Dil yaşayan bir varlıktır. Kendisini oluşturan ulusun yaşamıyla birlikte gelişir; o ulusun türkülerini, efsanelerini, destanlarını, geleneklerini, düşünce sistemini, yaşam biçimini… kısaca kültürünü oluşturur. Dil olmazsa bir ulustan söz edilemez. Öyleyse dilin niteliği bir ulusun kültürel yapısını, gelişimini yakından ilgilendirir.
Her dilin kendine özgü bir yapısı vardır. Dolayısıyla dünyaya bakışımızı, benliğimizin bir parçası olan anadilimiz koşullandırır.
Eğer bir ulusun dili yabancı dillerin etkisinde kalıyorsa, insanlar kendi dillerinin sözcük ve tamlamaları yerine yabancı dillerin sözcük ve tamlamalarını kullanıyorlarsa bu durum kültürel yozlaşmaya yol açar; o ulus başka kültürlerin egemenliği altına girer; dili, buna bağlı olarak da kültürü gelişemez.
Her dil başka dillerden sözcük alır. Bu durum belli bir noktaya kadar normaldir. Dile yerleşmiş, halkın benimsediği ve kullandığı yabancı sözcükler artık o dilin sözcükleri olmuşlardır. Ancak dilin yapısını bozacak şekilde bir veya birkaç dilden yoğun bir biçimde sözcük ve dilbilgisi yapıları alınıyorsa bu normal değildir. Dilimizin geçmişte Arapça, Farsça karşısında yaşadığı durum budur.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde bilim dili Arapça, edebiyat dili olarak Farsça kullanılmış; Arapça, Farsça, Türkçe öğelerin birleşmesinden oluşan ve Osmanlıca diye adlandırılan yapma bir yazı dili ortaya çıkmıştır. Belli bir kesimin kullandığı, halkın büyük bir çoğunluğunun anlamadığı bu dile Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde bazı yazarlarımız da karşı çıkmaya başlamış; dilde sadeleşmeyi, dilimizin Arapça ve Farsçanın etkisinden kurtarılması gerektiğini savunmuşlardır. Bunlardan biri önemli öykü yazarlarımızdan olan Ömer Seyfettin’dir.
Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ün her alanda gerçekleştirdiği devrimlerinin içinde “dil devrimi” önemli bir yer tutmaktadır. Dilimizin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması ve geliştirilmesi için Türk Dil Kurumunu kurdu.
Atatürk, Türkçenin ulusal nitelik kazanmasını ulusal bağımsızlığın da bir gereği olarak görüyordu. Bunu şu sözlerinden anlayabiliriz:
“Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Türkçe’nin yapısına uygun olmadığı ve öğrenilmesi zor olduğu için Arap harfleri kaldırılarak yerine Lâtin kökenli Yeni Türk Alfabesi kullanılmaya başlandı. Arapça, Farsça sözcük ve tamlamaların yerine Türkçelerinin kullanılması için sözcük türetme çalışmalarına başlandı. Örneğin; vesika yerine belge, nebat yerine bitki, lügat yerine sözlük, müspet yerine olumlu, menfi yerine olumsuz, muallim yerine öğretmen vb. sözcükler kullanılmaya başlandı.
Dil devrimi büyük ölçüde amacına ulaşmıştır. Yaklaşık altmış yıl önce romancı ve denemecilerimizin eserlerinde Türkçe sözcük oranı % 35-40 oranındayken bugün bu oran % 90-95 düzeyindedir. Bugün yazı dili ile konuşma dili birbirine yaklaşmıştır.
Ancak dilimizin geçmişte yaşadığı sorunlar bugün de karşımıza çıkmaktadır. Arapça ve Farsçanın yerini bugün İngilizce almıştır. Dilimize İngilizceden sözcük ve terimler girmekte, kimi harflerin İngilizce okunuşu tercih edilmekte, iş yerlerine İngilizce adlar verilmekte, marka adları İngilizceden seçilmektedir. Ülkemizdeki bazı okullarda İngilizce öğretim yapılmaktadır.
Edebiyatçı, Prof. Dr. Tahsin Yücel’in “Türkçe’nin Kurtuluş Savaşı” adlı kitabında, yabancı dille öğretim yapan bir özel öğretim kurumunun, gazetelerde, “Siz hâlâ annenizin dilini mi konuşuyorsunuz?” biçiminde reklâmlar yayınladığı yazmaktadır.
Bazı televizyon kanalları Türkçe sözcüklerin kısaltılmasıyla oluşturdukları adlarını İngilizcedeki okunuşlarıyla söylemektedirler. Örneğin “NTV” harfleri neden “en ti vi” şeklinde okunuyor? Bu harflerin Türkçedeki okunuşları “ne te ve” değil midir? “Has Bilgi Birikim” sözcüklerinin kısaltılmışı olan “HBB” harfleri “eyç bi bi” şeklinde söyleniyor. Oysa bu harfler Türkçede “he be be” şeklinde okunur. “The Marmara Oteli, Dürümland” vb. çarpık örnekler çoğaltılabilir.
Bu konuda duyarlı olmalıyız ve tarihimizde yaşadığımız hatayı bugün tekrarlamamalıyız.
Dilimizin bir kez daha yabancı dillerin etkisinde kalmasına, gelişiminin engellenmesine karşı çıkmalıyız.
Bunu nasıl yapabiliriz?
Türkçesi olan kavramların İngilizcesini kullanmamalıyız. Dilimizi iyi öğrenip güzel konuşmaya, bizden sonraki kuşaklara doğru bir biçimde aktarmaya çalışmalı, bu konuda bilinçli davranmalıyız.
Türkçeyi iyi bilmek ve doğru konuşmak yalnızca Türkçe Öğretmenleri’nin, edebiyatçıların işi değildir. Bu dili konuşan herkes bu sorumluluğu taşımalıdır.
TÜRKÇE ÖĞRETMENİ
ŞENAY AYDIN
ŞENAY AYDIN
0 Yorumlarınız