
ithalat içerisinde
en büyük paya %20 ile
mineral
yakıtlar ve mineral yağlar sahip
olmaktadır.
Bir diğer ifadeyle enerji ithalatı olarak
değerlendirebilir.
Türkiye’nin bazı ihracat ve ithalat
kalemlerine
baktığımızda da benzerlikler
görülmektedir.
Bu durum, söz konusu sektörlerde
önemli
miktarda endüstri-içi ticaretin var olduğunu
göstermektedir.
2010
yılında ihraç edilen ürünlere BEC sınıflamasına
göre
bakıldığında toplam ihracatın %33,7’si sanayi
için
işlem görmüş hammaddeler, %10,3’ü yarı
dayanıklı
tüketim maddeleri, %7,8’i dayanıklı tüketim
malları
ve %6,2’si dayanıksız tüketim mallarından
oluşmaktadır.
2010
ithalatında en fazla payı %31,7 ile sanayi için işlem görmüş
hammaddeler almaktadır. İkinci sırada
%12,7
ile kaynağı belirtilmeyen ürünler (gizli veri), üçüncü sırada
%12,5 ile yatırım malları (taşımacılık
araçları
hariç) yer almaktadır.
Sanayi
için işlem görmemiş hammaddeler %6,6, işlem görmüş diğer
yakıt e yağlar %6,6, taşımacılık araçlarının
aksam
ve parçaları %5,7, yatırım mallarının aksam ve parçaları
%4,9, binek otomobiller % 3,7 ve sanayi ile ilgili
taşımacılık
araç ve gereçleri ise yaklaşık %3 pay almıştır. Türkiye’nin
ithalatında üretimde girdi olarak kullanılan
ara
malı ile ilgili ürünlerin önemli bir ağırlığı söz
konusudur. Buna karşılık tüketim mallarına ilişkin ürünlerin
ithalattaki
ağırlığı, ihracata göre daha düşüktür.
35
Sermaye
Hesabı
Ödemeler
bilançosunun iki ana kaleminden biri olan sermaye hesabı cari
işlemler hesabı ile bir bakıma
karşılıklı
çalışır. Bir ekonomide yurtiçi tasarruflar toplam yatırımları
karşılayacak düzeyde değilse ekonomide
cari
açık oluşur. Yatırımları finanse etmek için yabancı
tasarruflara ihtiyaç duyulur. Bu nedenle yabancı
tasarrufların
ülkeye girişi önem arz etmektedir.
Ödemeler
dengesinde çift kayıt sistemine göre tutulduğu için borç ve
alacakların birbirine eşit olması gerekir.
Fakat
bazı kalemlere ait bilgilerin eksik olması, kayıt yapılırken
gerçekleşen hatalar ve unutmalar nedeniyle
ödemeler
dengesi ile ilgili eksik ve fazlalar net hata ve noksan
yazılmaktadır. Net hata ve noksan kaleminde
pozitif
(+) değer söz konusu ise ülkeye resmi kayıtlara girmeyen sermaye
girişi olduğunu göstermektedir.
Finans
hesabında doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları ve
krediler yer almaktadır. 2000-2011
dönemine
bakıldığında,
doğrudan yatırım (13,4 milyar dolar), portföy yatırımı (22,1
milyar dolar) ve krediler (30,1 milyar
dolar)
bakımından Türkiye’ye net giriş olmuştur. Aynı dönemde
rezervlerde meydana gelen artış 52,1 milyar
dolardır.
Dolayısıyla, cari işlemler hesabı, finans hesabı, rezerv
varlıklar ile net hata noksan kalemlerinin
toplamının
matematiksel olarak sıfır dengesini vermesi beklenir.
Türkiye
ekonomisine en fazla kaynak girişi bankaların ve firmalar
sektörünün yurtdışından sağladıkları
krediler
yoluyla meydana gelmektedir.
İkinci
sırada kaynak girişi ise tahvil ihracı ile meydana gelmektedir.
Hisse
senedi piyasası ise kaynak çekmede üçüncü sırada rol
oynamaktadır.
o
Türkiye, kronik tasarruf açığı
yaşayan bir ülke olduğu için bu girişlerin sermaye maliyetini
aşağı çekme
yönünde
kayda değer işlev gördüğü söylenebilir. Yatırımlar için
ihtiyaç kaynaklar yetersiz olan yurtiçi
tasarruflarla
karşılanması durumunda faiz oranları hızla yükselerek sermaye
maliyetini artıracaktır.
Doğrudan
Yabancı Yatırımlar
Doğrudan
yabancı yatırımlar, giriş yaptığı
ülkeye sermayenin yanı sıra teknoloji ve işletme bilgisi de
getirmektedir.
Ayrıca ülkede yaratılan katma değer ile birlikte istihdam ve
rekabete önemli ölçüde katkılar
sağlayabilmektedir.
Söz konusu yatırımlar ihracata dönük sektörlere yapıldığında
dış ticaret dengesinde olumlu
gelişmeler
olabilir. Doğrudan yabancı
sermaye yatırımlar yarattığı ekonomik ve sosyal etkiler
ülkelerin
kalkınma
önemli katkı sağlamaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti ilk yıllarında doğrudan yabancı yatırımlarına
Osmanlı Dönemi’nde yaşanan olumsuz
deneyimler
nedeniyle mesafeli yaklaşmış, hatta yabancı mülkiyetindeki
işletmeler millileştirilmiştir. 1950’li
yıllarda
dışa açılmayla birlikte yabancı sermayeyi doğrudan ilgilendiren
ilk düzenleme 1951 yılında 5821 sayılı
Yabancı
Sermayeyi Teşvik Kanunu olmuştur.
Ardından 5821 sayılı Yasa yeniden düzenlenerek 1954 yılında
6224
sayılı Yasa olarak tekrar yürürlüğe girmiştir. 1954 yılındaki
6224 sayılı Yabancı
Sermayeyi Teşvik Kanunu
günün
şartlarına göre oldukça liberal bir yasa idi. Söz konusu Yasa
2000’li yıllarda günün ihtiyaçlarına
karşılamaktan
uzaklaştığı için 2003 yılında 4875 sayılı Doğrudan
Yabancı Sermaye Kanunu çıkarılmıştır.
Bu
Kanun ile birlikte bürokratik işlemler azaltılarak
basitleştirilmiş, doğrudan yabancı yatırımlar her türlü
ekonomik,
siyasi ve sosyal olumsuzluklara karşı güvenceler artırılmış,
anlaşmazlık olması hâlinde uluslararası
tahkime
gitme imkanı da tanınmıştır.
1980’lerdeki
neo-liberal politikalar neticesinde dünya çapında başlayan dış
ticaretin liberalleştirilmesi hareketi,
1990’lı
yıllarda sermaye ve finans piyasalarının dışa açılmasıyla
farklı bir boyut kazanmıştır.
Türkiye’nin
kalkınmasını hızla gerçekleştirebilmek için mutlaka daha fazla
yabancı sermaye çekmesi
gerekmektedir.
Burada yabancı sermaye derken kastettiğimiz doğrudan yabancı
sermayedir. Çünkü doğrudan
yabancı
yatırımlar sabit sermaye birikimine artırarak ekonomik gelişme ve
kalkınması hızlandırmaktadır.
Türkiye’de
en fazla doğrudan yatırım yapan ülkeler AB üyeleridir.
AB’nin Türkiye’deki doğrudan yatırımlar
içinde
AB’nin payı yüzde 79’dur. AB
içinde Hollanda, Almanya, Lüksemburg, Belçika, Fransa, Avusturya
ilk
sıralarda
gelmektedir. ABD ise Türkiye’deki
doğrudan yabancı yatırımlar içinde yüzde 8,4’lük bir paya
sahiptir.
Körfez
ülkelerinin doğrudan yatırımlar içindeki payı yüzde 7,4’tür.
Dünyada
en fazla doğrudan yatırım çeken ülke ABD’dir. Dünyadaki
doğrudan yatırım stokunun yüzde 18’i bu
ülkededir.
Hong Kong, İngiltere, Fransa, Almanya ve Belçika gibi ülkeler,
açık ara farkla ABD’yi takip eden diğer
en
fazla doğrudan yatırım alan ülkelerdir. Dünyadaki doğrudan
yatırımların yüzde 75 civarındaki kısmı gelişmiş
ülkelerdedir.
36
Yabancıların
Portföy Yatırımları
Gelişme
yolundaki ülkelerde sermaye ve tasarruflar görece kıt olduğu için
bunların fiyatları (faiz) da yüksek
olur.
Bu nedenle sermayenin ve tasarrufun bol olduğu gelişmiş ülkeler
ile doğal kaynak zengini ülkelerden
gelişmekte
olan ülkelere doğru bir akış olur. Türkiye’de
de tasarruflar yetersiz olduğu için, yurtdışından
yurtiçine,
yüksek getiri oranlarından yararlanmak için bir para akışı
olur. Yabancıların portföy yatırımları
2004
yılında 38,2 milyar TL iken, 2011 yılında 173,9 milyar TL
olmuştur.
Dolaylı
yabancı yatırımlar olarak da nitelendirilen bu yabancı portföy
yatırım için yüksek getirinin yanı sıra
ekonomik
ve siyasi istikrar da çok önemlidir.
Ülke ekonomisine yönelik şüphe ve tereddütlerin veya olumsuz
beklentilerin
artması, bu yatırımların ülkeden çıkışına ve/veya
maliyetlerin artışına neden olacaktır.
Cari
işlemler dengesi finansmanında dolaylı yabancı yatırımların
rolü büyükse, ülke ekonomisinin özellikle
uluslararası
gelişmelere karşı kırılganlığı artacaktır. Türkiye
ekonomisine şüpheyle bakanların temel dayanakta
noktası
yüksek cari işlemler açığı ve bunun finansman şeklidir.
Dış
Borçlar
Türkiye
ulusal düzeyde fon açığı veren bir ülkedir. Borçlanmanın ve
net olarak dışa karşı borçlu olmanın
arkasında
yatan neden de bu fon açığıdır. Ulusal
düzeyde fon açığının temel iki göstergesi tasarruf-yatırım
dengesi
ile cari işlemler açığıdır. 2002
yılında yılındaki Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı ile birlikte
kamu
kesimi
disipline edilmiş, faiz dışı bütçe fazlası hedefi ile birlikte
kamunun borçlanma ihtiyacı giderek azalmıştır.
2004
yılından sonra özel kesim açık vermeye başlamış, kamu
kesimi fon açığı azalmış ve
bazı yıllarda
fazla
dahi vermiştir. Ulusal düzeyde ise açık
sürmeye devam etmiş ve Türkiye ekonomisi net kaynak açığı
yaşayan
bir ekonomi olma özelliğini sürdürmüştür. Milli gelirin oranı
olarak ulusal düzeyde dış kaynak açığı %5
ile
%7 arasında değişmektedir. Türk ekonomisine ne kadar fazla
yabancı kaynak girerse ekonomik büyüme o
kadar
yüksek olmaktadır. Nitekim kriz dönemlerinde düşen yatırım
harcamaları nedeniyle dış kaynak ihtiyacı
düşmekte,
bu da ekonomik büyümenin düşmesine yol açmaktadır.
Türkiye
borç yönetiminin temel ilkelerini 1 Eylül 2002 tarihli “Borç
ve Risk Yönetiminin Koordinasyonu ve
Yürütülmesine
İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Yönetmelik”
ile tespit etmiştir.
Buna
göre temel borçlanma ilkeleri:
a)
Makroekonomik dengeleri gözeterek para ve
maliye politikaları ile uyumlu sürdürülebilir, saydam ve
hesap
verilebilir bir borçlanma politikası izlenmesi.
b)
Finansman ihtiyaçlarının, iç ve dış
piyasa koşulları ve maliyet unsurları göz önüne alınarak
belirlenen
risk
düzeyi çerçevesinde orta ve uzun vadede mümkün olan en uygun
maliyetle karşılanması.
Türkiye
Dış Borçlarının Tarihi Seyri
Osmanlı’da
Dış Borçlanma ve Cumhuriyete Devreden Dış Borçlar
Osmanlı
iç borçlanması, dış borçlanmasına göre çok daha önce
başlamıştır. Osmanlı ilk dış borcunu aldığı
1854’ten
Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar toplam 41 adet dış borç
anlaşması imzalamıştır. 1875 yılında dış
borç
stokunun bütçeye oranı yüzde 25’tir (Bulut, 2008). Osmanlı,
1875 yılında dış borç ödemesini
yapamayacağını
(moratoryum) ilan etmiş ve Nisan 1876’da dış borç ödemelerini
tamamen durdurmuştur.
1881
tarihindeki Muharrem
Kararnamesi ile dış borçlarda yeniden
yapılanmaya gidilmiş ve Düyun-u
Umumiye
İdaresi
kurulmuştur. Bu İdare, dış borç
ödemelerini güvence altına alacak vergi ve harç gibi gelirlerin
toplanması
yetkisini almıştır. Moratoryum ilan edildiğinde Osmanlı’nın
dış borç stoku 239 milyon Osmanlı
Lirası’dır.
Dış
borçlar, Osmanlı Devleti çöktükten sonra Osmanlı topraklarında
kurulan devletlerarasında paylaştırılmış ve
en
büyük borç yükü Türkiye’ye verilmiştir. 1925 yılında
Osmanlı borçlarının yaklaşık %67’sinin Türkiye
tarafından
ödenmesi kararlaştırılmıştır. Türkiye’nin payına düşen
107,5 milyon altın Osmanlı Lirası tutarındaki
borcun
ödenmesi için Düyun-u Umumiye İdaresi ile 13 Haziran 1928
tarihinde Paris’te bir anlaşma
imzalanmıştır.
Osmanlıdan kalan borçların son taksidinin ödeme tarihi, ilk
borçlanma tarihinden tam bir yüzyıl
sonra
25 Mayıs 1954’tür.
Osmanlı
Devleti’nin, Kırım Savaşı’nın etkisiyle ilk kez 1854 yılında
gayrimüslim ülkelerden borçlanmaya
başlamasında
Galata Bankerlerinin aracılık rolleri kayda değerdir. İlk yıl 5
milyon İngiliz Poundu borçlanan
Osmanlı,
ikinci yıl bir 5 milyon Pound daha borçlanmış ve borçlanma
trendi âdeta patlama yaparak devam
etmiştir.
37
1877
yılında 191 milyon İngiliz Poundu anapara ve 62 milyon İngiliz
Poundu da faiz olmak üzere toplam borç
tutarı
253 milyon İngiliz Poundu dolayındadır. Bu borçlar karşılığı,
Mısır Vergisi; Bursa ve Edirne ipek aşarları;
Midilli,
Balıkesir ve İzmir zeytinyağı aşarları; Halep, Adana, Suriye,
Yanya, Trabzon, Bursa, Aydın, Menteşe,
Konya
gelirleri; Edirne, Tuna ve Selanik vilayetleri gelirleri; Anadolu
ağnam vergisi ve İstanbul tütün rejisi
gelirleri
teminat olarak gösterilmiştir. Esasen, 191 milyon Sterlin
dolayındaki anapara borcun nominal değeri
ile
satış fiyatı farklı olmuş ve satış fiyatının düşüklüğünden
ötürü, ancak %53’ü Osmanlı’nın eline geçmiştir.
Borçların
%90’ı gerçek kişilerden ve bankalardan alınmıştır. 1881
Muharrem Kararnamesine göre borçların
menşe
ülkeler itibarıyla dağılımı şu şekilde:
Cumhuriyetin
İlk Yıllarından İkinci Dünya Savaşı Sonuna Kadar Olan Dönemde
Dış Borçlar
Cumhuriyet
rejiminin kurulmasıyla birlikte yeni devlet, belki de uzun bir savaş
döneminden çıkmanın ve
gayrimüslimlerden
çekinmenin verdiği bir halet-i ruhiye ile sadece Türklerin
girebileceği alanlar, sadece
Türklerin
yararlanabileceği kolaylık ve imkânlar ihdas etmiştir. Lozan
Anlaşması 1924 yılında yürürlüğe girmiş
ve
toplam tutarı 129.384.910 altın lira olan Osmanlı borçlarının
84.597.495 altın lirasını (%65,4) yeni devlete
yüklemiştir.
Bu borcun yıllık taksit ödemesi 5.809.312 altın liradır. Yeni
devlete bu ödemenin getirdiği yükün
ağırlığı,
imkânlar dikkate alındığında daha iyi anlaşılmaktadır.
Özellikle, 1930’lu yıllarda, 1928 yılında yapılan
indirimlere
rağmen, bütçe harcamalarının %13-18’ini Osmanlı borçları
oluşturmaktadır. 1928 yılında Cemiyet-i
Akvam
aracılığı ile Türkiye’nin borç yükü kriteri yeniden
belirlenmiştir. Buna göre, Osmanlı borçlarının 1912
öncesi
olanların %62’si 1912 sonrası olanların ise %79’u Türkiye’ye
yüklenmişti. Görüşmeler 1933 yılına kadar
sürmüş
ve sonuçta, Türkiye’nin 8 milyon altın lira (yıllık 700 bin
altın lira taksit ödemeli olarak) ödemesi karara
bağlanmıştır.
Türkiye bu borçları daha önce de belirtildiği gibi 1954 Mayıs
ayında tamamen ödemiştir.
Cumhuriyet
rejimi ilk dış borçlanmasını demiryollarının ve Haydarpaşa
limanının kamulaştırılmasını yapmak
amacıyla
yapmıştır.
Savaş
sonrasında ABD önderliğindeki gelişmiş ülkeler hem Avrupa’nın
yeniden imarı hem de diğer ülkeleri
Sovyet
tehdidine karşı korumak için önemli kurumsal düzenlemeler ve
mali yardım programları devreye
sokmuştur.
Türkiye de özel sektör ve ticaret serbestîsi uygulamalarını
başlatarak bu uluslararası trendden
yararlanma
yoluna gitmiş ve Cumhuriyet’in dış yardım ve dış borçlanmaya
yelken açması bu dönemle
başlamıştır
denilebilir. 1948-49 aralığında Marshall
Planı bağlamında ABD’den 50 milyon
dolarlık bir dış
yardım
alınmıştır. Yine bu dönemde Türkiye’nin henüz kurulan
uluslararası örgütlerine üyeliği söz konusu ana
eğilimin
bir uzantısı olarak alınabilir.
Demokrat
Parti Döneminde Dış Borçlanma
Menderes
Hükümetleri döneminde (1950-1960) dış borçlanmaya âdeta yegâne
çare olarak başvurulmuştur.
1950
yılında 776 milyon dolar olan dış borç toplamı, 1956 yılında
1.2 milyar dolara ve 1960 yılında 5 milyar
dolara
yükselmiştir. Devlet dış borç faizlerini dahi ödeyemeyecek hâle
gelince moratoryum ilan etmiştir. 4
Ağustos
1958 tarihinde IMF önerileri doğrultusunda alınan istikrar
tedbirleri ile TL devalüe edilmiş ve bir ABD
doları
2.8 TL’den 9 TL’ye yükseltilmiş, OECD, IMF ve ABD ile
anlaşmalar imzalanarak 600 milyon dolarlık dış
borç
ertelenmiş, 350 milyon dolarlık yeni bir kredi alınmıştır. Bu
aşamadan sonra Türk ekonomisi adeta
borçlanabildikçe
yaşayabilen bir işleyişe sahip olmuştur. 1946-50
aralığında daha çok dış borç şeklinde gelen
dış
kaynak, 1950 yılından başlayarak bağış olarak gelmeye
başlamıştır. ABD kaynakları Truman
Doktrini,
Marshall
Planı, AID ve PL 480 programları
çerçevesinde gelmiştir. PL 480’e göre ABD tarım ürünleri
fazlasından
Türkiye’ye gönderilen miktarın karşılığı TL olarak Merkez
Bankası’nda ayrı bir hesapta tutulmakta
ve
ikili anlaşmalara göre kullanılmaktaydı. Bu kaynağın Türkiye
tarafından kullanılan bölümü bütçe ve KİT
finansmanında,
ABD tarafından kullanılan bölümü de ABD’nin Türkiye’deki
özel ortaklıklarına kredi verilmesi
biçiminde
değerlendirilmiştir.
38
Planlı
Dönemde Dış Borçlanma
Planlı
dönemde dış borçlanma özellikle 1975 yılından sonra hızlanarak
artış kaydetmiştir. Bu borçlar hem
yabancı
devletlerden hem de yabancı firma ve uluslararası kuruluşlardan
sağlanmıştır. Dış borçların önemli bir
bölümü
proje finansmanında kullanılmış ve bakiyesi de dış ticaretin
finansmanına yönlendirilmiştir. Kamu
kesimine
açılan uzun dönemli krediler genellikle altyapı, ara malları
üretimi, tarım ve kentleşme alanlarına
yönelmiştir.
Planlı dönem boyunca artan dış borçlar ülkeyi 1970’li
yılların sonunda bir döviz krizine sokmuştur.
12
Eylül 1980 Sonrası Deregülasyon Döneminde Dış Borçlar
1980-98
döneminde iç ve dış kaynaklara borçlanma şeklinde yoğun bir
başvuruyla ekonomik gelişmenin
finansmanı
sağlanmıştır. Bütün dönem ortalaması bakımından vergi
gelirlerinin %89’u borç anapara ve
faizlerine
gitmektedir. İç borç anapara ve faizi dönemin başında toplam
vergi gelirlerinin %10’u ve dış borç
anapara
ve faiz ödemeleri de dönem başında yine toplam verginin %2’si
oranında olmasına rağmen, dönem
boyunca
gerek iç borçlanmada gerekse dış borçlanmada büyük artışlar
olmuştur. Dönem boyunca yıllık bazda
ortalama
olarak iç borç anapara ve faiz ödemeleri vergi gelirlerinin %69’u
oranındayken, dış borç anapara ve
ödemeleri
de vergi gelirlerinin yine yıllık bazda ortalama olarak %21’i
dolayındadır. 1983-97 döneminde
ortalama
olarak dış borç stokunun milli gelire oranı %39 düzeyindedir.
Aynı dönemde kısa vadeli dış borçların
toplam
dış borçlar içindeki oranı ortalama %20’ye yaklaşmaktadır.
Dış
Borçlarda Güncel Durum
Türkiye’nin
dış borç düzeyi 2011 yılı sonunda
toplam dış borç stoku 310 milyar dolardır.
Bunun
yüzde 29’u kısa vadeli iken (üçte birin daha az), geriye kalan
yüzde 71’i orta ve uzun
vadeli
dış borçtur.
Dış
borcun kamu ve özel sektör itibarıyla dağılımı: Türkiye’nin
dış borçlarında IMF ile 1999 yılında imzalanan
ve
2000 yılında yürürlüğe giren 17’nci destekleme
düzenlemesi (stand by)sonrasında yapısal
bir değişim
gözlenmiş;
dış borçlar içinde devletin payı çarpıcı bir düşüş, özel
kesimin payı ise artış yaşamıştır.
Özel
sektör dış borcunun toplam dış borç içindeki payı 1990’da
yüzde 21, 2000’de yüzde 46 ve 2011’de yüzde
66
düzeyindedir. Buna paralel olarak kamu kesiminin dış borç
içindeki payı da gerileme yaşamıştır. Türkiye
ekonomisi,
büyümenin dış kaynak yoluyla finansmanında kamu yoluyla
finansmanı yerine özel kesim yoluyla
finansmana
doğru bir yönelme yaşamıştır.
Türkiye’nin
dış borç stoku ve vade yapısı:
Türkiye ekonomisinin hızlı büyüme
dönemlerinde dış borçlarda hızlı
bir
artış, daralma veya düşük büyüme dönemlerinde ise dış
borçlarda bir durağanlık veya düşük bir artış
gözlenmektedir.
Türkiye’nin iç tasarrufları ekonomik büyümesini finanse etmede
yetersiz kaldığı için dış
tasarruflara
(dış borç) ihtiyaç duymaktadır.
Kamu
dış borç stoku: Türkiye’nin dış
borçlarının kamu alt kesimleri itibarıyla izlenmesi nispeten yeni
bir
yaklaşımdır.
Bu yeni yaklaşımla dış borçların izlenmesi ve disipline
edilmesi, hükümetin hesap verebilirliğinin
artırılması
ve şeffaflaşması mümkün hale gelmiştir. Genel ve katma bütçeli
idareleri kapsayan merkezi
yönetim,
mahalli idareler, kamu iktisadi teşebbüsleri, Merkez Bankası gibi
kamu alt kesimlerinin borçları ayrı
ayrı
izlenmektedir.
Kamu
brüt ve net borç stoku: Kamu kesiminin
toplam borcunda belediyeler, il özel idareleri, kamu iktisadi
teşebbüsleri
(KİT), döner sermayeli kuruluşlar, İller Bankası, genel ve katma
bütçeli idareler (merkezi yönetim)
gibi
bütün kamu alt kesimleri birlikte dikkate alınır. Buna göre,
toplam kamu borç stoku brüt olarak 2002
yılında
257 milyar TL, 2007 yılında 355 milyar TL ve 2011 yılında ise 540
milyar TL’dir. Brüt kamu borcundan
net
kamu borcuna ulaşmak için, kamu kesiminin sahip olduğu
varlıklarını düşmek gerekir. Buna göre işsizlik
sigortası
fonu net varlıkları, kamu mevduatı, Merkez Bankası net varlıkları
dikkate alınarak brüt kamu
borcundan
düşülür. Bu çerçevede, Türkiye’nin net kamu borç stoku 2002
yılında 215 milyar TL, 2007 yılında
248
milyar TL ve 2011 yılında ise 293 milyar TL’dir.
Kamu
Kesimi Dış Borçları
Kamu
borcunun yabancı para cinsinden dağılımı:
Türkiye’nin dış borcu ağırlıklı
olarak dolar üzerinden
yapılmaktadır.
Nitekim 2002 yılında dış borç stokunda avronun (euro’nun) payı
%31, doların payı %47 ve IMF
alacaklarını
gösteren ve bir sepete dayalı hesap birimi olan IMF parası SDR’
nin payı yüzde17’dir. 2011 yılında
ise
dış borç içinde sırasıyla doların payı yüzde 53, avronun
payı %36 ve SDR’ nin payı ise %1,7’dir.
39
Türkiye,
son iki yıldır dış borçlanmanın bir kısmını TL cinsinden
yapmaya başlamıştır. Bu da, yabancıların TL
cinsinden
borç vermeye razı olduklarını, dolayısıyla TL’nin itibarlı
hale geldiğini göstermektedir.
2010
yılında TL cinsinden dış borç oranı %9,3 iken, 2011 yılında
bu oran %5,9’dur. Türkiye’nin tıpkı dolar, avro,
yen
ve pound gibi paralarda olduğu gibi TL için de uluslararası bir
simge geliştirmesi, TL’nin bundan sonraki
yıllarda
diğer ülkelerin yatırımcıları ve parasal otoriteleri tarafından
da rezerv para olarak kabul edilebileceği
beklentisine
dayanmaktadır.
Kamu
borcunun ulusal ekonomi içindeki ağırlığı: Türkiye
2001 krizinden sonra uyguladığı başarılı maliye
politikası
sayesinde son birkaç yıldır Avrupa’nın maruz kaldığı borç
krizini görece daha hafif atlatabilmektedir.
Bir
göstergenin, ulusal ekonomi içinde tuttuğu yere bakmada genelde
milli gelire oranlama yapılır. Buna göre,
kamu
borç stokunun milli gelir içindeki payı 2001 kriz yılında %79
iken 2007 yılında %42 civarına gerilemiştir.
Ancak,
son üç yılda telafi edici maliye politikası çerçevesinde kamu
brüt borç stokunun milli gelire oranı
yükseliş
göstermiş ve 2011 yılında %56,4 düzeyine ulaşmıştır. Buna
çok da paralel olmayan bir eğilimde, kamu
net
borcunun milli gelire oranı 2001 yılında %66 iken, 2007 yılında
% 30 ve 2011 yılında %31 olmuştur.
Kamu
iç ve dış borç stokunun ulusal ekonomi içindeki önemi: Kamu
kesimi ekonominin finansman
ihtiyacındaki
ağırlıklı rolünü özel sektörle paylaşmaya başladıktan
sonra, kamu iç ve dış borç stokunun da milli
gelire
oranında önemli bir gerileme yaşanmıştır. Kamu borç stokunun
milli gelire oranı 2001 yılında yüzde 79
iken,
2007 yılında bu oran yüzde 42 ve 2011 yılında ise yüzde 48
olmuştur. Kamu borç stokunun bir alt kalemi
olan
kamu iç borç stokunu milli gelire oranı 2001 yılında yüzde 52
ve 2011 yılında yüzde 34 iken; kamu dış borç
stokunun
milli gelire oranı 2001 yılında yüzde 27 ve 2011 yılında yüzde
14 olmuştur.
Dolayısıyla,
kamu kesiminin borçluluk düzeyinde önemli bir gerileme dikkati
çekmektedir. Maastricht kriterine
göre
kamu toplam borç stokunun milli gelire oranı en fazla % 60
olmalıdır.
Kamu
kesimi borcunun yerli ve yabancı alacaklıları: Türkiye’de
finans kesimi bankacılık sektörüne
dayanmaktadır.
Bankacılık sektörünün finans kesimi içindeki payı son yıllarda
diğer piyasaların da gelişmesine
paralel
olarak gerilemesine rağmen, yüzde 90 civarındadır. Dolayısıyla,
ekonomik büyümenin
finansmanında
ve
kamu iç borçlanmasında doğal kaynak bankacılık kesimi
olmaktadır. Bankacılık kesimi ya
doğrudan
kamuya
borç vermekte ya da müşterilerini yönlendirerek kamu kâğıtlarının
satın alınmasını sağlamaktadır.
Türkiye’de
kamu kesimi iç borçlarının yarıdan fazlasının alacaklısı
bankacılık sektörüdür. Banka kesimi dışındaki
alacaklılar
ise tüzel kişiler, yurtdışı yerleşikler, menkul kıymet yatırım
fonları ve Merkez Bankası olarak
sıralanmaktadır.
Kamu
kesimi dış borç stokunda iki başlıca borçlanma şekli vardır.
Kredi bulma yoluyla borçlanma ve tahvil
ihraç
ederek borçlanma.
Kamu
borç faizinin ulusal ekonomiye maliyeti:
Bir ekonomide borç stoku ne kadar
yüksekse, o ekonominin
katlandığı
faiz yükü de o kadar ağır olur. Ne var ki, eğer ülke içi
tasarruflar yetersizse, ekonomik kalkınmanın
finansmanında
dış kaynak ihtiyacı kaçınılmaz olmaktadır. Kıt olan yurtiçi
tasarruflar, nispeten bol ve ucuz olan
yurtdışı
tasarruflarla (borç) desteklenmeye çalışılır ve dış kaynak
yoluyla içerdeki yüksek sermaye maliyetleri
düşerek
ülke için kaldıraç etkisi ortaya çıkar. Türk ekonomisinde kamu
kesiminin iç ve dış borç faiz
ödemelerinin
milli gelire oranı 2001 krizinde yüzde 17 düzeyine kadar
çıkmıştır. Aşırı yüksek sayılabilecek bu
oran,
sonraki yıllarda izlenen istikrarlı ve tutarlı makro ekonomik
politikalar sayesinde 2011 yılında yüzde 4,4
olarak
gerçekleşmiştir.
Borç
ve döviz rezervi ilişkisi: Bir ekonomide
vadesi bir yılın altında olan dış borçların, herhangi bir
ekonomik
kargaşa
döneminde ödenme kabiliyeti, merkez bankasının döviz rezerviyle
ilişkilendirilir. Buna göre, eğer
Merkez
Bankası’nın döviz rezervi, vadesi bir yılın altında olan dış
borçları karşılayabiliyorsa, kısa vadede o
ülkenin
döviz krizine karşı nispeten dayanıklı olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin
Uluslararası Kredi Notundaki Gelişim
Türkiye’nin
uluslararası derecelendirme kuruluşlarının nezdindeki borçlanma
ve yatırım itibarını gösteren kredi
notları
son yıllardaki ekonomik krizlerde nispeten istikrarını korumuştur.
Özellikle 2010-2011 yıllarında
Avrupa’da
şiddetlenen kamu borç krizleri dikkate alındığında, Türkiye’nin
iyi bir performans gösterdiği
söylenebilir.
Türkiye’nin uzun vadeli TL ve yabancı para cinsinden kredisi son
yıllarda sürekli bir iyileşme
göstermiştir.
40
Döviz
Piyasası
Döviz
piyasası, döviz arz ve talebinin karşılaştığı piyasadır, bu
piyasada oluşan fiyata da döviz
kuru denir. Bir
ülke
parasının diğer ülke paraları cinsinden fiyatına veya yabancı
ülke paralarının yerli ülke parası cinsinden
fiyatlarına
döviz kuru denirken, yabancı ülke paralarının birbiri cinsinden
fiyatına çapraz kur
denmektedir.
Döviz
kuru, kalite, marka, patent, know how, inovasyon gibi alanlarda söz
sahibi olmayan, sadece fiyat
yönünden
avantajı bulunan mal ve hizmet üreten ülkeler bakımından dış
ticaretin artırılmasında en önemli
enstrümandır.
Türkiye
1980’li yıllara kadar sabit kur rejimi uygulamış, karaborsa
döviz piyasası oluşmuş ve 1980’e
gelindiğinde
dış ticaret politikası ve kur rejimi politikası iflas etmiş bir
ekonomi ortaya çıkmıştır. 24
Ocak 1984
Kararlarından
sonra döviz piyasasının serbestleştirilmesine yönelik çeşitli
kararlar alınmıştır. Bu tarihe kadar
döviz
kurunu belirleme yetkisi Bakanlar Kurulunda idi. Mayıs 1980’de
yayımlanan Maliye Bakanlığı tebliği ile
Merkez
Bankası’na, uluslararası ekonomik gelişmeleri de esas alarak
döviz kurunu belirleme yetkisi
verilmiştir.
Bu tarihten itibaren TCMB döviz kurunu günlük olarak belirlemeye
başlamıştır. 1983 yılının
sonunda
Merkez Bankası’nın döviz kurunu belirleme yetkisine ABD doları
hariç son verilmiştir.
Ağustos
1988’e gelindiğinde döviz kurunun serbestçe belirlenmesi yönünde
önemli bir adım atılmış, TCMB
bünyesinde
döviz ve efektif piyasalar açılmıştır. Döviz
kuru artık Merkez Bankası’nın döviz işlemlerinde
sorumlu
yetkililerin yanı sıra bankalar, özel finans kurumları ve yetkili
müesseselerin yer aldığı Döviz ve
Efektif
Piyasalar tarafından belirlenmeye başlanmıştır. Türkiye,
TL’yi 3 Mart 1990 tarihinden itibaren
uluslararası
konvertibl para ilan etmiş ve hem yurtiçinde hem de yurtdışında
serbestçe alınıp satılmasını
sağlamıştır.
Böylece bankalar, özel finans kurumları ve yetkili müesseseler
ticari ve ticari olmayan tüm işlemler
için
gişe alış ve satış kurlarını TCMB kurlarından bağımsız bir
şekilde serbestçe belirlemeye hak kazanmışlardır.
Döviz
kuru rejimleri esnek dalgalanma, yönetimli dalgalanma, bir bant
aralığında dalgalanma gibi tam veya
kısmi
serbest rejim olabileceği gibi sürünen bant, sürünen kur, sabit
fakat ayarlanabilir kur şeklinde önemli
ölçüde
sabit rejim de olabilir.
Yine
daha ziyade gelişmekte olan ülkelerde 1990’larda moda olan para
kurulu uygulaması da sabit döviz kuru
rejimine
örnek verilebilir. Bazı ülkeler, ekonomik ilişkilerinin
yoğunluğu, parasının saygınlığı ve istikrarı gibi
nedenlerle
ulusal paralarını başka bir ülkenin parasına tam anlamıyla
bağlayabilmektedir. Bu uygulamaya tam
dolarizasyon
denmektedir.
o
Efektif kur; sadece
nakit döviz işlemleri için geçerli kurdur.
o
Döviz kuru ise
efektif kurun aksine döviz cinsinden çek, senet, poliçe ve hazine
bonosu gibi ödeme
araçlarını
da kapsamaktadır.
o
Diğer ülke paralarına serbestçe ve
kolaylıkla çevrilebilen dövizlere, konvertibl
döviz ve yapılan bu
işleme
konvertibilite denir
Türkiye’de
döviz işlemleri temel üç piyasada yapılmaktadır. Bunlar;
I.
Serbest döviz piyasası
II.
TCMB denetimindeki döviz ve efektif
piyasası
III.
Bankalar arası döviz piyasasıdır.
Serbest
piyasada işlemler nakit döviz işlemleri ile yapılır ve efektif
kur geçerlidir. Merkez Bankası piyasasında
TCMB,
bankalar arası döviz hareketlerini yönetmenin yanı sıra kendi
döviz kaynaklarını bankaların kullanımına
sunmaktadır.
Türkiye, hem sabit kur rejimi uygulamalarında hem de esnek kur
rejimi uygulamalarındaki
başarısızlıklar
nedeniyle birçok kriz yaşamıştır. Verimlilik, yenilik, üretken
faaliyetlerde canlanma olmaksızın,
kısa
ömürlü hükümetlerle sırf para politikasına ve genişletici
popülist maliye politikasına dayanan icraatler bu
krizlerde
başlıca rolü oynamıştır. Nitekim Türkiye’nin 2001 finans
kesimi krizi, milli gelirini 13 yıl önceki
seviyesine
geriletmiştir. Bu krizin referans göstergelerinde enflasyon ve kur
düzeyi ilişkisi esas alınmış ve
öngörülen
ilişki gerçekleşmeyince, sonuç krizi tetikleyici olmuştur.
Şubat
2001 krizinden sonra Türkiye dalgalı kur sistemine geçmiştir.
Dalgalı kur politikası kapsamında döviz
piyasasında
kur döviz arz ve talebine göre belirlenmektedir.
Merkez
Bankası döviz kurlarında aşırı dalgalanma olması veya başta
fiyat istikrarı olmak üzere Banka’nın
belirlediği
çeşitli hedeflere uygun olarak döviz piyasasında alım veya satım
yaparak kura müdahale edebilir.
2008’de
başlayan Küresel Mali Kriz’e bağlı olarak döviz piyasasında
yaşanan aşırı dalgalanmalara karşı
TCMB’
nin etkili müdahaleleri söz konusudur. Türkiye’nin devalüasyon
tarihi genelde askerî darbelerin
yapıldığı
tarihlerle örtüşmektedir. Literatürde ülkelerin ekonomik
istikrarları ile siyasi istikrarları arasında
doğrusal
bir ilişki gören çalışmalar mevcuttur.
41
Türkiye
7 Eylül 1946, 4 Ağustos 1958, 10 Ağustos 1970, 21 Eylül 1977, 1
Mart 1978, 10 Haziran 1979, 24 Ocak
1980,
5 Nisan 1994 ve nihayet 22 Şubat 2001 tarihinde devalüasyon yapmış
ve TL’nin değerini idari kararla
düşürmüştür.
Serbest piyasa ortamında esasen devalüasyon kavramı yerine değer
aşınmasından söz
edilmelidir.
Ancak devalüasyon hem uygulamada hem de literatürde yaygın bir
kabul ve kullanıma sahip
olduğu
için hem sabit ve yönetimli kur sistemlerinde hem de dalgalı veya
esnek kur sistemlerinde paraların
değerlerindeki
büyük oranlı düşüşler devalüasyon kavramıyla ifade
edilmektedir.
Türkiye’de
Döviz Kuru Rejimi ve Döviz Kurunda Gelişmeler
Türkiye’de
döviz kurunun belirlenmesi 1990’lara gelene kamu otoritesinde
olmuştur. Özellikle 1950- 1970
döneminde
döviz kuru yapılan devalüasyonlar dışında önemli ölçüde
sabit tutulmaya çalışılmıştır. 1980’e kadar
ki
dönemde izlenen döviz kuru politikaları nedeniyle TL aşırı
değerlenmiştir. Türkiye, 1980’lerde döviz
kurundaki
artışı veya buna paralel olarak enflasyondaki artışı, ekonomik
büyümenin bedeli gören argümanlara
tanıklık
etti. Türkiye, 2005 yılı
başında TL’den altı sıfır atarak parasını istikrarlı ve
değeri korunan paralar
kategorisine
sokma yönünde önemli adımlar atmıştır.
Değer
ölçüsü olarak TL’nin değerindeki artışın anlamı, aynı
miktar TL ile satın alınabilecek yabancı veya yerli
mal
miktarının artması yabancı parayla alınacak Türk malı
miktarının ise azalmasıdır. Bu durumda yabancı
parayla
alınacak yerli mal miktarı nın azalması istenmiyorsa yapılacak
ilk şey ulusal para değeriyle oynamaktan
ziyade,
mal ve hizmetlerin nominal fiyatlarını düşürmektir. Tüketici
(TÜFE) ve üretici (ÜFE) enflasyonları
çerçevesinde
hesaplanan kur endeksi incelendiğinde, TL’nin 2002-2011 döneminde,
2006, 2009 ve 2011 yılları
hariç
sürekli değerlendiği dikkat çekmektedir. Enflasyonla mücadele
programı uygulayan ülkelerde yerli
paranın
değerlenmesi, programa güven bakımından yaygın olarak
karşılaşılan bir sonuçtur.
Döviz
Piyasası ve Bankacılık Sistemi
Türkiye’de
döviz piyasasının arz ve talep yanlarında en önemli aktör
bankalardır. Ekonomik aktörlerin
işlemlerinin
sonucunu bankacılık sisteminden izlemek mümkündür. Türkiye’de
finans sektörünü bankacılık
yönlendirmektedir.
Bankalar dışındaki finansal kurumların sahipliği de ağırlıklı
olarak bankalara veya bankalara
sahip
grupların elindedir. Türk finans sektöründe bankalar mevduat
bankaları, kalkınma-yatırım bankaları ve
katılım
bankaları olarak üç ana grupta sınıflandırılmaktadır.
Bankalar sistemi aktif büyüklüğünün milli gelire
oranı
2001 yılında %67 iken, 2011 yılında %81’dir.
Bankacılık
Sisteminde Döviz Kullanım Yaygınlığı
Bankacılık
kesiminde toplanan fonların (mevduat) ve kullandırılan kaynakların
(kredi) hangi düzeyde yerli ve
yabancı
para cinsinden oldukları, doğrudan o ülkenin parasal ve finansal
istikrarına işaret eder. Ulusal (milli)
parası
itibarlı, finansal sistemi sağlam olan bir ülkede, diğer şartlar
sabit olduğunda, yurtiçi tasarruflar daha
ziyade
ulusal para ile tutulur. Aksine ulusal sermaye ve finans piyasaları
istikrarsız, enflasyonu yüksek, makro
ekonomik
yönetimi zayıf olan ülkelerde ise yurtiçi birikimler yabancı
sağlam paralara yönelir. Türkiye’de
geçmişte
sıklıkla yaşanan finansal krizlerden dolayı para
ikamesi olgusu ciddi kabul görmüş ve
yurtiçi
tasarruflarda
yabancı para tercih edilir olmuştur.
o
Para ikamesi:
Özellikle kriz dönemlerinde tasarruf
aracı, işlem aracı, ölçü birimi olarak ulusal paradan
yabancı
paraya doğru bir yönelmeyi ifade etmektedir.
Bankaların
menkul değerler cüzdanının hemen hemen tamamı kamu borçlanma
kâğıtlarından oluşmaktadır.
Bankalar
da yatırım yaptıkları kamu kâğıtlarını nihai bireysel ya da
kurumsal müşterilerine satarak gelir elde
etmektedir.
Dolayısıyla, bankaların menkul değerler cüzdanının ulusal veya
yabancı para cinsinden ağırlığı bir
yandan
doğrudan bankaların tercihlerinden etkilenirken, diğer yandan
nihai satın alıcıların tercihlerini de
yansıtmaktadır.
Bankacılık kesimindeki menkul değerler cüzdanında yabancı para
cinsinden borçlanma
araçlarının
payı 2002 yılında %38,7 iken, 2011 yılında %17,8 olarak
gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin
Uluslararası Rezervleri
Türkiye’nin
geçmiş yıllardaki krizlerinde başlıca tetikleyici unsur,
yetersiz döviz rezervleri olmuştur. Son
yıllarda
ulusal döviz rezervi bu tür bir tehlikeyi kolaylıkla savuşturacak
düzeydedir. Uluslararası piyasalarda
meydana
gelen altın fiyatlarındaki yükselişler, Merkez Bankası’nın
(TCMB) altın rezerv tercihinde de kendini
göstermiş
ve 2005 yılında 2 milyar doların altında olan altın rezervi,
Mart 2012’de yaklaşık 11,5 milyar dolar
düzeyine
ulaşmıştır. Merkez Bankası döviz rezervi de on yıl öncesiyle
karşılaştırılamayacak düzeyde artış
göstermiş,
2000 yılı sonunda 22,2 milyar dolarlık düzeyinden 2011 yılı
sonunda 78,3 milyar dolara çıkmıştır.
42
TCMB
döviz rezervleri Mart 2012’de ise yaklaşık 78,9 milyar dolara
ulaşmıştır. Aynı şekilde bankaların döviz
rezervleri
de dikkate alındığında, Türkiye’nin uluslararası net altın
ve döviz rezervi 2000 yılı sonunda 34,2
milyar
iken, 2011 yılı sonunda 110,4 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
Yabancı
Para Genel Pozisyonu
2001
krizinde bankacılık sistemindeki döviz açığı tetikleyici ve
krizi sürdürücü bir rol oynamıştır.
IMF
gözetiminde yürütülen yeniden yapılanma ve istikrar programı
çerçevesinde bankacılık sisteminin bu
yöndeki
zayıflıkları önemli ölçüde giderilmiştir.
Bankacılık
sisteminin yabancı para pozisyon açığı 2000 yılı Ekim ayında
en yüksek seviyesi olan 22,2 milyar
dolara
yükselmiş, 2000 yılı Kasım ve 2001 yılı Şubat aylarında
ortaya çıkan finansal krizler nedeniyle bankalar
yabancı
para pozisyon açıklarını azaltmışlardır. 2001 yılı sonunda
bankaların yabancı para pozisyon açığı 12,1
milyar
dolara gerilemiştir. Bankacılık sisteminin yabancı para pozisyon
açığı 2011 yılında 325 milyon dolar
fazlaya
sahiptir. Burada bir noktaya işaret etmekte yarar vardır.
Bankaların yabancı para pozisyonları bilanço
içi
ve bilanço dışı kalemlerin birlikte dikkate alınmasıyla ortaya
çıkmaktadır. Örneğin; 2007 yılında bilanço içi
yabancı
para açığı 10 milyar dolar iken, bilanço dışı fazla 9,8
milyar dolardır. Bu durumda 2007 yılında net açık
200
milyon dolardır. Yine 2011 yılında bilanço içi açık 17,8
milyar dolar iken, bilanço dışı fazla 18,1 milyar
dolardır.
Bu durumda 2011 yılındaki
net fazla 325 milyon dolar olmaktadır. Bilanço içi yabancı para
açıkları,
bilanço
dışı önlemlerle karşılanmakta ve böylece geleceğe yönelik
işlemlerle döviz dalgalanmalarının etkileri
en
aza indirilmeye çalışılmaktadır. Bu durumda, bilanço dışı
tedbirlerin kalitesi ve gerçekçiliği son derece
önem
kazanmaktadır.
Firmalar
Kesiminin Döviz Yükümlülükleri
Türkiye’de
son on yılda firmalar doğrudan yurtdışından kredi temininde
önemli bir mesafe kat etmiştir.
Bir
yandan yurtdışı fonları adına Türkiye’de fon satan
danışmanlık şirketlerindeki artış, diğer yandan
firmaların
artan dış ticaretleri yoluyla yurtdışıyla doğrudan ilişki
kurmaları, yurtdışından doğrudan fon
temininde
önemli faktörler olmuştur. Ayrıca,
yabancı bankaların ve fon kuruluşlarının Türkiye’deki
bankalar
üzerinden
de yabancı fon kullandırdıkları gözlenmektedir. Firmalar
kesiminin net yurtdışı borçları 2003 yılında
20,5
milyar dolarken, 2011 yılında bu rakam 129 milyar dolara
ulaşmıştır.
Yurtdışı
yerleşiklerin hisse senedi piyasasındaki ağırlıkları 2004 yılı
sonunda yüzde 52 iken, 2007 sonunda
yüzde
72 olmuştur. 2011 yılı sonunda yabancıların hisse senedi
piyasasındaki (İMKB) sahiplik oranı yüzde 62
düzeyindedir.
0 Yorumlarınız