Albinizm Nedir?

Deride, saçlarda ve gözlerde buraların normal rengini veren boya maddesinin irsi olarak yokluğu. 20.000'de bir insanda görülür.

Genel albinizmde deride pigment (boya maddesi melanin) yoktur. Saçlar kar beyazdır. Gözün irisi pembe, tam ortadaki papilla kırmızıdır. Astigmatizma ve ışıktan korkma bunlarda çok olur. Zeka ve fiziki bakımdan gerilik bu hastalığa eşlik edebilir.

Sebep: Derinin boya hücreleri olan melanositlerin melanin boyasını üretememeleridir. Bunun da tirozinaz enziminin irsi yokluğundan kaynaklandığına inanılmaktadır.

Tedavisi: Boya hücrelerinden, tirozinaz enziminin üretilmesi için bir yol bulunmadıkça tedavi edilmesi mümkün olamayacaktır. Bu arada güneş ışığından kaçınmak ve göz hastalıkları için doktor kontrolünde olmak bir çok zorluğu ortadan kaldıracaktır.

Albinizmle alakalı, iki cilt hastalığı daha vardır. Bunlar kısmi albinizm ve vitiligodur. Kısmi albinizmde beyaz odaklar olur. Vitiligoda, vücudun çeşitli bölgelerinde renk yoktur. Nüfusun yüzde biri ile üçünü etkiler. Bu beyaz alanlar değişik büyüklükte olup, koyu boyalı kenarları vardır. Tekrar çok nadiren renklenebilir.
Read more

AlCl3 + 3K(Hg) fi 3KCl + Al (Hg) Nedir? Özellikleri

Özellikleri: Saf alüminyum gümüş gibi beyaz-parlak, (hava ile temasta hemen oksidlenerek matlaşır) yumuşak ve dayanıksızdır. Buna karşılık diğer elementlerin az miktarları ile yaptığı alaşımları sert ve dayanıklıdır. Alüminyum alaşımları işlenebilir, dövülebilir, kaynakla eklenebilir, üzerine cila ve boya yapılabilir. Yüzeyinde meydana gelen oksit tabakası koruyucu görevi yapar. Bu oksidin kalınlığı 2,5.10-5 milimetreden daha az olduğu halde çok kuvvetli koruyucudur. Bu oksid tabakası, eritildiği zaman daha da kalınlaşır ve erimiş haldeki alüminyum metalini dahi korur. Yani metalin daha ileri oksidasyonuna (yanmasına) mani olur. Bu sebepten ince alüminyum varakı, hidrojen alevinde bile yakmak mümkün değildir. Alüminyum oksijen hamlacı ile de bu koruyucu oksid sebebiyle kesilemez.

Alüminyum mağnetik değildir, elektrik ve ısı iletme özelliğine sahiptir. Çoğu kimyasal maddelere ve bazı asitlere karşı dayanıklı olmasına rağmen hidroklorik aside ve alkalilere karşı çok aktiftir. Yüzeyindeki alüminyum oksit halindeki film tabakası alkali ortamda çözünmektedir. Alüminyumun oksijenle birleşmesi esnasında yüksek miktarda ısı açığa çıkar. İnce toz alüminyum kafi miktarda oksijen ile karıştırılırsa patlayıcı bir karışım elde edilir.

Tabiatta bulunuşu:Alüminyum, alüminyum silikat halinde korkayaçlarda, feldisplatlarda, feldispatotitlerde ve mikalarda, tunçların parçalanmasıyla teşekkül eden killi topraklarda, boksitte ve demirce zengin lateritte bulunur. En mühim alüminyum cevheri olan boksitte % 52 nispetinde alüminyum oksit bulunur. Boksit kayaçları fiziksel görünüm açısından bileşime bağlı olarak büyük farklılıklar gösterir. Sarımsı beyazdan griye veya pempeden koyu kırmızıya kadar değişen renklerde ve kilden kayaca kadar değişen biçimlerde olabilir. Hemen hemen her kıtada boksit minerali blunmuştur. ABD, Avustralya, Hindistan, Endonezya, Malezya, Çin, Sovyetler Birliği, Gana, Yunanistan, Yugoslavya, Macaristan, İtalya ve Fransa’da büyük boksit mineralleri mevcuttur. Metalik alüminyum elde edilmesi için ancak % 45 veya daha büyük oranda alüminyum oksit ihtiva eden toprağımsı boksit cevherleri elverişlidir. Yüzde 40-60 nispetinde alumina ihtiva eden gibsit ve böhmit adlı iki mineral, günümüzde ekonomik açıdan işlenmeye değer görülmektedir.

Boksit dışında başka alumina kaynakları da mevcuttur. Bunların başlıcaları alumina killeri, davsonit, alunit, alüminyum ihtiva eden kiltaşları, korkayaçlar ve saprolit ile sillimanit mineralleridir. Doğu Avrupa ülkeleri boksit dışındaki cevherlerden faydalanma yoluna gitmişlerdir.

Madencilikte kullanılan boksit bugüne kadar büyük ölçüde yüzeyde veya yüzeye yakın katmanlarda bulunmuştur. Dolayısıyla, cevheri saran ince toprak ve kayaç katmanlarının kaldırılması dışında bir işlem gerektirmeyen açık kuyulardan çıkartılır.

Alüminyumu bileşikleri halinde ihtiva eden ve endüstriyel öneme sahip Turkuaz, Al2(OH)3 PO4.H2O, kriyolit (buztaşı), Na33AlF6, zımpara taşı, Al2O3 (saf olmayan), korendon, Al2O3, kaolin, Al2O3.2SiO2.2H2O önemli minerallerindendir.

Elde edilişi: Alüminyumun çok çeşitli mineralleri olmasına karşılık, dünya alüminyum üretiminin hemen hemen tamamı boksit minerallerinden sağlanır.

Saf alüminyumun eldesi için iki kademeli işlem yapılmaktadır. Birinci işlem boksit filizinin içindeki demir ve silisin Bayer metoduna göre arıtılmasıdır. Bunun için alüminyumun amfoter özelliğinden faydalanılır. Ham boksit sıcak NaOH çözeltisi ile muamele edilir. Alüminyum oksit alüminat iyonu Al(OH)4, ayrıca silisyum oksid de silikat iyonu vererek çözeltiye geçer. Çözeltideki alüminat ilave edilen alüminyum hidroksit kristali ile aşılanarak alüminyum hidroksit halinde çöktürülür.

Buradan alınan çökelti yıkanır ve 1093 °C’de ısıtılarak suyu alınır. Beyaz alüminyum oksit tozu (alümin) elde edilir.

İkinci işlem saflaştırılmış olan alüminyum oksidin (alümin) Hall Heroult metoduna göre 1000 °C sıcaklıkta ergimiş kriyolit (sodyum alüminyum florür) banyosunda çözülerek bir doğru akım etkisinde bırakılmasıdır. Bu işlemde 750 kg alüminyum elde etmek için (100.000 amperlik akım uygulanır) 750 kg grafit elektrot harcanır.

Bileşikleri: Normal şartlarda alüminyum, bileşiklerinde +3 değerliklidir. Ancak yüksek sıcaklıklarda alüminyumun +1 veya +2 değerlikli olduğu gaz bileşikler de elde edilmiştir.

Alüminyum bileşiklerinin birçoğu sanayide önemli kullanım alanlarına sahiptir. Alüminyum üretiminin yanısıra yalıtkanların, bujilerin ve daha pekçok ürünün yapımında da kullanılan alumina, ısıtıldığında su buharını yüze tutmasını sağlayan gözenekli bir yapı kazanır. Alüminyum oksitin, ticari adı aktifleştirilmiş alumina olan bu türü, gazların ve kimi sıvıların suyunun alınmasında kulanılır; birçok kimyasal proseste katalizör taşıyıcısı olarak görev yapar.

Önemli diğer bir alüminyum bileşiği alüminyum sülfattır. Bu bileşik sülfürik asitin hidratlı alüminyum oksite etki ettirilmesiyle elde edilen renksiz bir tuzdur. Kağıt yapımında, boya tutkalı ve yüzey astarı olarak yaygın biçimde kullanılır; tek değerlikli metallerin sülfatlarıyla birleşir ve şap olarak bilinen hidratlı çift sülfatları meydana getirir. En mühim olanı, potasyum şapı veya kısaca potas şapı olarak bilinen potasyum alüminyum sülfattır KAl(SO4) 12H2O. Bu çift tuzlar başta ilaç, takstil ve boya üretimi olmak üzere geniş bir kullanım alanına sahiptirler.

Eritilmiş alüminyumun gaz halindeki klorla tepkimesi sonucunda meydana gelen alüminyum klorür (AlCl3), Friedel-Craft tepkimelerinde katalizör olarak kullanılarak pekçok değerli organik bileşiğin sentezinde yer alır. Yaygın adı alüminyum hidroklorür olan AlCl3H2O bileşiğinden, derideki gözenekleri sıkıştırma özelliğinden dolayı lokal ter önleyici veya deodorant olarak faydalanılır. Alüminyum hidroksit, Al(OH)3, su geçirmez kumaş yapımında alüminatlarla birlikte çeşitli alüminyum bileşiklerinin elde edilmesinde kullanılır. Alüminyumun hidrojenle meydana getirdiği alüminyum hidrür, AlH3, önemli bir indirgen olarak tetrahidro alüminatların elde edilmesinde faydalanılan polimerize bir katıdır. Lityum alüminyum hidrür, LiAlH4, bileşiği ile organik kimyada mühim bir kullanım alanına sahiptir. Mesela aldehit ve ketonların alkollere indirgenmesinde bu bileşikten faydalanılır.

Alaşımları ve kullanıldığı yerler: Dur alüminyum, alüminyumun önemli alaşımlarındandır. % 4,5 bakır, % 1,5 mağnezyum, % 0,6 mangan ihtiva eder. Makina parçaları yapımında kullanılır.

Alüminyum çeliği: % 5 alüminyum bulunan bir çelik türüdür. Dinamo ve transformatör yapımında kullanılır.

Alüminyum bronzu : % 10 alüminyum, % 90 bakır ihtiva eder. Gemi ve makina yapımında kullanılır.

Alüminyum-mağnezyum alaşımı % 5 mağnezyum ihtiva eden bir alaşımdır.

Alüminyumun kaolen, feldispat gibi mineralleri seramik, porselen, çimento sanayiinin temel maddeleridir.

Elmastan sonra gelen en sert mineral korendon (Al2O3)dur. Korendonun içinde krom bulunursa yakut, kobalt bulunursa safir ve akvamarin meydana gelir. Bu taşların değeri berraklıkları ve renklerinin yoğunluğu ile artarak elmas değerine ulaşır.

Tren rayları, ağır makina manivelaları gibi ağır iş gören kısımların çatlak ve kırıkları alüminyum kaynağı ile tamir edilir. Alüminyum kaynağı toz halindeki alüminyum ve demir oksidin karıştırılarak yüksek sıcaklığa maruz bırakılmasıyla elde edilir.

Alüminyum ençok taşımacılık ve mimaride kullanılmaktadır. Uçak kanatları ve gövdesi, vagon, otomobil karoseri ve küçük deniz araçları yapımında yaygın olarak kullanılır.

Alüminyum ayrıca alaşım dökümleri, silindir başları, yağ tavaları ve çeşitli motorlarda kullanılır.

Günümüzde Fransızların, boksidi, bir ark fırınında karbon etkisiyle işleyerek elde ettikleri alüminyum daha ucuza mal olmaktadır.

Dünya alüminyum üretiminde ABD % 45 ile başta gelmektedir. Onu Sovyetler Birliği % 10, Japonya % 9, Almanya % 7, Fransa % 4.5 ile takip etmektedir.

Alüminyum tuncu: Yüzde 4 ila 5 arasındaki bir nispette ve daha az miktarlarda başka metalleri de ihtiva eden bakır esaslı alaşım. Korrozyona karşı dayanıklı olan alüminyum tuncu pek çok makina parçasının ve aletin yapımında kullanılır. Altını andıran görünümü ve kararmaya karşı direnci sebebiyle kuyumculuk ve mimaride de kullanım alanına sahiptir. Yüksek sıcaklıklarda yükseltgenmeye ve bilhassa seyreltik asitlerce korrozyona mukavim olması sebebiyle, asitle temizleme donanımlarında ve seyreltik asitle teması gerektiren işlerde de emniyetle kullanılır. Yumuşak çelikle karıştırılabilecek dayanıklılıkta olması sebebiyle, kağıt yapım makinaları, bağlantı vidaları, ağır hizmet dişli çarkları, metal biçimlendirme kalıpları, makina yatakları vb. teçhizatta kullanılır. Metalik ark işlemiyle kaynaklanmaya ve özel eritcilerle lehimlenmeye müsaittir.

Alüminyum tuncunun, alüminyum muhteviyatı yüzde 8’e kadar olanları, soğuk çekmeyle, kimya tesislerinde ve yağ arıtımevlerinde kullanılan basınç kazanlarının ve ısı değiştiricilerin yapımında faydalanılmak üzere boru veya levha biçiminde çekilebilir. Yüzde 8’den fazla alüminyum ihtiva eden alaşımlarda demir ve mangan da bulunabilir. Soğuk çekme işlemine yatkınlığı az olan bu alaşımlar, sıcak çekme, kalıptan geçirme ve dövmeye elverişlidir. Bu alaşımların nikelli olanları sağlamlık ve korrozyona dayanıklıklıkları gibi özellikleri dolayısıyla gaz türbinlerinin kompresör paletlerinde kullanılır. Yüzde 10 civarında alüminyum ihtiva eden alaşımlar gemi pervaneleri gibi birçok sağlam malzemenin üretiminde kullanılır.
Read more

Albüminüri Nedir? Albüminüri Hastalık Mıdır ?

İdrarda albümin bulunması. İdrarın bulanık, zaman zaman kanlı olması ve sancı ile çıkması; böbreklerde iltihabın olduğunu gösterir. Hastanın ayakları şişer, şiş yerlere parmakla basıldığında iz kalır. Bu iz hemen kaybolmaz. Albüminüri şüphesi bulunan hastanın idrarı cam hunideki pamuktan süzülür. Deney tüpünün yarısına kadar süzülmüş idrar konur. Üzerine, beşte biri kadar, koyu tuzlu su konur. Çalkalayıp, yukarı kısmı ısıtılır.

Tüpteki ısıtılan karışım bulanmazsa bir şey yok demektir. Bir kaç damla asit konup tekrar ısıtıldığında yine bulanmadığı görülür.

Isıtıldığında bulanırsa, bir damla asetik asid (sirke ruhu) konur. Bulanıklık tekrar erirse, yirmide bir sulu nitrat asidi (HNO3) damlatılıp ısıtılır. Tekrar bulanırsa, aseto-solübl albümin var demektir. Bulanmazsa, önceki bulanıklığın fosfat olduğu anlaşılır.

Asetik asit damlatılınca, bulanıklık erimezse, albümin var demektir.

Sağlam insan idrarında da, yorgunluk ve başka sebeplerle albümin bulunabilir. Albümin bulunan kimsenin böbreklerini kontrol etmek lazımdır. Bunun için idrarda silendir ve kan serumunda üre aranır.

Ateşli hasta yalnız süt ile idrar söken sıvılar içmelidir. Tuz ve fazla su hastaya verilmez. Zira bunlar böbrekleri yorar. Hastanın ayağındaki şişler inmeden, ateşi düşmeden yemek verilmez. Bunlar kalmayınca önce günde bir litre süt verilir. Sonra muhallebi ve tuzsuz ekmeğe başlanır. Daha sonra patates haşlaması ve sütlaç verilir.
Read more

Alaşım Nedir? Alaşım Özellikleri

Bileşik veya çözelti halinde iki yahut daha fazla elementten meydana gelmiş metal niteliğinde madde. Alaşımların bileşimine giren elementler ekseriya metaldir. Bunun yanında az sayıdaki bir çok ametal alaşımın bileşiminde bulunur. Mesela çeliğin en önemli elemanlarından biri olan karbon bir ametaldir. Bundan başka alaşımların yapısında azot, oksijen ve kükürt gibi ametaller de az miktarda yer alırlar. Alaşımlar metallere iletkenlik, esneklik, dayanıklılık vs. gibi daha iyi özellikler kazandırmak amacıyla yapılır.

Alaşımların hazırlanmasında en yaygın metod, alaşımı meydana getiren elementlerin bir arada eritilip uygun şekilde soğutulmasıdır. Alaşımların çok azı, metallerin cevherlerinden elde edilmeleri esnasında hazırlanabilir (ferrokrom gibi). Sanayide kullanılan maddelerin çoğu birer alaşımdır. Alaşımlar iki grupta toplanır:

1. Demir alaşımları (Çelikler) : Bu alaşımlar çok önemlidir. Çeliklerde % 2’den az karbon bulunur. Pik ve işlenebilir demirlerde ağırlık olarak karbon oranı, % 2 ile % 5 arasında değişir. Çeliklere, karbondan başka ihtiva ettiği maddelere bağlı olarak özel isimler verilir. En çok kullanılan paslanmaz çelikler % 18 krom, % 8 nikel ihtiva ederler (Bkz. Demir, Çelik).

2. Demirsiz alaşımlar: Bu alaşımların esasını bakır teşkil eder. Bakır oranı % 57 ile % 70 arasında değişir. Bronz, pirinç bu tür alaşımlardandır. Kalay, kurşun ve alüminyum metallerinin alaşımları çok kullanılır. Alüminyum alaşımları hafif olmaları sebebiyle uçak sanayiinde büyük önem taşır. Altın, gümüş, platin gibi değerli metallerin meydana getirdiği alaşımlar ise özel bir önem taşır.

Kolay eriyen alaşımlar deyimi, erime noktası kalayınkinden (232°C'den) daha düşük olan alaşımlar için kullanılır. Bu tür alaşımların çoğu, erime noktaları düşük olan kalay, kurşun ve bizmut gibi metallerin karışımıdır. Kolay eriyen alaşımlar ateşin sıcaklığı ile harekete geçip otomatik olarak su püskürten yangın emniyet sistemlerinde ve metallerin lehimlenmesinde yaygın olarak kullanılır.
Read more

Alaiye Beyleri Nedir?

Alaiye’nin (Alanya), Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Alaeddin Keykubat tarafından fethinden sonra, 1293-1471 yılları arasında burada hakimiyet sürmüş olan beylere verilen ad. Alaiye beyleri, önce Karamanoğullarına, sonra da Memluklere bağlı kaldıklarından, beylik olarak kaydolunmamıştır.

Anadolu Selçuklularının son zamanlarında, Alaiye’yi Karamanoğulları zaptettiler. 1293 senesinde Kıbrıs Kralı Alaiye’ye asker çıkardı. Bunun üzerine Karamanoğlu Mecdüddin Mahmud Bey, Memluk Sultanı Melik Eşref Selahaddin adına hutbe okutmak suretiyle tehlikeyi atlattı. Alaiye, 1427 senesinde Karamanoğulları tarafından beş bin altın mukabilinde Memluk Devletine satıldı. Bundan sonra Alaiye, memluk sultanının yüksek hakimiyetini tanımak suretiyle Karamanoğlu Mahmud Beyin torunları tarafından idare edildi.

İlk Alaiye beyi, Savcı bin Şemseddin Mehmed’dir. Emir Savcı’dan sonra yerine oğlu Emir-i azam Karaman bin Savcı, Alaiye beyi oldu. Bu da babası gibi Memluk sultanının himayesindeydi.

Lütfi Bey, kardeşi Emir Savcı’yı öldürüp Alaiye beyi oldu. Lütfi Bey de Karamanoğulları tehlikesine karşı Memluk hakimiyetini tanıdı.

Lütfi Bey, Karamanoğullarının sık sık devam eden taarruzlarından bıkıp, Osmanlıların yardımını sağlamak için, kızkardeşini, vezir-i azam Rum Mehmed Paşa ile evlendirdi.

Lütfi Bey, vefat edince, yerine kardeşi Ali Beyin oğlu Kılıç Aslan, Alaiye Beyi oldu. Kılıç Aslan, Osmanlıların, Karamanoğullarının topraklarını fethe başladıklarından, Karamanoğullarının taarruzlarından kurtuldu. Fakat Gedik Ahmet Paşa tarafından Alaiye muhasara edilince, Kılıç Aslan, şehri kendi isteği ile teslim etti. Fatih Sultan Mehmed, Kılıç Aslan’a Gümülcine sancağını dirlik olarak verdi. Böylece Alaiye Beyliği sona erdi 1471 (H. 876).

On dördüncü asırda Alaiye’de gemi yapan tezgahlar vardı. Kereste ihracatı en önemli ticaret geliri idi. Güney Anadolu, Mısır, Rodos ve diğer memleketlerle ticari münasebeti bulunan Alaiye, Antalya’dan sonra en zengin ve en işlek bir pazar yeri idi. Bundan dolayı Alaiye beyleri ve halkının mali durumları gayet iyi idi.
Read more

Alacahöyük Nerededir? Alacahöyük Tarihi

Çorum’a bağlı Alaca ilçesinin kuzeybatısında yer alan höyük. Önemli Hitit merkezlerinden olan bu höyük, 310 m genişliğinde 20 m yüksekliğindedir. Çok eski devirlerin önemli doğu - batı yolu üzerindedir.

İlk olarak 1835’de W.G. Hamilton tarafından gezilen Alacahöyük, o zamandan beri çeşitli araştırma ve kazılarla hakkında bilgi edinilmeye çalışılan bir yerdi. Buradaki kazılar esaslı olarak 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına yapılmaya başlandı. Bu araştırmaların neticesinde höyükte, dört kültür çağı ve on dört yapı katı tesbit edildi.

Birinci kültür çağı denilen dönem M.Ö. 3200 - 2600 yıllarını içine alır. Bu kültür çağına ait olan höyükte kerpiç, kamış, ince ağaç dallarından yapılmış evlerin kalıntıları ile mezarlar ve çanak çömlek bulundu.

İkinci kültür çağının dönemi ise, M.Ö. 2500 - 2100 büyük bir yangın neticesinde ortadan kalkmıştır. Burada sadece on dört kral mezarı bulunabilmiştir.

Üçüncü kültür çağı olan devre, M.Ö. 2000-1200 yıllarına rastlamakta olup, Hititlere aittir. Bu devrede dört yapı katı göze çarpar.

Eski Hitit çağına rastlayan yapı katında temel taşları ufaktır.

Evler, bakır çağının son yapıları yakılıp yıkıldıktan sonra kurulmuştur. Evlerin kiler ve fırınları arasında bulunan sokaklar, eski Hitit çağının şehircilik sistemi yönünden bir fikir verir. Orta Hitit çağında bir tapınak meydana çıkarılmıştır. Ayrıca şehrin büyük kanalizasyonu, sokakları, kaldırımları ve özel evleri bu çağdaki gelişmeleri iyice ortaya koyar.

Büyük Hitit çağının ilk devresi, çift kapılı Hitit tapınağı veya sarayı ile meşhurdur. Bu tapınakta; üstü açık bir avlu, avluyu çevreleyen salonlar, odalar, taş tabanları yerinde bulunan çift sıra sütunlar ve heykel tabanı bulunmakta olup, bunlar Hitit dini yapılarının özelliğini taşıyan kalıntılardır. Büyük Hitit çağının ikinci devresine ait olarak ise sfenksli kapı ortaya çıkarılmıştır. Kapının sağ ve sol tarafı kabartmalarla tezyin edilmiştir. Bu kapı şimdi Ankara müzesine getirilmiştir. Yine bu devrede Alacahöyük; çanak, çömlek, bakır, tunç, kurşun ve altın araçlar, küçük figürler gibi ele geçen eserlerle küçük san’atlar bakımından da gelişmiş olduğunu sergilemiştir.

Dördüncü kültür çağı yani son kültür çağında Alacahöyük; Frigler ile Osmanlılar ve bunların arasındaki medeniyetlere sahne olmuştur. Friglere ait önemli eserler olmamakla beraber, bunları takib eden medeniyetlere ait binalar, çanak, çömlek, para vs. gibi eserler, yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.

Arkeolojik bakımdan önem kazanan Alacahöyük’te yapılan kazılar neticesinde bulunan eserler bugün orada yapılmış olan müzede sergilenmektedir.
Read more

Akümülatör Nedir? Özellikleri Nelerdir?

Elektrik enerjisini kimyevi enerjiye çevirerek depolayan ve depolanan kimyevi enerjiyi istendiğinde elektrik enerjisi olarak dışarı verebilen araç. Akümülatöre “akü” de denir. Pratikte kullanılan aküler başlıca iki kısma ayrılır: Asitli (kurşunlu) ve bazlı (demir-nikelli) akü.

Asitli aküler : İlk olarak 1859’da yapılmıştır. Bugün hala kullanılmaktadır. Dolmuş (şarjlı) durumdayken, pozitif elektrot (PbO2), negatif elektrot ise saf kurşundan ibarettir. Her iki elektrodun içine daldırıldığı elektrolit denen sıvı seyreltilmiş sülfirik asit (H2SO4) eriyiğidir. Akünün dış kabı ise kurşunla kaplanmış tahtadan, camdan veya bakalittendir. Pozitif elektrot koyu kahverengi; negatif elektrot ise gri renktedir. Pozitif elektrod, yüzeyi arttırmak için birbirine bağlı düşey ve yatay kaburgalardan meydana gelen levhalar halindedir. Bu levhalar formasyon denen işlemle PbO2 tabakası ile kaplanır. Negatif elektrod ise hücrelerine hamur halinde PbO doldurulmuş ızgara şeklindedir. İlk doldurma esnasında PbO, hidrojen iyonları sebebiyle gözenekli Pb haline gelir. Levha sayısı çok olduğu zaman (+) ve (-) levhalar kendi aralarında paralel olarak bağlanır. Dış tarafta negatif elektrod bulunması için negatif levha sayısı bir fazla alınır. Levhalar arasına seperatör denen kağıt veya plastik levhalar konularak levhaların aralığı muhafaza edilir ve birbirleriyle teması önlenir. Akülerin doldurulması ve boşaltılması hallerinde meydana gelen reaksiyonlar genel olarak şöyle gösterilir:

Pb+PbO2+2H2SO4 ¾® 2PbSO4+2H2O

¬¾

Boşalma (deşarj) esnasında reaksiyon sağa doğru, dolma (şarj) esnasında ise sola doğru meydana gelir.

Boşalma durumunda elektrodların ikisi de sülfat haline geçerler. Sülfirikasit eriyiğinin konsantrasyonu azalır. Dolma esnasında ise eriyiğin konsantrasyonu artar; yani su azalır. Dolayısıyle yoğunluk artar Dolma ve boşalma esnasındaki konsantrasyon dolayısıyla özgül ağırlıktaki değişme, akünün yük durumunu tespit etmekte kullanılır. Bu maksatla özgül ağırlık areometre ile kontrol edilir. Asit ne kadar hafifse, areometre o kadar derine batar. Dolmuş aküde yoğunluk, takriben 1,2 gr/cm3 civarında olmalıdır. Boşalan aküde ise 1,16 gr/cm3den daha düşük olmamalıdır.

Bir kurşunlu akünün elektrodları arasındaki potansiyel farkı; eriyiğin yoğunluğuna, dolma-boşalma durumuna ve çekilen akıma bağlıdır. Dolmuş durumda akünün potansiyel farkı 2 volt civarındadır. Bu değer boşalırken düşer. Pratikte takriben 1,8 voltun altında boşaltma yapmamak uygundur. Bu değerin altına düşünce sülfatlaşma denen PbSO4 kristalleri teşekkül eder ve levhalar sertleşir. Ayrıca bir aküyü uzun süre boş bırakmak da sülfatlaşmaya sebeb olur. Dolma işlemi sonuna doğru potansiyel farkı 2,8 volta kadar yükseldiğinde, negatif elektroda gelen hidrojen iyonları birleşecek PbSO4 molekülü bulamayınca asit teşekkülü azalır ve hidrojen kaçmaya başlar. Buna akünün boşalması (kaynaması) denir.

Boşalma sırasında bir akünün verebileceği elektrik miktarına akünün kapasitesi denir. Seri bağlı bataryada kapasitesine, paralel bağlılarda ise hepsinin toplamına eşittir. Kapasite amper-saat (Ah) birimi ile ölçülür. Boşalırken çekilen elektrik miktarının, doldurulma esnasındaki elektrik miktarına oranına Ah (amper-saat) verimi denir. Bunun yanında aküden alınan enerjinin, doldurulurken verilen enerjiye oranına (watt-saat) verimi denir. Kurşunlu akülerde Ah verimi % 90, Wh verimi % 70-80 civarındadır.

Bazlı (demir-nikelli) aküler: Pozitif elektrod Ni (OH)2, negatif elektrod ise demirdir. Elektrolit KOH, kabı ise demir saçtan yapılmıştır. Levhaları asitli aküler gibi ızgara şeklindedir. Bu akülerde reaksiyonlar şu şekilde cereyan eder:

Fe+KOH+2Ni(OH)3 ¾® Fe(OH)2+KOH+2 Ni (OH)2

¬¾

Boşalmada sağa doğru, dolmada sola doğru olan reaksiyon vereyan eder. Bazlı akülerde konsantrasyon değişmez. Bazlı akü gerilimi 1,5 volt civarındadır. Boşalırken 1,1 volta kadar düşer. Dolmada ise 1,8 volta kadar yükselir. Bazlı akülerin her iki verimi de diğer tip akülerden daha düşüktür ve maliyeti daha fazladır. Buna rağmen hafif ve dayanıklıdır.

Demir-nikelli akülerin yanında, demir yerine kadmiyum kullanılan aküler de vardır. Son zamanlarda gümüş-çinko üzerinde de çalışmalar vardır.

Akülerin kullanılma alanları: Kurşunlu akülerin kullanılma alanları kendinden hareketli, hareketli ve durgun olmak üzere sınıflandırılır. Bu sınıflandırmaya göre farklı şekillerde yapılırlar. Kendinden hareketli olanlar motora ilk hareketi vermek için otomobil ve kamyonlarda kullanılır. Hareketli olanlar, tramvayların ve maden ocaklarındaki lokomotiflerin çalıştırılmasında ve trenlerdeki havalandırma ve ışıklandırma sistemlerinde gerekli gücü sağlamakta kullanılır. Bunlarda pozitif levhalar daha kalındır. Çünkü çok sık yüklenip boşaldıklarından etkin madde kaybı büyük olur.

Üçüncü sınıf olan durgun aküler ise hastahane, telefon santralleri, demiryolu işaret merkezlerinde ve yedek bir güce ihtiyaç duyulan pek çok yerde elektrik gücü sağlamakta kullanılır. Bu türlerde uzun ömürlülük önemlidir. Hacim ve ağırlık ikinci plandadır.
Read more

Akupunktur Nedir? Özellikleri

Mikroplardan arındırılmış madeni iğnelerin deriye batırılması ile gerçekleştirilen eski bir tedavi metodu. Akupunktur: "acus" iğne ve "punctura" batırma kelimelerinden meydana gelmiş olup, "iğne batırma ile yapılan tedavi" demektir. Uzakdoğu menşeli bir tedavi sanatıdır. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar, akupunktur tedavisinin ilmi temelleri olduğunu ve hormon hastalıklarından, immün sistem hastalıklarına kadar hemen her hastalığın tedavisinde başarılı olduğunu göstermiştir.

Tarihi: 2500 yıl öncesine kadar uzanan akupunktur tedavisinin merkezinin Çin olduğu söylenmektedir. Eski Çin felsefesine göre, “alem” birbirine iki zıt “şey”den yapılmıştır. Alemin dengesi; bu iki zıddın, karşılıklı ve sürekli hareket içinde bulunmasıyla sağlanır. Bu iki zıt “şeye” Yin ve Yang denir. Mesela bu zıtlar; az-bol, çürük-sağlam, soğuk-sıcak, boş-dolu, aç-tok, pozitif-negatif, vb. Kararlı bir sistemde Yin-Yang dengededir.

İnsan vücudunda da Yin ve Yang dengesi mevcuttur. Bu denge halinde insan sağlıklı ve sıhhatli olmaktadır. Yin ve Yang dengesinin bozulması ile hastalıklar ve ağrılar ortaya çıkmaktadır. Akupunktur tedavisinin temel prensibinde, bu dengeyi korumak yatmaktadır.

İnsan vücudunda, akupunktur noktaları bulunmaktadır. Bu noktalar el ve ayak uçlarından başa kadar bütün vücudu saran ve “meridyen” adını alan on iki çift çizgi ile birleştirilmiştir. Bu meridyenler üzerinde yaklaşık 365 civarında akupunktur noktası bulunmaktadır.

Akupunkturun ilmi temelleri: Akupunkturun ilmi olduğu şu teorilerle açıklanmaya çalışılmaktadır.

1) Yin-Yang teorisi: Çinlilerin ortaya attıkları bu teori, vücudun bütün fonksiyonlarında görülür. Açlık-tokluk, asit-baz dengesi, sempatikotoni-parasempatikotoni vb.

2) Yansıyan ağrı: İç organlardaki boşlukların ağrılarının deriye yansıması (mesela, kalp ağrısının sırta ve kola vurması gibi) bilimsel bir hakikat olup, derideki özel noktalarda (akupunktur noktaları) ağrı yaparak (yani iğne batırarak) iç organların görevlerini etkilemek mümkün olabilir.

3) Akupunktur noktalarının varlığının histolojik olarak gösterilmesi ve Kirliun Fotoğrafi Tekniği ile resimlerinin çekilmesi.

4) Akupunkturun bir çeşit hipnoz olmadığı; çünkü hem küçük çocuklarda, hem de hayvanlarda uygulanmakta ve iyi sonuç alınmaktadır. Cerahi işlemler için uyuşturma, hipnozla insanların % 10’unda sağlanırken, akupunkturla % 70-95 başarılı olunmaktadır.

Elektronik akupunktur: İğneli akupunktur tedavisinin temel prensiblerinden hareketle elektronik akupunktur yapılmıştır. Elektroniğin tıpta uygulanması sonucu ortaya çıkan bu alet iğnesiz, doktor nezaretine gerek duymadan her yerde ve her zaman uygulanabilmektedir. Hastaya zarar vermemekte ve iğne akupunkturu kadar da başarılı olmaktadır. Elektronik akupunktur ile astım, bronşit, öksürük, adet bozukluğu ve kadın hastalıkları, baş ağrısı, migren, sinüzit, nezle, boyun tutulması, kireçlenme, sinir ağrıları, bacak felci, bayılma, barsak ve böbrek hastalıkları, basur, diş ağrısı, dirsek mafsal ağrıları ve kireçlenmesi, diz mafsal ağrısı ve kireçlenmesi, el ve kol felci ve adale ağrısı, göz yorgunluğu, gastrit-ülser, işitme zorluğu, kulak çınlaması, ishal, idrar kaçırma, kabızlık, kaburgalardaki sinir ağrıları, kusma ve bulantı, karaciğer hastalığı, kramp, kulunç, bel ağrısı, mide sarkması, mesane iltihabı, omuz ağrısı, romatizma, siyatik, şeker hastalığı, tansiyon yüksekliği, umumi halsizlik, uykusuzluk, terlemeyi önleme, yüz felci, depresyon, çarpıntı, bacak şişliği gibi çeşitli hastalıklar tedavi edilmektedir.

Akupunkturun vücuda yaptığı etkiler: İnsan vücudunda kendi kendini tedavi etme hassası mevcuttur; fakat vücut çeşitli tesirler sebebi ile kendini tedavide aciz kalır. Bu durumda, muhtelif tedavi usulleri ile vücuda yardımcı olunur.

Akupunktur da bir tedavi usulü olup, vücuda yardımcı olduğu hususlar şunlardır:

1. Çevresel ve merkezi sinir sistemini ve buna bağlı olan kas sistemini elektronik şoklarla uyararak sinirlere ve kaslara aktivite ve canlılık kazandırır.

2. Beyin ile kas ve organlar arasındaki irtibatı sağlayan sinir sistemindeki uyuşukluğu ve rahatsızlığı tedavi ederek organların normal çalışmasını sağlar.

3. Organların hücrelerindeki enerji dengesini düzenliyerek organın normal çalışmasını sağlar.

4. Vibrasyon tesiri ile kasılmış kasları gevşeterek, sıkışmış olan sinir ve damarları rahatlatır.

5. Motor sinir sistemine tatbik edildiğinde kaslarda meydana gelen kasılmalarla genişlemiş olan damarların hareketini hızlandırır.

6. Sinir sistemi yardımı ile adalenin kasılıp gevşemesi, damarlar üzerine pompa tesiri yapar ve kan dolaşımı düzenlenmiş olur.

7. Akupunktur noktaları, aynı zamanda vücudun tamir ve bakım servisi durumunda olan ve endorfin, enkafalin, histamin gibi maddeleri üreten merkezlerin bulunduğu bölgeler olduğu için, bu noktaların elektronik şoklarla uyarılması ilgili merkezlerin üretimini hızlandırır ve vücudun kendi kendini tedavisi kolaylaşır.

8. Vücut, ağrı kesici maddeleri kendisi üreterek kendi kendisinin ağrısını kesme imkanına sahip olduğu için, elektronik şoklar, ağrıyan bölgede bu üretimi artırarak ağrının kısa zamanda kesilmesini sağlar.

9. Ağrı kesici ilaçlar gibi vücudun her yerini uyuşturmaz. Sadece ağrıyan bölgenin ağrısını keser.
Read more

Akmedrese nerededir?

Karamanoğullarından Alaeddin oğlu Mehmed’in kardeşi Ali Bey tarafından 1409 yılında Niğde’de yaptırılan medrese. Yapımında kullanılan beyaz kalker taşlarından ve taç yapısındaki mermerden dolayı bu isimle anılmaktadır.

Topkapı Sarayı Kütüphanesindeki vakfiyesinden anlaşıldığına göre; Hanefi ve Şafii mezheplerine göre tedrisat yapmak için inşa edilerek vakfedilmiştir. Ayrıca yine bu vakfiyeden anlaşıldığına göre, medreseye gelir temini için bu vakfa Niğde Bedesteni, yanıbaşında bir han, bir çifte hamam, çok sayıda dükkan, arazi, değirmen, bağ ve daha başka gelir kaynakları vakfedilmiştir.

İki katlı medreselerin en güzel örneklerinden olup, dış çizgileri, bilhassa ön cephesinin değişik manzarası ile tanınmıştır. Dört köşeli bir planı vardır. Medresenin üst örtüsü taş döşenerek düz dam şeklinde dışarıdan görülmektedir. Giriş katının her köşesinde bir büyük oda bulunmaktadır. Girişin karşısında iki kat yüksekliğinde ve avlu genişliğinde ana eyvan vardır. Avluyu çevreleyen iki katlı revakların ardında sekizer medrese odası bulunur. Ön cephede kapının her iki tarafında, alt kattan merdivenlerle çıkılan birer loca bulunur. Bu locaların önü, içinde birer çift kemerciği ve sütunu bulunan, iki kemerle açılmaktadır. Bu durum, kapının üst kısmına güzel bir manzara kazandırdı. Bu localardan sadece bir tanesi günümüze kadar gelmiştir. Kapının üstündeki yazıların bulunduğu kısım mermerden yapılmıştır.

Yapı, günümüze kadar sağlam olarak gelmesine rağmen, zaman zaman tamirat da görmüştür. Geç devirlerde yapılan tamirat sırasında cepheye güzel görünüm kazandıran ikiz pencereler bozulmuş ve yerlerine sade, kemersiz pencereler yapılmıştır. Ama son yıllarda yapılan restorasyon sırasında bu pencereler tekrar eski şekline çevrilmiştir.

Tamamen Karamanoğullarının mimari tarzını temsil eden yapı, bugün Niğde Müzesi olarak kullanılmaktadır.
Read more

Akdeniz Oyunlar Nedir? Hangi Ülkeler Katılır

Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında toplumsal ve kültürel yakınlaşmayı sağlamak gayesiyle olimpiyat kuralları çerçevesinde çeşitli dallarda yapılan spor müsabakaları. Akdeniz oyunlarının düzenlenmesi fikri, ilk defa 1948’deki Londra Olimpiyatları sırasında Milletlerarası Olimpiyat Komitesi Asbaşkanı ile Mısır Olimpiyat Komitesi Başkanı Muhammed Tahir Paşanın; Türkiye, Yunanistan, İtalya, Fransa, Yugoslavya, İspanya, Lübnan ve Suriye Milli Olimpiyat Komitesi temsilcilerine yaptığı teklifle gündeme geldi. Teklifi görüşmek üzere Mısır’da bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Türkiye’yi Burhan Felek temsil etti. Görüşmeler neticesinde 23 maddelik bir statü hazırlanarak Milletlerarası Akdeniz Oyunları Komitesi kuruldu. Merkezi Atina’da bulunan komite, oyunlarda uyulacak kuralları belirledi. Buna göre her dört senede bir Akdeniz ülkelerinin amatör sporcuları arasında, Akdeniz’e kıyısı olan bir şehirde yapılmakta ve 15 gün sürmektedir.

İlk Akdeniz oyunları Mısır’ın İskenderiye şehrinde 5-12 Ekim 1951’de yapıldı. Daha sonra sırasıyla İspanya (1955), Lübnan (1959), İtalya (1963), Tunus (1967), Türkiye (1971), Cezayir (1975), Yugoslavya (1979), Fas (1983), Suriye (1987) ve Yunanistan’da (1991) düzenlendi.

Oyunlarda günümüze kadar 27 dalda yarışmalar yapıldı. Bunlardan atletizm, futbol, basketbol, boks, jimnastik, eskrim, güreş, sutopu ve yüzme her oyunda yer alırken, bazı dallarda bir sefer yarışma yapıldı. 12. Akdeniz Oyunlarından itibaren okculuk ve rugby yarışma bıranşı olarak yer alacaktır.

Türkiye, 1951’den bu yana yapılan oyunların hepsine katıldı. Otuz dört sporcunun yer aldığı 2. Akdeniz Oyunlarında 10 altın, 3 gümüş ve 5 bronz olmak üzere toplam 18 madalya kazandı. 28 Haziran 13 Temmuz arasında Yunanistan’ın Atina şehrinde yapılan 11. Akdeniz Oyunlarına 18 ülke katıldı. Yirmi üç dalda yapılan müsabakalar sonunda İtalya 168, Fransa 139, Türkiye 46, İspanya 110, Yugoslavya 38, Yunanistan 60, Cezayir 17, Mısır 35, Fas 20, Suriye 11, Kıbrıs Rum kesimi 4, Lübnan 3, Tunus 6, Arnavutluk 8 madalya kazandı.

Akdeniz Oyunları

YılŞehirÜlkeKatılan Ülke Sayısı

1951İskenderiyeMısır11

1955Barselonaİspanya10

1959BeyrutLübnan13

1963Napoliİtalya13

1967TunusTunus12

1971İzmirTürkiye14

1975CezayirCezayir15

1979SplitYugoslavya15

1983KazablankaFas16

1987LazkiyeSuriye18

1991AtinaYunanistan18

Akdeniz Oyunlarında Madalya Dağılımı (1991)

ÜlkeAltınGümüşBronzToplam

İtalya5004033381241

Fransa322316228866

Yugoslavya198172163533

İspanya143209272624

Türkiye12978111318

Mısır92143152387

Yunanistan73117161351

Fas283150109

Tunus273446107

Cezayir272746100

Suriye17195288

Lübnan10234073

Arnavutluk 461020

Kıbrıs R.K.3216

Libya-167

San Marino-1-1

Monako- -11

Malta----
Read more

Akım Transformatoru Nedir?

Ölçü aletini yüksek voltaj hattına bağlayabilmek ve ölçme alanını genişletmek için kullanılan alet. İyi bir izolasyonla korunmuş olan akım transformatoru yüksek voltaj hattından geçen akımı belli bir orana düşürerek ölçer. Umumiyetle akım transformator sekonderleri 5 amperliktir. Bu duruma göre 2000 amperlik akım transformatoru akımı 400 defa küçülterek alete verir. Yani çevirme oranı 400/1’dir.

Bu durum aynı zamanda 5 amperlik ampermetre ile 2000 Amper ölçülmesi demektir.

Akım transformatoru normal bir transformator gibi primer (birinci taraf), sekonder (ikinci taraf) sargılardan meydana gelir.

Primer sargı, birkaç turluk kalın bakır tel veya bara (dikdörtgen kesitli iletken) olup, yüksek voltaj hattı ile seri bağlanır. Sekonder ince bakır telden olup transformator oranına göre çok turdan meydana gelir.
Read more

Akhunlar Kimdir? Özellikleri

Beşinci yüzyılda Batı Türkistan ve Afganistan bölgelerinde devlet kuran bir Türk kavmi. Akhunlara Çinliler “Ye-ta”, Araplar “Haytal”, Bizanslılar ise “Eftalitler” demektedirler. Akhunların 5. yüzyıl başlarında Sibirya’daki Hun-Türk imparatorluğunun yıkılması neticesinde batıya göç ederek bu bölgeye yerleşen Hiungnuların bir kolundan oldukları tahmin edilmektedir. Buraya yerleştikten sonra İran’daki Sasaniler ile savaşarak topraklarını genişlettiler. Sasaniler, Akhun saldırılarına Behram Gur zamanında karşı koydular. Onun ölümünden sonra Akhunlar, İran’a baskılarını artırdılar. Akhun İmparatoru Aksungur Han, himayesine aldığı Firuz’u, Sasani tahtına çıkardı (459). Bu yardımına karşılık Telekan ve Tirmiz şehirlerini aldı. Kuzey Hindistan’a düzenlediği bir seferle Guptalar Devletini yıktı ve Pencab’ı ele geçirdi (470).

499 yılında İran’da Mejdek taraftarlarının çıkardığı isyanda tahtını kaybeden Sasani hükümdarı Kubad, Akhunlara sığındı. Akhun hükümdarı Toraman 30.000 kişilik bir kuvvet göndererek isyanı bastırdı ve Kubad’ın tekrar tahtına çıkmasını sağladı. Toraman ve oğlu Mihrikula dönemlerinde Akhunlar güçlerinin zirvesine ulaştılar. Kuzey Hindistan ile Orta Asya’da Karaşar ve Kandehar dolayları ülke topraklarına katıldı. 515’te Toraman’ın ölümü üzerine yerine geçen oğlu Mihrikula 530 yılına kadar sürdürdüğü akınlarla Pencap bölgesini tamamen ele geçirdi. Budizm inancına şiddetle karşı çıkan Mihrikula, Hunların bu inancı benimsememeleri için sıkı tedbirler aldı. Çok sayıda buda tapınağını yıktırdı.

Ancak Orta Asya’da Göktürklerin ve batıda Sasanilerin giderek güçlenmeleri, Akhunların hakimiyetlerini uzun müddet korumalarına imkan vermedi. Göktürkler, Sasanilerle birleşerek Pencap dışında bütün Akhun topraklarını aralarında pay ettiler (563-567). Akhunlar, küçük beylikler halinde uzun müddet varlıklarını devam ettirdiler. İslamiyetin yayılması esnasında Arablar, Toharistan bölgelerinde Akhunlara rastlamışlardır. Bunlar, Sasanilere karşı müslüman Arapların saflarında yer almışlardır. Afganistan’daki Dürraniler ile Kalaç Türkleri, Akhunların soyundandırlar.
Read more

Akçiğerli Balıklar Hangileri

Yaşadığı yerler: Avustralya, Güney ve Batı Afrika ile Güney Amerika’nın tatlı suları. Özellikleri: Hem solungaç hem de akciğer solunumu yapabilirler. Çeşitleri: Tropikal Afrika’da “Senegal balçık balığı”, “Nil balçık balığı”, Avustralya’nın Burnett ve Mary ırmağında “Akciğerli barramunda”, Güney Amerika’da “Karamaru” adındaki balıklar.

Solungaç solunumu yapmakla beraber ihtiyaç duyulduğunda hava solunumu da yapabilen tatlı sularda yaşayan ilgi çekici balıklar takımı. Vücutları uzunca yapılı ve yuvarlakçadır. Sırt ve anal yüzgeçleri bulunmaz. Göğüs ve karın yüzgeçleri zeminde sürünmeye yarayacak biçimdedir. Bazılarının vücudu büyük yuvarlak pullarla örtülüdür. Pulsuz gözükenlerinde de deri altında küçük yuvarlak pullar mevcuttur. İskeletleri yeşil renkli olup, kısmen kıkırdak, kısmen kemiklidir. İki metre boyunda ve 15 kilogramdan ağır olanları vardır.

Akciğerli balıkların burun delikleri ağız boşluğuna açılır. Solungaçlarından başka, kısa bir tüple yemek borusunun alt bölgesine bağlı bir veya ik adet akciğerleri vardır. Bunlar gerçek akciğer değildir. Etrafları bol miktarda kılcal damarlarla örülmüş hava keseleridir. İstenildiği zaman akciğer görevi yaparlar. Yaşadıkları çevrenin suyu kuruduğu zaman balçığa gömülerek akciğer solunumu sayesinde kurak mevsimi atlatırlar. Hem solungaç, hem de akciğer solunumu yaptıklarından “çift solunumlu” anlamına gelen “Dipnoi” ismiyle de anılırlar.

Çoğunun nesli tükenmiş olmasına rağmen; bugün Avustralya, Güney Amerika ile Güney ve Batı Afrika’nın tatlı sularında yaşayan akciğerli balıklar vardır. Gündüzleri çoğunlukla su diplerinde göğüs ve karın yüzgeçlerine dayanarak dinlenir veya yavaş yavaş sürünerek yer değiştirirler. Balık, kurbağa ve sümüklü böcek gibi su hayvanlarını avlayarak beslenirler. Zaman zaman su yüzeyine çıkarak hava solumak suretiyle oksijen ikmali yaparlar. Akciğerlerini hava ile doldururken, geceleri çok uzaktan duyulan horultulu sesler çıkarırlar. Kendilerine yaklaşılınca yılan gibi tıslar ve ısırırlar.

Kurak mevsimlerde sular çekilmeye başlayınca, akciğerli balıkların herbiri kendine balçık içinde bir tünel kazarak içine yerleşir. Tünelin üzerinde havanın girişine yarayan gözenekli bir kapak bulunur. Balık, çamurdan koza içinde mukuslu bir sıvı ifraz eder. Bunun sayesinde derisinin kuruması önlenmiş olur. Balık, kozasında derin bir uykuya dalar. Vücut fonksiyonlarını da yavaşlatır. Akciğerli balıklar gerekli oksijeni yuvanın üstündeki delikten almaya devam ederler. Yaz uykusu süresince gerekli enerji için kendi kas dokularının bir kısmını eriterek harcarlar. Bu suretle yağmurların tekrar başlayıp, akarsuların canlanmasına kadar hayatlarını sürdürürler. Kas dokusunun besin olarak harcanması sonucu bir mevsim içinde 3 santimlik bir boy kaybı olur. Bazan uzun süren kuraklık dönemlerinde vücutlarının yarısını eritirler. Afrika akciğer balıklarının, çamur kozalarında dört yıldan fazla yaşadığı tesbit edilmiştir.

Dişiler yumurtlamak için su dibinde bazan bir metreden daha derin delikler açarlar. Yumurtalarını buraya bırakırlar. Erkekleri yumurtalara bekçilik yapar ve onları yüzgeçleriyle yelpazeleyerek su akımı meydana getirmek suretiyle havalandırırlar. Yumurtalar 10 gün içinde açılarak yavrular çıkar.

Akciğerli balıkların eti lezzetlidir. Yerliler avlayıp yerler. Bilhassa yaz uykusunda iken kozalarını bularak onları rahatça yakalarlar. Bazan da toprağı kenarlardan oyarak kozayı toprak tabakayla beraber uzaklara naklederler. Koza içinde uyuyan balık bunun farkına varmaz.

Abiyogenez (Kendiliğinden oluş) fikrinin savunucularından olan Aristo, Cnidos yakınlarındaki bir gölde bulunan balıkların suların kurumasıyla kaybolduklarını (öldüklerini), aylar sonra yağmur sularıyla dolan gölde, tatlı su kefallerine benzer balıkların yüzdüğünü gördü. Bu balıklar yumurtalardan çıkmadığına göre, çamur ve kumlardan meydana gelmiştir dedi. Cansız maddelerde canlıyı meydana getiren aktif bir özün var olduğunu söyledi. Aristo ve taraftarlarının “Abiyogenez” fikirleri sonradan gelen fen adamları tarafından deneylerle çürütüldü. Pasteur, bu deneylerinden dolayı ödül kazandı.

Aristo’nun kuraklıktan sonra gölde gördüğü balıklar yukarıda bahsedilen çift solunumlu balıklardandı. Suların kurumasıyla balçığa gömülmüş ve akciğer solunumu yapmışlardı. Gölün yağmur sularıyla dolmasıyla balçıktan çıkarak solungaç solunumuna tekrar dönmüşlerdi.
Read more

Akabe Biatları Nedir?

Medineli ilk Müslümanların, Peygamber efendimiz ile yaptığı itaat ve bağlılık sözleşmeleri. Peygamberimize ilk vahyin gelmesinin on birinci senesinde, birer sene ara ile Mekke ile Medine arasında yer alan Akabe mevkıinde yapıldı.

Birinci Akabe Biatı: Peygamberliğin bildirilmesinin on birinci senesinde Medine’den Mekke’ye Kabe’yi ziyarete gelen Hazrec kabilesinden altı kişi Peygamber efendimizin daveti üzerine müslüman oldu. Peygamber efendimizle görüşüp müslüman olan Hazrecli altı kişi bir sene sonra hac mevsiminde tekrar Mekke’ye geldiler.

O sene, müşrikler, Müslümanlara daha çok eziyet ettiler. Peygamber efendimizi, takip edip, O’nunla konuşan, iman eden herkese işkence yaptılar. Bu hali öğrenen Medineliler, Peygamber efendimizle haberleştiler ve gece buluşmaya karar verdiler. Gece olunca, buluştular. İtaat ve bağlılıklarını Peygamberimize arz edip, bütün emir ve isteklerine teslim olacaklarına söz verdiler. Bu sözün ardından da biat ettiler. Bu biata katılanların onu Hazrec, ikisi de Evs kabilesinden idi. Bu biat, İslam tarihine “Birinci Akabe Biatı” olarak geçti. Yapılan biatta, her iki kabileden orada bulunanlar; “Allahü tealaya ortak koşmayacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusuyla çocuklarını öldürmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, iftiradan kaçınacaklarına ve daha başka hususlara dair söz verip, taahhütte bulundular. Biat eden bu topluluğun reisi Es’ad bin Zürare radıyallahü anh idi. Sevgili Peygamberimiz, bu on iki kişiyi kabilelerine temsilci yaptı. Bunlar, kabilelerine İslamiyeti anlatıp, onlar adına Peygamberimize karşı mesul ve kefil olacaklardı. Es’ad bin Zürare radıyallahü anh da, bütün kabileler ve kabile reislerine, reis tayin edildi. Mus’ab bin Umeyr radıyallahü anh da onlara dini öğretmek üzere vazifelendirildi. Böylece Medine’ye döndüler. Artık orada gece-gündüz İslamiyeti yaymak için gayret gösterdiler. İslamiyet Medine’de sür’atle yayılmaya başladı. Evs ve Hazrec kabileleri müslüman oldu. Putlar kırıldı, her eve İslamiyet girdi. O seneye (M. 621) Sevinç Yılı manasında “Senetü’s-Sürur” denildi.

İkinci Akabe Biatı: Mekkeli müşriklerin Müslümanlara zulmü son haddine vararak, dayanılmaz bir hal almıştı. Mekke’de hal böyleyken Medine’de, Es’ad bin Zürare ile Mus’ab bin Umeyr’in gayretli çalışmaları sayesinde, Evs ve Hazrecliler, Müslümanlara kucak açarak, onları bağırlarına basıp, bu uğurda her türlü fedakarlığı yapacak haldeydiler ve Resulullah efendimizin de bir an önce Medine’ye teşriflerini arzuluyor, O’nun uğrunda, mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine dair söz veriyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, peygamberlik vazifesini tebliğ edeli 13 sene olmuştu. Hac mevsimi gelmişti. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medineli 73 erkek ile 2 Müslüman kadın Mekke’ye geldiler. Hacdan sonra hepsi birinci biatta olduğu gibi, Peygamberimizle Akabe’de buluştular. Burada yapılan görüşmeler sırasında Medine’den gelen Müslümanlara Peygamber efendimiz İslamiyeti anlattı ve; "Allahü tealaya ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamanız; kendim ve Eshabım için olan şartım, bizi barındırmanız, bana ve Eshabıma yardımcı olmanız, kendinizi savunduğunuz, koruduğunuz şeylerden bizleri de korumanızdır." buyurdu.

Yapılan konuşmalardan sonra, biat için gelenler arasından Bera bin Ma’rur; “Seni hak din ve kitap ile peygamber gönderen Allahü tealaya and olsun ki, çoluk çocuğumuzu koruyup, savunduğumuz gibi, seni de koruyacağız. Biz, ahde vefa ve sadakat göstermek, önünde, canlarımızı feda etmek arzusundayız. Bizimle biatlaş ya Resulallah!” dedi.

Bundan sonra biat edecek olanlar hep bir ağızdan; “Biz Peygamberimizden, mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürülse de vazgeçmeyiz. O’ndan hiçbir zaman ayrılmayız. Bu yolda ölmek var, dönmek yok!” dediler. Sonra da sevgili Peygamberimize dönerek; “Ya Resulallah! Biz bu ahdimizi yerine getirirsek, bize ne vardır?” diye sual ettiler. Peygamber efendimiz o zaman; "Allahü tealanın razı olması ve Cennet var!" buyurdular. Orada bulunan her kavmin temsilcileri, kavimleri adına söz verdiler. İlk önce hazret-i Es’ad bin Zürare; “Ben, Allahü tealaya ve O’nun Resulüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O’na yardım hususundaki vadimi gerçekleştirmek üzere biat ediyorum.” diyerek, Peygamberimizle müsafeha etti. Arkasından her biri, biatı bu şekilde tamamlayıp; “Allahü tealanın ve Resulünün davetini dinleyip, boyun eğerek kabul ettik.” diyerek, sevinçlerini ve teslimiyetlerini arz ettiler. Böylece, Resulullah’ın uğrunda canlarını ve mallarını büyük bir teslimiyetle ve bağlılıkla ortaya koydular. Burada kadınlar ile yapılan biat sadece söz ile yapılmıştı.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Allahü tealaya hiç bir şeyi ortak koşmamak, iftira, hırsızlık ve zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yalan söylememek, hayırlı işlere muhalefette bulunmamak...” hususlarında onlardan söz aldılar. Bu biatlardan sonra Medine’ye hicret yapıldı (Bkz. Hicret).
Read more

Ahiret Kardeşliği Nedir

ki Müslüman arasında Allah rızası için, dünyada ve ahirette biribirlerine yardım etmek ve dua etmek üzere kurulan kardeşlik, dostluk. Buna Anadolu’da “ahiretlik” adı da verilmektedir.

İslamiyete göre ahiret kardeşliği iki erkek veya iki kadın arasında olur. Bir erkeğin yabancı kadınla ahiret kardeşi olması dinen caiz ise de ahiret kardeşi kendi kardeşi gibi mahrem olmaz. Yani nikah, evlenme ve konuşup görüşme hususunda yabancılar gibidir.

Peygamber efendimiz ahiret kardeşliği hususunda; “Allah için ahiret kardeşliği yapan kimse ahiret gününde ana-baba bir kardeşinden daha faydalı yardımları ahiret kardeşinden görür. Bir kimse ahiret kardeşini ne kadar çok severse Allahü teala da o kimseyi o kadar çok sever.” buyurdu.

Ahiret kardeşi olan kimseler birbirlerine hediye verirler. Sevinçli ve üzüntülü zamanlarında birbirlerinin yanında yer alırlar. Birbirlerine hayrı tavsiye eder, kötülüklerden sakındırırlar. Kötü ve tehlikeli yollara düşmekten korurlar. Hayattayken birbirlerine yardımcı olan ahiret kardeşlerinden birisi öldüğü zaman, sağ olan vefat edenin ruhu için hayır ve hasenat yapar, ailesine ve çocuklarına yardımcı olur. Onların sıkıntılarını gidermeye çalışır. Ahiret kardeşi olan kimselerin aileleri de aynı münasebetleri devam ettirmeye çalışırlar.

Eski Türklerde büyük önem verilen “Tuz ekmek hakkı” anlayışının devamı olarak uygulanan ve dinimizin bildirdiği ahiret kardeşliği adıyla kurulan kardeşlik ve dostluk Anadolu’da “ahiretlik” veya “ahretlik” adıyla devam ettirilmiştir. Bilhassa genç kızlar ve kadınlar arasında görülen bu kardeşlik ahlak, kişilik ve huy benzerliği olan kişiler arasında kurulmuştur. Genç kızlar arasındaki ahiretlik anlaşması, genç kıza hayat boyu yalnız olmadığı anlayışını kazandırırdı. Günümüzde bu gelenek yok denecek kadar azalmıştır.
Read more

Ahududu Nedir? Ahududu Yetişen Yerler, Özellikleri

Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege, Marmara, Karadeniz bölgeleri.

Ağaç çileği ve sultan böğürtleni olarak tanınır. Haziran-temmuz ayları arasında beyazımtrak renkli çiçekler açan, 30-150 cm boyunda, çok senelik, dikenli, çalı görünüşünde bir bitkidir. Dağlık mıntıkaların orman ve korularında tesadüf edilir. Gövdesi dallı, dikenli ve yatıktır. Yaprakları 3-5 parçalı, sivri uçlu, yaprak sapı kıvrık dikenlidir. Çiçekler ekseriya dalların ucunda 5-10 çiçekli salkım halindedirler. Meyvesi etli ve birçok eriksi tipli meyvelerin biraraya gelmesi ile meydana gelmiş, küre biçiminde, kırmızı renkli ve güzel kokuludur. Meyveleri temmuz ve ağustos aylarında olgunlaşır. Çoğu çeşitleri bahçelerde yetiştirilir. Umumiyetle sonbaharda 1-1,5 m aralık bırakılmak suretiyle dikilir. Ahudutları her 6-7 senede bir yenilenmelidir.

Kullanıldığı yerler: Kullanılan kısmı, meyve, çiçek ve yapraklarıdır. Meyveler tamamen olgunlaştıkları zaman toplanır. Yapraklarında tanen, meyvelerinde ise organik asitler (malik asit, sitrik asit vs.) şeker, pektin, uçucu ve sabit yağlar bulunmaktadır. Yaprakları boğaz hastalıklarında gargara için kullanılır. Çiçeklerinden romatizma ve nikris (gut) hastalıklarında faydalanılır. Taze olarak, şeker ve böbrek hastalıklarında perhiz yiyeceği olarak istifade edilir. Halk arasında ishal ve ateşli hastalıklara karşı tavsiye edilir.
Read more

Ahtapot Nedir? Ahtapot Çeşitleri

Familyası: Ahtapotgiller (Octopodidae) Özellikleri: 2-3 cm ile 10 m arasında değişik büyüklükte olanları vardır. Yaşadığı yerler: Bütün denizler. Çeşitleri: Elliden fazla türü mevcuttur.

Kafadanbacaklılar sınıfından bir yumuşakça. Vücutları kısa ve yuvarlak yapıdadır. Bir çift gelişmiş gözleri vardır. Başının çevresinden 8 adet kol çıkar. Uzunlukları aynı olup, dipte kısa bir zarla birbirlerine bağlıdır. Her kolda iki sıra vantuz (yapışıcı safiha) bulunur. Yalnız “Eledone” cinsi ahtapotlarının kollarında tek sıra mevcuttur. Ahtapotlar gözleri ve beyinleri iyi gelişmiş, kabuksuz omurgasız hayvanlardır. Manto boşluklarında bulunan solungaçlarıyla solunum yaparlar.

Derin denizlerde kayalıklar arasındaki yarıklarda gizlenerek yaşarlar. Bütün denizlerde bulunmakla beraber, ılık sularda daha yaygındırlar. Boyları 2-3 santimetreden 10 metreye kadar değişik büyüklükte türleri vardır. Alaska’da yakalanan bir Pasifik ahtapotunun kol uzunluğu 10 metreye yaklaşmakta, ağırlığı 300 kg, gövdesinin çapı 46 cm gelmekteydi. Kol uzunluğu 3 m, çapı 22 cm olan bir ahtapotun ağırlığı 20 kg kadardır.

Ahtapotlar korkunç şöhretlerinin aksine çekingen ve ürkek canlılardır. İri hayvan veya insanların yaklaşmasıyla, en yakın kayaların yarıklarına kaçarak gizlenirler. Zeminde emici kolları üzerinde sürünerek hareket eder veya emdiği suyu sifonundan basınçla püskürterek jet sistemiyle hızla geri giderler. Bu şöyle olur: Manto boşluğuna alınan suyun, ağzı öne doğru olan karın kısmındaki huni şeklindeki sifondan dışarı atılmasıyla bir su akımı meydana gelir. Hayvan etki-tepki sistemine göre su akışının tersine olarak geri geri uzaklaşır. Sifonunu çevirerek öne ve arkaya doğru hareket ederek avlarını kovalar ve düşmanlarından kaçar. Düşmanlarını şaşırtmak için suya mürekkep fışkırtanlar da vardır. Mürekkep kesesi, hareketi sağlayan sifona açılır. Suya mürekkebin salınmasıyla etraf bulanır, bu arada ahtapot jet sistemiyle oradan hızla kaçar. Hareket halinde kollarını da kürek şeklinde kullanarak hızını arttırır. Tehlikesiz zamanlarda, kolları arasındaki perdemsi kısmı çırparak suda süzülerek de yüzebilir. Ahtapotların üstün bir renk değiştirme kabiliyetleri de vardır. Bunun sayesinde her çevrede rahatça gizlenirler ve renk değiştirme özelliklerinden dolayı “Deniz bukalemunları” olarak anılırlar. Florida yakınlarında yaşayan bir tür, bir kaç saniye içinde vücudunu kırmızı, yeşil, mavi, hatta beyaza bile çevirebilir.

Ahtapotlar, dipte kaya yarıkları arasına girerek gizlenir, yakından geçecek avları gözlerler. Yengeç, ıstakoz, midye ve istiridye gibi canlılarla beslenirler. Hızla üzerlerine atılarak yakalayıcı-emici kollarıyla yengeç ve ıstakozları yakalarlar. Sıkıp kabuklarını kırdıktan sonra keskin gaga biçimli bir çift nasırlı çene ve dişli dilleri (radula) ile avlarını parçalayıp yerler. Midye ve istiridyelerin kabuklarını açıp, tekrar kapanmalarına mani olmak için kabukların arasına taş sıkıştırıp, içlerini yerler. Bazan sahile kaçan yengeçleri avlamak için karaya çıkarak kolları üzerinde yürüdükleri de görülmüştür. Fakat nemli vücutlarıyla karada fazla kalamayıp, kısa sürede suya dönerler.

Ahtapotların tükürüğü zehirlidir. Bazıları avlarını tükürük bezlerinin zehiriyle felce uğrattıktan sonra yerler. Zehiri kullanırken, yengeç ve ıstakozun solungaçlarından içeriye akıtırlar. Daha çok hareket eden canlılara saldırdıkları müşahade edilmiştir.

Ahtapotlar, kaya oyuklarında kanca ile avlanabildiği gibi çarpma ve zıpkınla da avlanırlar. Fakat ahtapot ısırığı tehlikeli olduğundan dikkatle sakınmak lazımdır. Uyuşukluk ve halsizlik ile başlayan zehirlenme, soluk alma güçlüğü ve ölümle sonuçlanabilir. Akdeniz memleketleri halkı ve Çinliler ahtapot etini yerler. Yurdumuzda en çok Ayvalık kıyılarında avlanırlar.

Ahtapot ve mürekkep balıklarının gelişmiş bir beyni vardır. Fakat yapabildikleri işler sınırlıdır. Ahtapot, üzerinde çok inceleme yapılan bir hayvandır. Labirentleri aşmayı, değişik biçim ve ölçülerdeki hedefleri bulmayı, renkli örgü ve düğümleri çözmeyi başarabilmişlerdir. Bunun yanında ise, en lezzetli yiyecekleri olan bir yengeci, ağzı açık bir kavanozdan çıkarmayı akıl edememişlerdir.

Kemiksiz olduklarından vücut ve kollarını son derece inceltip çok dar aralıklardan geçebilirler. Yakalanmış ahtapotlar bu özellikleri sayesinde kafeslerinden sık sık kaçabilmektedir.

Ahtapotların yumurtasının her biri bir kapsülle muhafaza edilir. Yumurtaların 8-20 kadarı suda salkım şeklinde bir küme meydana getirir. Her kapsülün bir ucu taşa veya başka bir zemine bağlanır. Dişi ahtapot yumurtaların üzerine kuluçkaya yatar. Açlıktan ölme pahasına yumurtaları terk etmez. Yumurta kapsülünden doğrudan doğruya erginlere benzeyen yavrular çıkar.

Dünya denizlerinde çeşitli büyüklük ve özellikte 50’den fazla ahtapot çeşidi vardır.
Read more

Ahlak Nedir? Ahlaklı Nasıl Olunur? Ahlaklı İnsan

İstemeden, kendini zorlamadan insanda meydana gelen meleke, yani yerleşmiş huy, seciye, tabiat. İnsanın sözleri, hareketleri ve davranışları ahlakına bağlı olarak meydana gelir. Kötü huylardan kurtulup, iyi huylu olma yollarından bahseden ilme, Ahlak ilmi denir. Ahlak ilmi, İslamiyette sekiz yüksek dini ilimden biridir.

İnsanlar, iyiliğe, güzelliğe ve yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Hiç kimsenin huyu yaradılışındaki gibi kalmaz. İyi veya kötü yönde değişir. Böyle olmasaydı, peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Halbuki onlar insanları hep iyiye, doğruya çağırmışlardır. Peygamber efendimiz, “Ahlakınızı iyileştiriniz.” buyurmuştur. İlim adamları çocuklarını terbiye etmişlerdir.

İyi ve güzel ahlakın temeli, ilahi vahye dayanan dindir. Ancak dine dayanan ahlak müessesesi insanların ruhlarını tatmin eder, huzura kavuşturur ve maddi-manevi yükselmelerini sağlar. Filozofların bir kısmı, ahlak müesseselerini hazza, zevke, nefse, maddi bir menfaate dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların hiç biri ahlak için kafi bir dayanak ve insana huzur kaynağı olmamaktadır.

Adem aleyhisselamdan itibaren Allahü teala peygamberleri vasıtasıyla kullarına emirlerini ve yasaklarını ve beğendiği işleri bildirdi. İnsanlar, peygamberlere tabi olup, emirlere uydukları müddetçe, huzurlu ve rahat bir hayat yaşadılar, birbirlerini sevip saydılar. Emirlere uymadıkları vakit, huzursuz oldular, rahatları bozuldu, ahlaksızlık ve haksızlık, cemiyeti sardı. İnançsızlığın ve ahlaksızlığın umumi bir hal alması, cemiyetlerin yıkılmasına ve helakine sebep oldu. Nuh ve Lut kavimlerinin ve daha pekçok milletlerin helaki bu yüzden oldu.

İnsanlığın doğru yolu bulması, ahlaken yükselmesi, dolayısıyle dünyada ve ahirette huzura kavuşmaları için son peygamber olarak Muhammed aleyhisselam gönderildi. “İyi huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim.” buyurdu. Böylece İslamiyet insanlığa temelinde Allah sevgisi, Allah korkusu ve her yaptığını, kimseden dünyevi bir menfaat beklemeden ihlas, yalnız Allah için yapma, nefsi kontrol etme ve ona hakim olma esasları bulunan en yüksek ahlak kaidelerini (kurallarını) sundu. Et-ta’zimü liemrillah veş-şefekatü ala halkıllah, yani Allahü tealanın emrine hürmet, saygı ve yarattıklarına merhamet, bu kaidelerin en önemlilerinden biridir. Müslümanların ahlak üzerindeki titizliği, İslam dininin kısa zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar her gittikleri yere adalet ve güzel ahlakı da götürmüşlerdir. İslam dini baştan başa ahlak ve fazilet dinidir.

İslam ahlakına göre huylar, güzel ve çirkin olmak üzere iki kısma ayrılır. Güzel huylara “ahlak-ı hasene” veya “ahlak-ı hamide”, kötü huylara da “ahlak-ı kabiha” veya “ahlak-ı zemime” denir. Edep, haya, cömertlik, tevazu (alçak gönüllü olmak), ikram gibi huylar güzel; kibir, haset (kıskançlık), kin, düşmanlık, cimrilik, sefihlik gibi huylar da çirkindir.

İslam alimleri, güzel ahlakı; “Güler yüzlü olmak, insanların kalbini kırmamak, kimseyle münakaşa etmemek, müslümanlara su-i zan (kötü zan)da bulunmamak, cömert olmak ve dine hizmet” diye tarif etmişlerdir. Güzel ahlaka sahip olmak için, kötü huyları teşhis etmek lazımdır. Bir kimse, bu teşhisi ya kendi yapar, yahud bir alimin, rehberin bildirmesi ile anlar. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak kusurunu öğrenir. Sadık olan dost, onu tehlikelerden koruyan kimsedir.

Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. Arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrahim Edhem hazretlerine, ayıbını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca; “Seni dost edindim. Her halin, hareketlerin bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor.” dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak lazımdır. “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hadis-i şerifinin manası budur. Yani, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. İsa aleyhisselama, bu güzel ahlakını kimden öğrendin dediklerinde; “Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen şeylerden sakındım ve beğendiklerimi yaptım.” buyurdu. Hazret-i Lokman Hakim’e; “Edebi kimden öğrendin?” dediklerinde; “Edebsizden!” dedi. Selef-i salihinin, Eshab-ı kiramın ve velilerin hayat hikayelerini okumak da iyi ahlaklı olmaya sebep olur.

Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeğe, zıddını yapmağa çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lazımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması güçtür. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.

İnsanın kötü şey yapınca, peşinden, nefse güç gelen şey yapmayı adet edinmesi de faydalı ilaçtır. Mesela, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım diye yemin etmelidir. Nefis bunları yapmamak için, onlara sebep olan kötü adeti yapmaz. Kötü huyların zararını okumak ve dinlemek, kötü kimselerden uzak durup, iyi kimselerle arkadaşlık etmek de çok faydalıdır.

Ahlak ile ilgili hadis-i şeriflerde Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Allahü teala indinde kulların en sevgilisi, ahlakça en güzel olanıdır.

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hataları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy da hasenatı (iyilikleri) mahv eder, giderir.

İyi huylu olan, dünya ve ahiret seadetlerine kavuşur.

Bir kulun ibadetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem’e götürür.

Allah katında kötü huydan büyük günah yoktur. (Çünkü kötü huyun sahibi, bunda günah olduğunu bilmez. Tövbe etmez. İşledikçe, günahı kat kat artar.)

Güzel ahlak; senden kesilen akrabanı ziyaret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.

İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.

Bir kimse tövbe ederse, tövbesini Allahü teala kabul eder. Kötü ahlaklı kimsenin tövbesi ise makbul olmaz. Zira bir günahtan tövbe ederse, kötü ahlakı sebebiyle, daha büyük bir günah işler.

İslam alimleri ahlak ilmine çok önem vermişlerdir. Ahlak ilmi, İslami ilimler arasında başlıbaşına bir ilimdir. Kur’an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde ve İslam alimleri yazdıkları eserlerinde, insanların Allahü tealaya karşı, birbirlerine hatta hayvanlara ve cansızlara karşı nasıl davranacaklarını geniş olarak bildirmişlerdir. İslam alimleri ahlaka dair çeşitli kitaplar yazmışlardır. Haris el-Muhasibi’nin Er-Riaye li Hukukillah’ı, Ebu Talib-i Mekki’nin Kut-ul-Kulub’u, Maverdi’nin Edeb-üd-Dünya ved-Din’i, İmam-ı Gazali’nin İhya’sı, Celaleddin-i Devani’nin Ahlak-ı Celali’si, Hüseyin Vaiz-i Kaşifi’nin Ahlak-ı Muhsini’si, Kınalızade Ali Efendinin Ahlak-ı Alai’si bunlardandır. İslam alimlerinin ahlak kitaplarını inceleyen Avrupalılar ve diğer milletler hayran kalmışlar, bunları tercüme ederek, kendi milletlerinin de faydalanmalarını temin etmişlerdir.
Read more

Ahde Vefa Nedir?

Devletlerin katıldıkları milletlerarası antlaşmalara uyma mecburiyetinde olduklarını ifade eden hukuk kuralı. Bu antlaşmaya Latincede “Pacta Sunt Servanda” adı verilir. İç hukukta olduğu gibi devletler hukukunda devletleri bağlayıcı ortak bir müeyyide bulunmadığı için, devletler hukukunda, pozitif hukukun kaynağı olarak bu kaideyi kabul edenler vardır.

Bu kurala karşı bir diğer kural daha vardır ki, buna da Latince’de “Rebus Sic Stantibus” denir. Bu kural ise, antlaşma imzasındaki şartların sonradan değişmesi sonucu antlaşmanın da hükümsüz olması veya değiştirilmesi anlamındadır.

Ahd; iki tarafın sözleşmesi demektir. Bir taraf söz verirse vad olur. Buna göre ahde vefa, verdiği sözü yerine getirmek olur ki, bu, İslam hukukunda dini bir emirdir. Kur’an-ı kerimde İsra suresinin otuz dördüncü ayetinde mealen; “Ahdi yerine getirin. Ahdi bozanlar sorumludur.” buyrulmaktadır.

Herhangi bir konuda verilen sözün yerine getirilmesi güzel bir huydur. Sözünde durmak insanın şerefini artıran iyi huyların başında gelir. Verdiği sözünde durmamak da çok çirkin bir hareket olup, Müslümanlara yakışmayan en kötü bir davranıştır. Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerinde; “Gadr eden (ahdini bozan) kimse, kıyamet günü kötü şekilde cezasını görecektir.” ve “Münafıklık alameti üçtür; yalan söylemek, vadini yerine getirmemek, emanete hıyanet etmek.” buyurarak ahde vefanın önemini bildirmiştir.
Read more

Ahali Mübadelesi Nedir?

1923'te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki Türklerin büyük bölümünün karşılıklı değiştirilmesi.

Osmanlı Devletinin son zamanlarında meydana gelen Kırım, Doksanüç ve Balkan harplerinden sonra Anadolu'ya Kırım'dan, Kafkaslardan ve Balkanlardan pekçok Müslüman-Türk nüfus göç etti. Öte yandan Tanzimattan sonra gayri müslim tebeaya ve azınlıklara verilen imtiyazlar, özellikle Rumların ekonomik bakımdan güçlenmesi neticesini ortaya çıkardı. Bu sebeple Yunanistan'dan Anadolu'ya göç oldu. Rumlar özellikle İstanbul'da, Batı Anadolu'da, Trakya'da veKaradeniz kıyılarında yerleştiler. Ekseriyeti şehirlerde oturan ticaret ve sanatla meşgul olan Rumlar, dış ticarette ve imalat sanayiinde önemli yer tuttular. 1919 senesinde Batı Anadolu'daki imalathanelerin % 73'ü Rumların elindeydi.

Osmanlı Devletinin parçalanması, yeni devletlerin kurulması, kurulan devletlerin Müslüman-Türklere zulüm ve işkenceler yapmaları neticesinde Rumeli'den Türkiye'ye büyük göçler oldu. bu göçler 1911-12 Balkan Savaşları sonrasında hızlandı. 140 bini Yunanistan'dan olmak üzere 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye geldi. 1919'da Batı Anadolu'daki Yunan işgalinden sonra yerli Rum ahali Yunan ordusuyla işbirliği yaptı. Yunan ordusunun yenilerek geri çekilmesi Rumların da büyük zarar görmesine, bir kısmının Yunanistan'a kaçmasına sebep oldu.

Lozan'da Yunanistan'daki Müslüman-Türk ahali ile Türkiye'deki Rum ahalinin karşılıklı mübadelesi yani değiştirilmesi konusu da ele alındı. 30 Ocak 1923'te imzalanan antlaşmaya göre; Batı Trakya'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumlar dışında kalan bütün Türk ve Rum nüfus değiştirilecekti. Mübadele edilen ahali bir daha geri dönemeyecek, taşınır mallarını yanlarında götürebilecekler, taşınmazlarını ise karma komisyon denitiminde altın değerine göre tasfiye edebilecekti. Antlaşmanın uygulanması için iki ülkeden dörder, Milletler Cemiyeti Kurulunun seçtiği üç üyeden meydana gelen bir komisyon teşkil edildi. Komisyon ekim 1923'te çalışmaya başladı. Birinci yıl bir miktar ahali mübadele edildi. Fakat İstanbul'daki Rumların tesbiti hususunda anlaşmazlık çıktı. Yunanistan hileli yollara başvurarak, İstanbul'da oturan Rumların doğum yerleri ve İstanbul'a yerleştikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmasını istedi. Türkiye ise bunların Türkiye kanunlarına göre tesbit edilmesini istedi.

Milletlerarası Adalet Divanı, Türkiye'nin görüşüne yakın bir karar aldıysa da Yunanistan bu karara uymadı. Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına andlaşmalara aykırı olarak el koydu. Bu malları Rum göçmenlere dağıttı. Buna karşılık Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu. İki ülke arasında bir müddet gergin bir hava hakim oldu. 1926 senesinde yapılan bir antlaşmayla el konan taşınmazlar meselesi çözümlendi.

Ahali mübadelesi 1923'ten 1927'ye kadar sürdü. Türkiye'de bu gayeyle mübadele, İmar ve İskan Vekaleti (Bakanlığı) kuruldu. Mübadele neticesinde 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye gelirken 1 milyonu aşkın Rum Yunanistan'a gitti. Mübadele sırasında giden Rumların yüzde sekseni Anadolu'dan yüzde yirmisi ise Trakya'dandı. 1927 senesine gelindiğinde İstanbul'da yaşayan 110.000 Rum kaldı. 1930 senesinde "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi" adıyla Yunanistan'la imzalanan antlaşmayla Türk tebeası bile olmayan Rumlara, Türkiye'de aynen Türk vatandaşları gibi haklar tanındı. Antlaşmada "Mütekabiliyet" yani iki tarafın da bu hakları karşılıklı olarak kullanılması hükmü yer aldı. Türkiye'deki Rumlar bu hakları fazlasıyla kullandılar. Hatta Türkiye'de ticari hayatın köprü başlarını Rumlar tuttu. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin takip ettiği tavizci dış politika sebebiyle, Türklerin Yunanistan'da aynı hakları kullanması bir tarafa, ellerindeki hakları antlaşmalara rağmen alındı. Yunanistan Batı Trakya Türklerine rahat zulmedebilmek için, Türklerin yaşadıkları bölgeyi birinci derecede askeri yasak bölge ilan etti.

Güneydoğu Rodoplarda bulunan Pomak Türklerine, Hıristiyanlaştırarak eritme siyaseti tatbik edildi. Pomaklara kesif bir surette kendilerinin aslen Türk olmadıkları telkini yapıldı. Pomaklar arasında Türkçe konuşmak yasak edildi. Diğer bölgelerde yaşayan Türkler arasında milli şuura hizmet eden gazeteler kapatıldı. Gazeteciler çeşitli bahanelerle hapsedilerek kendilerine işkence yapıldı. Cami, çeşme, mektep gibi dini ve hayri eserlerin yapılmasına müsade edilmediği gibi, eskilerin tamir edilmesine de binbir güçlük çıkartıldı. Bu yüzden o güzelim eserler zamanla harabe hale geldi. Sık sık imar planları değiştirilerek, açılacak yollara Türk-İslam eserleri isabet edecek şekilde çizildi. Türklerin elinde bulunan topraklar, toprak reformu bahanesiyle istimlak edilerek ellerinden alındı ve istimlak bedelleri ödenmedi. Türk-İslam mezarlıkları aynı şekilde istimlak edilerek ortadan kaldırıldı. Yerlerine de gazino ve sinema gibi eğlence yerleri yapıldı. Türk sözünü kullanmak yasak edilerek, suni bir surette Türk ve İslam ayırımı yapıldı. Böylece Müslüman Türkler arasına ikilik sokulmaya çalışıldı. Mahalli idarelere seçilmiş bulunan Türkler, Yunan emellerine hizmet etmedikleri takdirde, bunlara işten el çektirildi. Türklere memuriyet hakkı verilmediği gibi, Türklerden alış veriş yapılmasına çeşitli yollarla mani olundu. Türklerin tahsil imkanları çeşitli yollardan engellendi ve bu suretle onlar arasından münevver insanların yetişmesi engellendi. El altından ve çeşitli yollarla Batı Türklerinin Türkiye'ye göç etmeleri telkin edildi. Bu suretle Türk nüfusunun azalmasına azami gayret sarf edildi. Türkiye'de ise azınlık durumunda olan Rumlara karşı yumuşak bir politika izlendi.

Konuştukları dillere göre yapılan son nüfus sayımında (1965) Türkiye'de Rumca konuşan 48.000 kişinin olduğu ve 80.000 Rum-Ortodoks olduğu tesbit edilmiştir. Bu sayının sonraki yıllarda biraz daha azaldığı tahmin edilmektedir. Yunanistan'da ise yaklaşık 150.000 Türk bulunmaktadır.
Read more