Kıbrıs Sorunu Nedir? - Türkiyenin Kıbrıs politikası Nedir ? Kıbrıs Sorunu Tarihi

ÖZET
Bu makale, tarihsel boyutu içinde Kıbrıs adasında yaşanılan olayları ve Türkiye’nin izlediği Kıbrıs politikasını incelemekte ve değerlendirmektedir. Kıbrıs’ta yaşanılan olaylar, şu üç safhada ele alınmaktadır: (1) Kıbrıs’taki İngiliz koloni yönetim dönemi, (2) Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ve mevcudiyet dönemi ve (3) 1974 Yunan askeri darbesi ve arkasından Kıbrıs adasının Türk ve Rum toplumları arasında taksim dönemi.

1. GİRİŞ
Doğu Akdeniz’de yer alan Kıbrıs adası, 9 251 km2 bir yüzölçüme sahip ve stratejik açıdan çok önem arzetmektedir. Adanın bu stratejik önemi; Türkiye’nin güney sahillerine ve İsrail’e ait deniz yollarına hakim olması, Süveyş Kanalı’ndan yapılan deniz taşımacılığını kontrolü ve Orta Doğu petrol bölgelerine ulaşmayı mümkün kılması gibi sebeplere dayanmaktadır. Bu sebeplerden ada, bölge ülkeleri ve bölgede çıkarları bulunan güçler tarafından son derece önemlidir.
Kıbrıs adası; Mısır, Asur, Pers, Roma, Arap ve Venedikliler yönetimi altında bulunduktan sonra 1571’de Osmanlılar’ın eline geçmiştir. Kıbrıs Adası, 1571’den 1878’e kadar Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Osmanlı Devleti, Anadolu’dan adaya yolladığı Türkler ve adanın fethinde katkısı olan askerleri, Venedikliler’den boşalan topraklara yerleştirmiştir. Böylece 1571’den bu yana da adada iki ayrı kültür, ırk ve dine sahip Ortodoks Rumlar ve Müslüman Türkler bulunmaktadır.
Bu makale, tarihsel boyutu içinde Kıbrıs’ta yaşanılan gelişmeler ve Türkiye’nin izlediği Kıbrıs politikasını incelemekte ve değerlendirmektedir. İkinci kısım kapsamında adanın Osmanlı Devleti’nden nasıl İngilizlere geçtiği ve arkasından adada uygulanan İngiliz koloni yönetim dönemi kısaca açıklanacaktır. 3. Kısım’da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ve sonrası süreçte yaşanılan olaylar ele alınacaktır. 1974’te Kıbrıs’ta Enosis amaçlı yapılan Yunan darbesi, buna karşılık Türkiye’nin düzenlediği Kıbrıs Barış Harekatları ile Kıbrıs Türk Federe Devleti ve akabinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin doğuşu, 4. Kısım’da özetlenecektir. Son olarak 5. Kısım’da, Lozan Barış Anlaşması’ndan günümüze Türkiye’nin Kıbrıs politikası öz bir şekilde incelenecek ve değerlendirilecektir.
2. KIBRIS’TA İNGİLİZ YÖNETİMİ
1877-78 Rus Savaşında mağlup olan Osmanlı Devleti, büyük toprak kaybına uğramıştır. Savaş sonrası imzalanan Ayastefanos Andlaşması’nı çıkarların uygun bulmayan İngiltere, bu andlaşma hükümlerini Türkler lehine değiştirmek gerekçesiyle Berlin Kongresi’ni topladı. Bu kongrede Türkiye’yi Rusya’ya karşı koruma bahanesi ile (ve bu iki ülke arasındaki savaş süresince), Kıbrıs’ta askeri üsler kurma hakkı elde etti. Ancak Türkiye ve Rusya arasında barış sağlanmasından sonra da İngilizler, bir daha adadan ayrılmadı, . Bu hukuk dışı tutumu Türkiye, 1923 Lozan Andlaşma’sının 16 ve 20’ci maddeleri ile tanımıştır. Böylece Türkiye, Lozan Andlaşması ile Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmiş ve ada egemenliğinin İngiltere’ye geçmesini kabul etmiştir. 1925’ten başlayarak İngiltere Kıbrıs’ta tam bir sömürge statüsü uygulamıştır.
1960’a kadar sürecek olan bu koloni yönetimi, adada yaşayan Türk ve Rumlar tarafından hoş karşılanmamıştır. Adayı İngilizlerden kurtarmak isteyen Rumlar, 1931’de Yunan Konsolos Krou ve Piskopos Nikodemas önderliğinde ayaklandılar. İngillizlerin bu başkaldırıyı kısa sürede bastırmasından sonra, 1950 yılına kadar adada önemli bir olay olmamıştır. Ancak bu arada İngiltere Kıbrıs’a 1947 yılından itibaren muhtariyet vermek istemiştir. Bu amaçla; Türk, Rum ve çeşitli meslek kuruluşlarından oluşan bir danışma meclisi kurmayı denemiş; ancak Rum ve Komünisler ile İngilizler arasında vali yetkileri konusunda çıkan anlaşmazlıkla bu girişim sonuçsuz kalmıştır.
1950’de kilise önderliğinde Rumların gerçekleştirdiği plebisite (halk oylaması) Türkler katılmamış ve sonuçlarını İngilizlerle birlikte kabul etmemişlerdir. Bu plebisit sonrası Türkiye ve Yunanistan, daha önce ilgisiz kaldıkları Kıbrıslı soydaşlarına sahip çıkmaya başlamışlardır. Bu kapsamda; 16 Ocak 1950 tarihinde İstanbul’da düzenlenen büyük gençlik mitinginde “Rum plebisiti” protesto ediliyor; 16 Şubat 1951’de Yunan Başbakanı Venizelos (ilk kez) “Kıbrısı ilhaktan” bahsediyor ve Türkiye Dışişleri Bakanı Köprülü 24 Şubat - 24 Nisan 1951 tarihlerinde verdiği demeçlerde ise “Kıbrıs’ta mevcut durumun korunması ile birlikte mutlaka bir değişiklik gerekiyorsa bunun Türkiye’ye iade biçiminde olabileceğini” belirtiyordu. Böylece Kıbrıs, Türkiye ile Yunanistan arasında bugün dahi devam eden bir çekişme konusu olacaktır.
Yunanistan, Mart 1954’te İngiltere’ye bir nota vererek Kıbrıs’ın kendisine devredilmesini görüşmeyi resmen istemişse de bu talebi İngilizler reddetmiştir. Bunun üzerine Yunanistan, Kıbrıs halkına (yani Rumlara) “self - determinasyon” (kendi geleceğini belirleme) hakkı verilmesini 1954’te Birleşmiş Milletler’den (BM) resmen talep etmiştir. Bu talebin BM Siyasi Komisyonunda (Genel Kurula götürülmesi uygun bulunmayarak) reddedilmesi üzerine; Türkiye konunun kapandığını belirtirken, Yunanistan girişimlerini sürdüreceğini açıklıyordu. Yunanistan ne BM’den ne de İngiltere’den istediği cevabı alamayınca Makarios’un telkinlerine uyarak meseleyi (Enosis’i) silah zoru ile halletmek yoluna girmiş ve EOKA adlı bir terör örgütü kurmuştur. Bu örgütün önce İngiliz ve arkasından Türkleri de hedef alan saldırıları, 1 Nisan 1954’ten 1960’a kadar aralıksız sürecektir. Türkler, bu terör saldırılarına karşısında Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurmuş ve tüm kötü şartlara rağmen direnmişlerdir.
Bu arada olayların Kıbrıs’ta buhran haline gelmesi üzerine İngiltere, 29 Ağustos 1955 tarihinde adayla ilişkili olan üç ülkenin Dışişleri Bakanlarının katıldığı Londra’a bir toplantı düzenlemiştir. Bu toplantıda Türk ve İngiliz Bakanların mevcut statüyü koruma; Yunan Bakanın ise, değiştirme yönünde görüş bildirmeleri üzerine bir anlaşma sağlanamamıştır. Böylece Türkiye, İngiltere tarafından Kıbrıs meselesi içine ister istemez çekilmiş oldu. Bu durum, ince İngiliz siyasetinin bir taktiği idi. Daha sonra Yunanistan konuyu tekrar BM götürmüş ama bir netice alamamıştır. Bu gelişmelerin arakasından adada terörün gittikçe tırmanması üzerine İngiliz Vali Harding, olayların sorumlusu olarak gördüğü Başpiskopos Makarios’u 9 Mart 1956’da Hint Okyanusundaki Sychelles Adalarına sürecek ve böylece adada bir Makarios efsanesi doğmasına yol açacaktır.
Adada tırmanan terör olaylarının önlenememesi üzerine İngiltere, Lord Radcliff’e bir anayasa tasarısı hazırlattı. Yunanlılar, bu tasarıyı “self-determinasyon” içermediği için kabul etmezken; Türkler, bir “taksim” havası sezdiğinden olumlu bulmuştur. Yunanistan, bu anayasa çalışmasına cevaben konuyu tekrar ve üçüncü kez BM götürdü. Bu sefer BM, Kıbrıs sorununun Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında ve üçlü görüşmeler yoluyla çözülmesine karar verdi. Yunanistan açısında tam bir diplomatik hezimet olan bu sonuç, Türkiye’de sevinçle karşılandı. Bu esnada EOKA örgütü, adada İngilizlerden sonra Türkleri de hedef alan terör eylemlerini yoğunlaştırdı. Türkiye bu olaylardan sonra tepkisini Aralık 1956’da Başbakan Menderes’in ağzından “taksim tezi” ile ortaya koydu. Daha sonra Türk kamuoyundan büyük destek gören bu tez, İstanbul Taksim meydanında yapılan gösterilerde (8 Haziran 1958), milletçe “ya taksim ya ölüm” şeklinde haykırılıyordu.
Kıbrıs’ta terör olaylarının bir türlü önlenemesi üzerine İngiltere, Vali Harding’i görevden aldı ve Makarios’u da adaya dönmemesi şartı ile (1 Mart 1959’da dönebildi) serbest bıraktı. Bu arada Yunanistan, Türkiye’nin taksim tezinde israrı üzerine, tekrar ve dördüncü kez BM’e başvurarak Kıbrıs’a “self-determinasyon” hakkı tanınmasını istedi. Bu isteğin Siyasi Komisyonda kabul edilmesi üzerine Türkiye ve İngiltere’nin büyük çaba ve kulis faaliyetleri ile konu, Genel Kurulda reddedildi.
Kıbrıs’ta EOKA terörü 1958 yılında doruğa çıkmış ve sadece Temmuz ayında 48 Türk katledilmiştir. Bu arada Ağustos başlarında İngiltere Başbakanı McMillan, Yunan ve Türk meslekteşları ile ayrı ayrı görüştükten sonra 15 Ağustos 1958’de yeni bir plan açıkladı. Bu plan, ada yönetiminde Türklere de geniş yetkiler veriyordu. Rumlar tarafından reddedilen bu plan, Türkiye tarafından (taksim ihtimali doğmasından ötürü) olumlu karşılandı. Daha sonra 1 Ekim 1958’de Türkiye, Kıbrıs Başkonsolosu Burhan Işın’ı bu plan uyarınca Kıbrıs’taki Türkiye temsilciliği görevine atadı. Bu durum Rumlarda büyük kaygı uyandırdı. Bu arada Yunanistan, konuyu beşinci kez BM’e götürdü ise de bir sonuç alamadı. Bu gelişmelerden sonra Rum ve Yunanlılar adanın taksim edilmesinden endişe duyarak anlaşma yoluna gitmişlerdir. Böylece bölgede çıkarları (üstleri) olan İngiltere, Yunanistan’ın karşısına Türkiye’yi çıkaracak ve bu iki ülke arasındaki çatışmalarda hakemliği üstlenecektir.
3. KIBRIS CUMHURİYETİ ( 1960 - 1974 )
3.1. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kurulması
11 Şubat 1959 Zürih ve 19 Şubat 1959 tarihli Londra Anlaşmalarında belirlenen esaslara göre Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ile İttifak, Garanti ve Kurucu Anlaşmalar hazırlanmış ve Kıbrıs Cumhuriyeti, 16 Ağustos 1960 tarihinde resmen kurulmuştur. Böylece Türk ve Rum toplumları, adayı oluşturan eşit hak ve statüye sahip iki toplum olarak kabul edilmiştir. Bu durum, soğuk savaş dönemi ve NATO bekasını korumanın bir gereği olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Zürich ve Londra Anlaşmalarına İngiltere’nin Türkiye’yi de taraf olarak davet etmesinde, ABD baskısı ve Türk diplomasisinin maharetleri de etken olmuştur. Ancak asıl neden, Kıbrıs yüzünden Türk - Yunan milletleri arasında çıkabilecek muhtemel bir savaş ile NATO’nun güneydoğu kanadının zayıflama ve Doğu Akteniz’deki Sovyet nüfuzunu önlemektir.
Garanti Anlaşması’yla, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin gerektiğinde “bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve güvenliği ile anayasal düzenini”, bu üç devlet birden veya bunlardan birisi koruyacaktı. İttifak Anlaşması’yla, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti, ortak savunma amaçlıişbirliği yapacak ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü tehdit edecek saldırılara karşı koyacaklardı. Bu maksatla kurulacak ortak karargahta Türkiye 650 ve Yunanistan 950 asker bulunduracaktı. Nisan 1960’da Anayasa şeklini alacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı, öz olarak şu hususları içermekteydi:
· İki toplumun yapacakları ayrı seçimlerde Rumlar, Cumhurbaşkanını; Türkler ise, Yardımcısını seçecekti. Resmi dil; Rumca ve Türkçe olacak; tüm yasa ve resmi belgeler bu iki dilde yazılacaktı. Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı, 7 Rum ve 3 Türk bakandan oluşan bakanlar kurulu yardımı ile yürütme görevini yapacaklar ve kurulun kararlarını birlikte ve ayrı ayrı veto edebileceklerdi.
· Yasama yetkisi, 50 üyesinin %70’i Rum ve %30’u Türklerden oluşan ve iki ayrı toplumun kendi üyelerini seçtiği bir Temsilciler Meclisi ve iki toplumun kendi işlerinde yetkili iki ayrı Cemaat Meclisi tarafından kullanılacaktı. Cumhurbaşkanı ve Yardımcısının Temsilciler Meclisinden geçen yasaları birlikte veya ayrı ayrı veto yetkisi vardı.
· Beş büyük kente (Lefkoşe, Limasol, Magosa, Larnaka ve Baf), iki toplumun ayrı belediyeleri olacaktı. Her türlü kamu hizmetinde %70 Rum ve %30 Türkler görev yapacaktı (Polis ve Jandarma da dahil). 2000 kişilik ordunun %60’ı Rum ve %40’ı Türklerden olacaktı. Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme Başkanlıklarına adayla ilgisi olmayan milletlerden tarafsız birisi getirilecekti.
Mart 1959’da İngilizler, ada yönetimindeki yetkilerin önemli bir kısmını bağımsızlığa geçişi hazırlayacak ortak bir komisyona bıraktı. 13 Aralıkta iki toplum ayrı sandıklarda oy kullanarak, Cumhurbaşkanlığına Makarios’u ve Yardımcılığına ise, Dr. Fazıl Küçük’ü seçti. Cumhuriyet ilanından kısa bir süre sonra, iki toplum arasında bazı görüş ayrılıkları belirdi. Makarios, anayasaya göre büyük şehirlerde kurulması gereken bağımsız Türk belediyelere karşı çıktı ve 1 Ocak 1963’ten itibaren belediye hizmetlerinin hükümetce yapılacağını açıkladı. Ada kısa sürede iki toplum arasında çıkacak bir iç savaşın eşiğine geldi.
3.2. 1960 - 1967 Arası Kıbrıs’ta Yaşanılan Olaylar
Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından itibaren Türk toplumunun Rumlarla eşit şartlara sahip olmasını içine sindiremeyerek bunları geri alma planları yapmaya başlamıştır. Ancak Yunanistan’dan gerekli desteği görememeleri ve Türkiye’nin de mevcut düzeni korumadaki kararlılığından ötürü Kıbrıs’taki Rumların Türklere karşı saldırıları, Aralık 1963’e kadar ertelenmiştir. Bu tarihte Rumların özlemle beklediği şartlar: “Türkiye’de İnönü’nün istifası ile koalisyon hükümetinin yıkılmasıve Yunanistan’da ise, Karamanlis’in istifası ile yerine Zurich ve Londra Anlaşmalarına muhalif Papandreu’nun yeni hükümeti kurması” ile oluşuyordu. Bu şartlardan istifade etmeyi amaçlayan Makarios, bir oldu bitti ile Türkler ile Rumların eşit statüsünü bozacak 13 maddelik bir anayasa değişikliği gündeme getirdi. Böylece Türklere karşı Rumların başlatacağı kanlı saldırıların işareti veriliyordu. 20 Aralık’ta Rum polisinin Lefkoşe’de Türklere ateş açması ile başlayan bu saldırılar, kısa zamanda adaya yayıldı. Türkler, bu saldırılara kısıtlı imkan ve silah gücü ile karşı koymaya çalışıyor ve zaman zaman da çok kanlı çatışmalar oluyordu. Rumların, 24 Aralık’ta, Türk Alayı doktorlarından Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ve üç çocuğunu katletmesiyle doruğa çıkan vahşet üzerine (“Kanlı Noel”) Türk savaş uçakları, 25 Aralık’ta Lefkoşe semalarında ihtar uçuşu yaptılar. Kısa bir süre için duruluyor gibi görünen Rum saldırıları, 6 Şubat 1964’te tekrar başladı ve tüm hızıyla bütün adaya yayıldı. Bunun üzerine 60’tan fazla Türk savaş uçağı, Rum mevzilerini bombaladı ve önemli kayıplar verdirdi. Bu müdahaleye rağmen Rum saldırılarının durmaması üzerine, Türk Hava Kuvvetleri 8-9 Ağustos günlerinde daha büyük bir operasyon yaptı. Türkiye’nin bu kararlı tutumu karşısında Makarios, zaman kazanmak amacıyla Rum saldırlarını durdurmuş ve Türkiye’nin tüm şartlarını kabul etmiş gibi gözüktü. Ancak çok geçmeden Makarios, 1 Ocak 1964’ten itibaren Garanti ve İttifak Anlaşmalarını da feshettiğini açıkladı. Ne var ki İngiltere’nin sert müdahalesi karşısında bu isteğinden vazgeçti. Bu gelişmelerden sonra Kıbrıs’ta bir NATO Barış Gücü görevlendirmek istenilmişse de, SSCB ve Makarios’un muhalefeti ile konu 4 Mart 1964 tarih ve S/5575 sayılı karar ile BM Barış Gücü şekline dönüşmüştür, .
BM Barış Gücünün Kıbrıs’ta göreve başlamasından sonra da Rum saldırılarının sürmesi üzerine Türkiye, adaya müdahale etmek istemişse de BM Güvenlik Konseyi’nin 13 Mart 1964’te aldığı bir kararla engellenmiştir. Bu kararın alındığı tarihten üç gün sonra toplanana TBMM ise, gerektiğinde Kıbrıs’a askeri müdahale kararı alır. İnönü Hükümeti’nin Kıbrıs’a kesin müdahale kararı alması üzerine ABD Başkanı Johnson’un, 5 Haziran 1964 tarihli, ültümatom mahiyetindeki meşhur mektubu ile Türkiye’nin müdahalesi önlenmiştir.
Kıbrıs, 1965 - 66 yıllarında, EOKA’nın küçük eylemleri dışında kısmen de olsa sakindi. Ancak konu uluslararası alanda güncelliğini korudu ve yoğun diplomatik temaslar sürdü. Bu diplomatik temaslar çerçevesinde Türk ve Yunan Başbakanları, ayrı ayrı ABD’yi ziyaret etmişler ve temaslarda bulunmuşlardır. Bu görüşmeleri takiben ABD, eski Dışişleri Bakanlarından Acheson’u Kıbrıs sorununa çözüm bulmakla görevlendirmiştir. Daha sonra Acheson tarafından hazırlanan plana göre: “Kıbrıs Yunanistan’a verilmekte, Türkiye’ye Karpas Yarımadasında bir üs ile Meis adası verilmekte, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ait olacak bölgelerindeki Türkler için mahalli otonomi sağlanmakta ve azınlık statüsü tanınmaktadır”. Bu plan, bazı küçük değişikliklerle Türkiye ve Yunanistan tarafından kabul edilmesine rağmen Makarios’un reddetmesi üzerine uygulamaya konamamıştır. Bunun üzerine ABD’nin, Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan arasında paylaşılması fikrini savunduğu bazı yazarlarca belirtilmektedir.
3.3. 1967 Olayları
1967’de meydana gelen olaylar Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çöküşüne ve adada özerk bir Türk yönetiminin kurulmasına yol açtı. Nisan 1967’de askeri darbe yapan ve yönetime el koyan Yunan Cuntası, Türkiye ile Kıbrıs konusunda görüşme ve pazarlık yapmak istedi. Bu maksatla Türk ve Yunan Başbakanlarının 9-10 Eylül 1967’de yaptıkları Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde bir uzlaşma sağlanamdı. Bu arada Ankara’da sürgün olan Rauf Denktaş ve arkadaşlarının Kıbrıs’a dönmeleri üzerine Rumlar tarafından tutuklanmaları, tansiyonu tekrar yükselti. Türkiye’nin sert tepkisi ile Denktaş ve arkadaşları, 12 Kasım’da serbest bırakıldı ve Ankara’ya geri gönderildi.
Bu olayın hemen akabinde 15 Kasım’da Grivas yönetiminde binlerce silahlı Rum, Kıbrıs’ta bulunan tüm Türklerin imhasını amaçlıyan ‘Akritas planını’ tatbik etmek için Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırdı. Bu durum karşısında 16 Kasımda Türkiye’nin Yunanistan’a verdiği ültümaton üzerine Rumlar, işgal ettiği köylerden çekilmiş ve Grivas ile adadaki Yunan gönüllüler de adadan ayrılmıştır. Böylece kararlı Türk diplomasisi, ‘Rum Akritas planını’ bozmuştur.
Bu olaylar, Kıbrısta’taki iki ayrı toplum arasında anlaşma olamayacağını bir kez daha ortaya koydu. Adada 28 Aralık 1967 günü “Geçici Türk Yönetimi” ilan eden Türkler; Başkanlığa Doktor Fazıl Küçük ve Yardımcılığına da Rauf Denktaş’ı getirdiler. Ayrıca Bakanlar Kurulu da oluşturuldu. Bu yönetim, 5 Temmuz 1970 tarihinde yapılan seçimlerden sonra, “Kıbrıs Türk Yönetimi” ismini aldı. Bunu izleyen günlerde Türk ve Rum toplumları arasında ikili görüşmeler başladı ve daha sonra Türk, Yunan ve BM temsilcilerin de katılması ile “Genişletilmiş Toplumlararası Görüşmeler” şeklinde devam etti. Bu esnada Fazıl Küçük’ün Türk Yönetimi Başkanlığı ve Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevlerinden çekilmesi üzerine, 16 Şubat 1973’te, yerine Rauf Denktaş seçildi.
1968 - 69’daki uluslararası destek çabalarında başarısız olan ve Kıbrıs’ı bir diktatör gibi yönetmeye kalkan Makarios, Rum toplumu içinde de itibarını büyük ölçüde kaybetti. Adaya tekrar dönen Grivas’ın terör eylemleri ve Yunan Cuntası’nın tertiplediği suikast girişimlerinin hedefi oldu. 1973’te Grivas’ın ölümü ile rahatlayan Makarios, bu kez karşısında tekrar örgütlenmiş EOKA’yı EOKA-B olarak buldu. Bu örgüt ve Yunan Subayları, Temmuz 1974’te askeri bir darbe ile Kıbrıs’ta yönetime el koydular.
4. 1974 DARBESİ VE KIBRIS’IN TAKSİMİ
4.1. 1974 Darbesi ve Amacı
Enosis’i gerçekleştirme hususunda Makarios ve Yunan Cuntası aynı idealleri paylaşmakla birlikte uygulanacak yöntem konusunda anlaşmazlık içindeydi. Makarios, konuyu zamana yayarak Kıbrıs Türklerini ekonomik açıdan zayıflatmak ve böylece ada dışına göçmelerini sağlamak (örneğin İngiltere) gibi yöntemleri benimserken; Yunan Cuntası ve Kıbrıstaki maşası EOKA, konuyu mümkün olduğunca çabuk ve kestirme yoldan (silah zoruyla) çözmek istiyordu. Makarios ve Yunan Cuntası arasındaki bu ve benzeri konulardaki anlaşmazlıklar, 1973 ve 74 yıllarında oldukça belirginleşti ve sürtüşme vesilesi oldu. Bunun üzerine Yunan Cuntası, Makarios’u Enosis’e giden yolda önemli bir engel olarak gördü ve ortadan kaldırılması için planlar yaptı. Bu amaçla; Yunanlı Subaylar, Rum Milli Muhafız Ordusunun yönetimini ele geçirdi, Grivas yönetiminde EOKA (EOKA-B olarak) tekrar örgütlendi. Nihayet 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta Makarios’a karşı kanlı bir darbe yapıldı ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başına azılı EOKA katili Nikos Sampson getirildi. Makarios, İngilizlerin yardımı ile 16 Temmuz’da ada dışına kaçıp canını zor kurtarırken; binlerce taraftarı darbeciler tarafından öldürüldü. Darbe sonrası Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ismi, “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” olarak değiştirildi , , .
Türkiye, darbe yönetimini kesinlikle tanımayacağını Başbakan Ecevit’in ağzından açıkladı ve arkasından mümkün olabilen tüm diplomatik ve barışcı girişimleri kullanarak önceki statüyü korumak istedi. Bu çabaların bir sonuç vermemesi üzerine Türkiye, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlayan bu darbe karşısında diğer garantör devletlerden birisi olan İngiltere ile ortak hareket etmek istedi. Bu amaçla 18-19 Temmuz tarihlerinde Londra’da İngiliz Başkanı ile görüşen Ecevit, Kıbrıs’a Türkiye ve İngiltere’nin birlikte askeri müdahale etmesini önerdi ise de, İngilizler buna yanaşmadı (Türkiye’yi kararından vazgeçirmek istedi). Bu arada NATO daimi konseyi, 17 Temmuz 1974’te, üyeleri arasında muhtemel bir savaşı önlemek için Kıbrıs’taki Yunan subayların derhal geri çekilmesini öngören bir karar aldı. Diğer taraftan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sisco’nun diplomatik çabaları da bir sonuç vermedi, .
4.2. Kıbrıs Barış Harekatları
Kıbrıs’a askeri müdahale etmemesi için yapılan baskılara karşı Türkiye, “Türk Toplumunun güvenliği için adada Türk askerinin bulunması, Sampson’un değiştirilmesi, Yunan subaylarının çekilmesi, Türk Toplumuna denize çıkışı olan bir bölgenin verilmesi ve adaya giriş çıkışı kontrol edecek bir sistemin kurulması” şartlarını öne sürmüştür. Rum ve Yunanlıların oyalama taktiğine girmesi üzerine Türkiye, 20 Temmuz sabahı Garanti Anlaşmasının 4. maddesinin kendisine verdiği hakka dayanarak Kıbrıs’a, “I. Kıbrıs Barış Harekatı” olarak adlandırılan bir askeri müdahale başlatı. Konu Başbakan Ecevit tarafından saat 03.00’de basına yapılan kısa açıklamada “Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri şu anda Kıbrıs’a çıkmış bulunuyor” şeklindeki bir demeçle ve aynı anda Bayrak Radyosunda konuşan Rauf Denktaş’ın “Bu anda Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’ın her yanından, havadan ve denizden çıkartma yapmaktadır. Gazanız kutlu olsun” ifadeleri ile ilan ediliyordu. Bu durum karşısında Rumlar, iç çatışmalarına son vererek savunmasız Türk Köylerine saldırdı ve bir çok masum sivili katletti.
Üç gün süren bu harekatla Türk birliklerinin Girne ve civarında önemli bir üs elde etmesinden sonra Türkiye, BM Güvenlik Konseyinin çağrısına uyarak 22 Temmuz 1974’te saat 19.00’da ateşkes ilan etti. Ateşkesle birlikte Kıbrıs’ta darbeci Sampson yerini Glofkos Klerides’e; Yunanistanda ise Başbakan Adrocopulos yerini Karamanlis’e bıraktı. Ateşkesten sonra 25-30 Temmuz arası, I. Cenevre görüşmeleri Türk, İngiliz ve Yunan Dışişleri Bakanları arasında yapıldı. 30 Temmuzda imzalanan anlaşma ile, “adada iki otonom yönetimin varlığı, Türk ve Rum birlikleri arasında bir güvenlik bölgesi oluşturma, Rumların işgal ettikleri bölgelerden çekilmesi ve karma köylerdeki Türklerin güvenliğinin BM’ce sağlanması” kabul edilmiştir. Ancak Rumlar, varılan anlaşmaya sadık kalmayarak; işgal ettikleri yerleri boşaltmamış, bazı Türk köylerine saldırarak büyük katliamlar yapmışlar, adaya Yunanistan’dan sürekli asker ve silah nakletmişlerdir. Rum ve Yunanlılar, bir taraftan oyalama taktikleri güderken diğer taraftan da diplomatik faaliyetler ile dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirme çabasındaydı.
10 Ağustosta başlayan II. Cenevre görüşmelerine Türk toplumu adına Denktaş ve Rum toplumu adına Klerides de katıldı. Bu görüşmelerde Türkiye Dışişleri Bakanı Turan Güneş, “Kıbrıs’ın %38’ini kapsayacak federe bir Türk yönetimi kurulmasını” savundu. İngiliz ve Yunan Bakanlar, bu öneriyi reddetmiş ve oyalama taktikleri içine girmişlerdir (askeri hazırlık amacıyla). Görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine 14 Ağustos 1974 sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri, iki yönden doğu ve batıya doğru II. Barış Harekatını başlattı. Üç gün süren bu harekat sonucu Türk birlikleri, Magosa-Lefkoşe-Omorfo hattı boyunca 4 000 km2 büyüklüğünde bir alan (adanın %38’i) ele geçirildi (I. Harekatta 130 km2 alınmıştı). Türk Silahlı Kuvvetleri, BM Güvenlik Konseyi’nin çağrısına uyarak 16 Ağustos saat 16.00’dan itibaren ateşkes ilan etti.
Bu harekatla Türkiye; düşmanın karşı saldırı harekatlarını önledi ve uluslarası politikada daha etkili bir pozisyon kazandı. Adanın tek limanı Magosa ve bütün sahil turizm bölgesi (Turizm merkezi Maraş’ı da kapsayan), önemli bakır ve demir maden yatakları, endüstri bölgeleri ve narenciye bölgelerinin büyük bir kısmı Türklerin eline geçti.
Aralık başında Makarios, adaya döndü. Makarios, ikili görüşmelerde tüm sorumluk Klerides’te şeklinde demeçler verse de perde arkasından bu görüşmeleri çıkmaza soktu.
4.3. Kıbrıs Türk Federe Devleti
18-27 Ocak 1975 tarihleri arası Güneyde kalan Türkler, sığındıkları İngiliz üslerinden ve mağdur kaldıkları köylerden Kuzeye geldiler. Bu durum, yeni bir iskan ve istihtam sorunu oluşturmuştu. Diğer taraftan adadaki iki toplum arasında başlayan görüşmeler, bir müddet olumsuz bir şekilde sürdükten sonra kesilmişti. Bu arada ABD Kongresi, 5 Şubat 1975’te, Kıbrıs konusunda baskı yapmak amacıyla Türkiye’ye askeri ambargo kararı alması, Türkiye ve Kıbrıs Türk Kamuoyunda büyük tepki gördü. Ayrıca 30 Temmuz 1974 Cenevre Anlaşmasının 5. maddesine göre “adada Kıbrıs Rum ve Türk Toplumu” olarak iki otonom yönetimin kabulü, 1 Kasım 1974’te BM Genel Kurulunda alınan kararın 3. ve 4. maddelerinde “adada iki toplumun varlığı ve eşitliğinin” kabulü ve aynı günlerde tüm dünyada “Kıbrıs’ta en uygun çözümün federasyon olduğu” kanaatinin yaygınlaşması, KTFD için uluslararası şartları hazırlamıştı.
Bu şartlar altında demokratik hayata geçme ve eşitlik temelinde bir federasyon Türkler için kaçınılmaz oluyordu. Tüm bu gelişmeler üzerine toplanan otonom Kıbrıs Türk Yönetimi Meclisi, 13 Şubat 1975’te, oybirliği ile aldığı bir kararla “Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD)” kurulduğunu ilan etti. Bu kararla Türkler; iki bölgeli bir federasyonun bir parçası olarak eşit şartlarda insanca yaşamayı amaçlamıştır. Denktaş, 14 Şubat 1975’te Kıbrıs sorununun adada kurulacak ikili bir coğrafi federasyonla çözülebileceğini belirtiyor ve bu amaçla bir anayasa tasarısı öneriyordu. Bu anayasa tasarısı; “iki toplumlu, eşit statülü, demokratik laik ve cumhuriyet esasına dayalı Türk ve Rum federal devletlerinden oluşan bir Kıbrıs Federasyonu” temeline dayanıyordu.
KTFD ilanından sonra Karamanlis-Makarios, sorunu BM Güvenlik Konseyi’ne götürdü. BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs’ta kesilen ikili görüşmelerin Genel Sekreter gözetiminde ada dışında tarafsız bir ülkede yapılmasına karar verdi. Konu hakkında Yunanistan’da bir fikir birliği yokken, Türkiye’de tüm siyasi partiler birlik ve beraberlik örneği gösterdi.
BM Güvenlik Konseyi kararı uyarınca Denktaş ve Klerides, BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim’ın yönetimi altında 28 Nisan 1975’te biraraya geldiler. Bu toplantıda, Lefkoşe Hava alanının BM tarafından onarılması dışında somut bir gelişme kaydedilemedi. Diğer taraftan, 31 Mayıs 1975’te, Yunan Başbakanı Karamanlis ile Türk Başbakanı Demirel, yaptıkları görüşme sonucu Viyana görüşmelerini desteklediklerini belirttiler.
II. Viyana görüşmeleri, 5-7 Haziran 1975’de yapıldı. Burada Klerides, iki toplumun ortak bir geçici hükümet kurmaları fikrine şiddetle karşı çıktı ve Zurich anlaşmasına dönülmesini istedi. Bu öneri, Denktaş tarafından kabul edilmedi ve böylece bir anlaşma sağlanamadı.
4.4. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)
KTFD’nin ilanından sonra da Kıbrıs Rum Toplumu ile ikili görüşmeler sürmüştür. Bu kapsamda; 1977’de Makarios ve Denktaş; 1979’da ise Kiprianu ile Denktaş arasında iki zirve görüşmesi yapılmıştır. Ancak Rumlar, bu görüşmelerde imzaladığı anlaşmalara uymamıştır. İlaveten Rumlar, bir taraftan Türklere amborgo uygularken diğer taraftan tüm uluslararası platformlarda Türkiye ve Federe Devlet aleyhinde karalama ve karar aldırma çabalarını sürdürmüşlerdir. Bu çerçevede BM Güvenlik Konseyi, 13 Mayıs 1983’te aldığı 37/253 sayılı karar Kıbrıs Türkünün sabrını taşırmıştır. Bu karar; Kıbrıs Türklerinin varlığı ve kurucu ortaklığını yok saymakta, eşitliğini reddetmekte, Türk Barış Harekatınıbir istila olarak göstermekte ve Kıbrıs Rum yönetimine yardım çağrısında bulunmaktaydı. Ayrıca Türk Barış Kuvvetlerinin adadan çekilmesi ve tüm göçmenlerin evlerine dönmelerini içeriyordu. Diğer taraftan Rum Kesimi, hem silahlanma ve hem de Yunanistan’dan asker getirme çabaları içindeydi. Böyle bir ortamda “self-determinasyon” hakkını kullanan Kıbrıs Türk Halkı, 15 Kasım 1983’te Federe Meclisten oybirliği ile aldığı karar ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan etti.
KKTC ilan edildikten sonra Türkiye tarafından tanındı. Pakistan ve Bangaldeş gibi bazı dost ülkelerin tanıma girişimleri, ABD baskısı ile engellendi. Rumlar, konuyu bir kez daha BM Güvenlik Konseyine getirdiler (17-18 Kasım 1983). Buradan cumhuriyet ilanını kınayan ve kararın geri alınmasını isteyen bir karar çıkartılar. Rumlar, benzer çabalarını Avrupa Konseyi, Bağlantısızlar Konferansı gibi bazı uluslararası platformlarda da sürdürdü. Türklerin kararlarından dönmemesi üzerine Rumlar, cumhuriyet ilanı geri alınmadıkça Türk tarafı ile görüşme masasına oturmayacaklarını açıkladılar.
Rumlar, tekrar BM’e başvurarak Türkiye ve KKTC’nin 17 Nisan 1984’te karşılıklı büyük elçi atadıkları ve KKTC’inde anayasa halk oylaması ile genel seçimler yapılacağını şikayet ettiler. Bunun üzerine BM Güvenlik Konseyi, “tüm ayrılıkçı girişimleri” kınayan ve karşılıklı elçi atamalarını “yasa dışı ve geçersiz” sayan bir karar aldı. Bu arada iki taraflı görüşmeleri sürdürmek isteyen BM Genel Sekreteri, Rumların aynı masada oturmayacağında diretmesi (Cumhuriyet ilanı geri alınmadan) üzerine, iki tarafı ayrı odalarda bir araya getirmeyi denedi. Üç gün süren bu dolaylı görüşmeler ve Rum tarafının uzlaşmaz tutumu ile, 17 Ocak 1985’te, başarısızlıkla sona erdi. Bu arada 5 Mayıs 1985’te halkoyuna sunulan anayasa %70’in üzerinde bir çoğunlukla evet oyu aldı.
21 Şubat 1988’de Kıbrıs Rum Kesimi Başkanlığını, Kıbrıs sorununa yeni bir boyut getireceğini vaad eden Yorgo Vasiliu kazandı. Bu lider ile Denktaş, 24 Ağustos 1988’de Cenevre’de biraraya geldi. Burada varılan uzlaşma gereği toplumlararası görüşmeler, 15 Eylül 1988’de Lefkoşe’de başladı; daha sonra BM Genel Sekreterinin de katılımı ile New York’ta bir değerlendirme toplantısı yapıldı. Burada varılan mutabakat gereği Lefkoşe’de sürdürülen dolaylı görüşmelerde, Türk tarafıdan sonra Rumlar da 30 Ocak 1989’da yazılı öneriler sundular. Ancak taraflar arası görüşlerde derin farklılıklar olduğundan (Rumlar, garanti hakkının BM gibi uluslararası kuruluşlara verilmesi ve 60 anayasısı benzeri bir yapıya dönülmesini isterken; Türkler, Türkiye’nin etkin garantörlüğü altında iki bölgeli federasyon istiyorlardı) bir sonuç alınamadı.
5. SONUÇ: TÜRKİYE’NİN KIBRIS POLİTİKASI
Türkiye’nin Kıbrıs ve Kıbrıs Türklerine yönelik izlediği dış politikayı, dört ana safhaya ayırmak mümkündür. Bunlar: (a) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile 1950 yılı arası dönem (İngiliz koloni yönetimi), (b) 1950 - 1960 arası dönem (İngiliz yönetiminden ayrılma çabaları), (c) 1960 - 1974 arası dönem (Kıbrıs Cumhuriyeti) ve (d) 1974 sonrası dönemi (Adanın taksimi) olarak belirtilebilir.
Türk Milli Mücadelesinin nihai hedefi olan Misak-ı Milli sınırları içinde Kıbrıs bulunmuyordu. Ayrıca Türkiye, Lozan Antlaşması ile Kıbrıs’ın İngiliz egemenliğine geçmiş olduğunu ve ada üzerinde herhangi bir hak talep etmiyeceğini kabul ediyordu. Böylece Türkiye, II. Dünya Savaşı sonuna kadar Kıbrıs’la ilgili İngiltere ve Yunanistan ile bir sorun çıkartmamaya özen göstermiş; sadece adadaki gelişmeleri uzaktan izlemiştir.
Türkiye, 1950 yılından itibaren çok önemli bazı iç ve dış siyasi gelişmelere sahne olmuştur. 1946’da çok partili hayata geçen ülkede yeni bir parti olan DP, 1950’de iktidara gelmiş; kısa bir süre sonrada (1952) NATO savunma ittifakına girilmiştir. Bu esnada Kıbrıs’taki Rum toplumu ile Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması konusunda büyük ortak gayretleri gözlenmektedir. 1950-60 yılları arasındaki Türkiye’nin benimsediği Kıbrıs politikası, değişik üç dönemde farklı üç temaya dayanmaktadır. Bunlar:
(a) 1950-55 arası dönemde ‘mevcut statüyü koruma’. Bu dönemde Türk hariciyesi, Kıbrıs’taki İngiliz koloni yönetiminin korunması; şayet bu statüde bir değişiklik olacaksa bunda Türkiye’nin de söz sahibi olması fikrini benimsemiştir. Genelde takip edilen politikalar, İngiliz hariciyesinin paralelinde ve tesiri altında tezahür etmiştir.
(b) 1956-58 arası dönemde ‘taksim tezi’. Bu dönemde Türk hükümeti, bazı iç ve dış faktörlerin etkisi altında Kıbrıs adasının Türk ve Rum toplumları arasında taksim edilmesi politikasını işlemiştir. Anılan iç faktörler, kamuoyu baskısı; dış faktörler ise, İngilizlerin tutumudur (ayrıca ABD ve Yunanistan’da da konunun o yıllarda dolaştığı belirtilmektedir).
(c) 1958-60 arası dönemde ‘bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’. Kıbrıs yüzünden Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaş çıkması ile bölgedeki NATO gücünün zayıflaması ve Sovyet nüfuzunun artması ihtimalini doğurmuştur. Bu nedenden ABD ve İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’a baskı yaparak Kıbrıs’ta eşit statülü iki halktan oluşan bağımısız bir devlet kurma fikrini empoze etmişlerdir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta bağımsız bir devlet kurulması fikrini benimsemesinde, içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntıların giderilmesinde katkıda bulunacak dış mali yardımların bu şarta bağlanması da etken olmuştur. Bu dönemde kabul edilen ‘Kıbrıs’a bağımsızlık’ politikası bir önceki dönemdeki ‘taksim tezi’ (veya bu tezin kamuoyunca benimsenmesi) ile tezat teşkil etmektedir.
1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetin’de Türkler, büyük ortak Rumlar ile görünürde eşit statülü rol almışlardır. Ancak Rumlar ve Yunanistan’ın Enosis hülyaları hiçbir zaman değişmediğinden, Kıbrıs’daki Rum yöneticilerinin ayırım ve baskı politikalarına, Yunanistan menşeyli Rum terör örgütlerinin de saldırı ve katliamlarına maruz kalmışlardır. 1960-74 arası Türkiye’nin Kıbrıs politikası, adadaki soydaşlarını Rum baskı ve saldırılarına karşı korumak (garantör devlet sıfatı ile) şeklinde olmuştur. Türkiye genellikle diplomatik yolları tercih etse de bunun fayda sağlamaması üzerine bazan da geçte olsa geçici askeri tedbirler almak durumunda kalmıştır. Adadaki Türklere, yeterli askeri malzeme yardımı yapmadığı gibi Yunanistan’ın bu konudaki aşırı çabalarını sadece diplomatik yöntemlerle önlemeye çalışmış ve bunda da genelde başarısız olmuştur. 1964’lü yıllarda Kıbrıs’a kalıcı Türk askeri müdahalesi (çıkartma) gündeme geldi ise de, ABD baskısı ve yeterli askeri hazırlıkların bulunmamasından ötürü gerçekleştirilememiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde Türkiye’nin adaya yönelik politikası genelde “bekle, Rumlar Türk’lere saldırsın, diplomatik girişimlerle bu saldırıları önlemeye çalış, Rumlar saldırılarını daha da artırsın ve en sonunda Türk kamuoyu baskısı altında sınırlı bir hava harekatı yap” (bir savunma politikası) şeklinde tezahür etmiştir.
Kıbrıs’ta yaşanılan olaylar, Yunan tezgahlı Temmuz 1974 darbesi ile yeni bir döneme girdi. Türkiye, bu gelişmeler karşısında ya buna seyirci kalacak - ki böylece Enosis’in gerçekleşmesine resmen izin vermiş olacak - ya da bütün riskleri göze alarak duruma kesin bir müdahalede bulunacaktı. İkinci yolu seçmekten başka hiçbir alternatifi bulunmayan Türkiye, önce Kıbrıs’a İngiltere ile birlikte bir askeri müdahale yapmayı denedi. Ancak İngilizlerin buna yanaşmaması üzerine, Kıbrıs’a tek başına bir askeri müdahale (I. Barış Harekatı) başlattı. Bu harekatla Girne ve civarında önemli bir üs elde eden Türkiye, Kıbrıslı Rumlara, Yunanistan’a ve bütün dünyaya Kıbrıs’taki haklarından vazgeçmediğini ve bunun için savaşı göze aldığı mesajını veriyor, BM çağrısına uyarak kabul ettiği ateşkes ile konuyu barışçı ve diplomatik yollarla çözmeyi tercih ettiğini gösteriyor, diğer taraftan da tedbiri elden bırakmayarak bu ateşkes süresinde gerekli askeri ikmal ve hazırlıkları yapıyordu. Ateşkes sonrası diplomatik görüşmelerin bir sonuç vermemesi üzerine Türkiye, insiyatifi elden bırakmayarak düzenlediği II. Barış Harekatı ile adanın kuzey kısmını aldı. Böylece daha önceleri dile getirilen ‘taksim tezi’ fiilen gerçekleşmiş oluyordu. Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesi sonrası Kıbrıs Rum toplumu ve Yunanistan, konuyu sürekli milletlerarasıplatformlara taşıyarak tarihsel alışkanlıkları olan batıdan destek bulma ve Türkiye üzerine siyası baskı politikalarını sürdürdüler. Zaman zaman başarılı olan bu Rum-Yunan taktiği karşısında Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu, bir taraftan iki taraflı iki toplumlu bir federasyon fikrini savunurken diğer taraftan da uluslararası baskı ve/veya Kıbrıs’lı Rumların çeşitli adımlarına göre yeni kararlar aldılar. Bu kapsamda Kıbrıs Otonom Türk Yönetimi, önce Kıbrıs Türk Federe Devleti ve arkasındanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne dönüştü. Son zamanlarda Kıbrıs Rum halkının almış olduğu iki yeni karar konuya yepyeni bir boyut kazandıracak mahiyettedir. Bu kararlar: Kıbrıs Rum Bölgesinin AB’ne girme girişimleri ve Rumların Rus SS füzeleri alarak topraklarına yerleştirme çabasıdır. Kıbrıs Rum Bölgesinin AB’ne üye olması, bir taraftan Yunanistan açısından Enosis’in gerçekleşmesi anlamına gelmekte iken; diğer taraftan Kıbrıs sorunun taraflarından birisinin birleşik Avrupa devletleri olacağı manasındadır. Böyle bir gelişmeye seyirci ve sessiz kalamayacağını açıklayan Türkiye ve KKTC, bu durumun gerçekleşmesi halinde Kıbrıs Türk Bölgesinin de Türkiye ile birleşeceğini ve bütünleşeğini ilan etmişlerdir. Rumların yerleştireceği Rus SS füzeleri, KKTC’nin olduğu kadar Türkiye’nin de güvenlik ve savunmasını oldukça önemli etkileyebilecek mahiyettedir. Türkiye, bu konuda füzelerin mevzileneceği yerde vurulması da dahil her türlü tedbiri alacağını resmen açıklamıştır.
Load disqus comments

0 Yorumlarınız