Kuşaklar boyunca, sanat tarihinin pek az bölümü Romantik çağ heykeli kadar uzmanlar tarafından değeri bilinmemiş ve yüzüstü bırakılmıştır. Heykel sanatı yıllarca, en iyi durumlarda bile teknik planda ilgi konusu yapılarak, donmuş bir dekoratif-'sanat ile duygusallık dolu kitsch (bayağı beğeni) arasına yerleştirildi.
Büyük tarihsel konuları işleyen nice mermer ya da bronz heykel grupları, Londra, Paris ve Viyana'daki uluslararası sergilerde ya da sergi salonlarında ve değişik estetik akımların göz kamaştırıcı sergilerinde olay yaratan nice alçı heykel müzelerin depolarına gömüldü. Sanat tarihçileri ve kolleksiyoncular, bu nesnelerin bir gün eleştirel ve bilimsel bir incelemeye lâyık olabileceklerini pek ender düşünmüşlerdir.
Bir romantik mimari tanımlaması yapmanın güçlüğü, ama buna karşın "Romantik Dönem" mimarisinden söz etmenin daha doğru olacağı bilinen bir şey. Fakat bir romantik heykelden söz edilebilir mi? Bir romantik müzik ya da resim gibi bir romantik heykel var mıdır?
Romantik dönemde heykel, tam anlamıyla özerk olan müzikten, ya da betimleme sanatında meydana gelen barok patlamasından sonra sınırları kesinlikle belli bir yüzeye giderek kapanan resimden tamamen farklı bir biçimde gelişti. Klasik çağda heykel için herhangi bir özerklik söz konusu değildi. Ama bazı temel düşünceleri inceleyecek olursak durumu daha iyi kavrayabiliriz.
Değişik sorunlar söz konusu. Örneğin bir "ilerleme" kavramı var. XIX. yüzyıla özgü niteliklerden biri olan ilerlemeye inanç, doğal olarak, madeni yapı kafeslerinin de tanıklık ettiği gibi, mimari alanına ve aynı şekilde heykel alanına aktarılmıştır. Sanat tarihçisi Gerhard Evers romantik heykel konusunda kabul ettiğimiz, ama günümüzde de anlam bulanıklığını sürdüren yargıya ilişkin olarak bazı temel öğeleri kesin olarak açıklayan tutarlı bir sonuç çıkarmıştır buradan: "Batı'da, 1500-1900 yılları arasında uzanan çağcıl zamanlarda, sanatın doğayı gözlemlemek ve onu sanat yapıtında yeniden üretmek gereksiniminden doğduğu bilinen bir gerçek; optik plânda az-çok kavranılabilecek ya da görülebilecek ve renk ya da taş sayesinde teknik olarak yeniden üretilebilecek şeyin kesin sınırlarına XVII. yüzyılda ulaşıldığını da biliyoruz: Örneğin, fotoğraf kadar aslına sadık olan Hollanda ev içi resimlerinde, ya da Bernin ve öğrencilerinin mermer heykellerinde görüldüğü gibi.
Hiçbir XIX. yüzyıl sanatçısı söz konusu çağın sanatçılarının teknik ustalığına sahip değildi ve sanat, o zamandan bu yana, sürekli olarak farklı, sürekli olarak yeni ve yaratıcı olabiliyordu, ama artık ilerleyemiyordu." Demek ki artık ilerleme sanat alanında değil, ama doğa bilimleri, tarihsel doğruluk, toplumsal koşullar ya da yapay ürünlerin teknolojisi gibi sanata az ya da çok bağlı alanlarda aranıyordu. Kitle üretimine olanak sağlayan galvanoplasti benzeri bazı buluşlar heykel için büyük bir önem kazandılar ama onu büyük ölçüde değiştiremediler. Nihayet plastik maddelerin ortaya çıkmasıyla XX. yüzyılda bu donmuş durum değişmeye başladı. Çağdaş heykel sanatını bu yeni malzemeler olmaksızın düşünmek olanaksızdır.
Demek ki, bir yandan XX. yüzyılın reddettiği tatmin olmamış ilerlemeye inanç söz konusu. Öte yandan, romantik heykeli, sürekli olarak XX. yüzyılın estetik ilkelerine göre, yani büsbütün yetersiz yargı ölçütlerine ve sınıflandırma yöntemlerine göre, klasisizm ile tarihselcilik (Phistoricisme) arasında tanımlama eğilimi söz konusu. Bunu harekete geçiren özel güçleri ve ortaya koyduğu temel sorunları dikkate almak ya da anlamak zahmetine pek ender olarak girilmiştir.
Bu dönemin heykel sanatının temel öğesi insan vücududur. Öykünülmez güzellik ve aydınlığıyla ilkçağ sanatından miras alınan insan heykeli, bir katkısız idea durumuna gelmişti. Aslında, XX. yüzyıl sanat kuramı, gerçekten, bu yapıtlarda hangi güçlerin ve hangi etkenlerin söz konusu olduğunu anlamak yerine İlkçağ örneklerinin öykünülmesinden söz ederek temel bir yargı yanlışı yapmıştır: Oysa, romantiklerin bu en büyük esin kaynakları hiçbir durumda İlkçağ'ın bir öykünülmesi gibi yaşanmış olmayıp, tersine en iyi örneklerde "mış gibi"nin değerine sahipti. Aynı şekilde, Goethe Iphigenia'da "Ruhumun aradığı Grek ülkeleri" der, aynı şekilde Hölderlin'in Hyperion'u yeni bir Grek idealini çok yalın bir şekilde dile getirir, yine aynı şekilde, bu çağın heykel sanatı, Parthenon'un ve Aegina tapınağının alınlık heykelleri gibi aslında yalnızca bazı Avrupa anakentinde ve bazı hükümdar koleksiyonlarında bulunan Grek heykellerini öykünmemişlerdir.
Heykeltraşlar ve onlarla birlikte estet topluluğu bu yönelimlere karşı tam anlamıyla romantik bir tepki göstermişlerdir: Kopya ederek ya da öykünerek değil, ama bu idealleştirilmiş, kutsallaştırılmış Grek kültürüne olan tutkularını çağcıl bir bağlama aktararak yeni bir
0 Yorumlarınız