Aöf 4. Sınıf Türkiye Ekonomisi 7. Ünite Ders Notları


Ünite 7 – Türkiye’de Finansal Yapı, Krizler ve Ekonomik İstikrar Kararları
Türkiye’de Finansal Yapı, Bankacılık Sektörü ve Para Politikası
Bankacılık sektörü:
Merkez bankası
Mevduat bankaları
Katılım bankaları
Kalkınma ve yatırım bankalarından oluşmaktadır.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
Ülke bankası olarak da nitelendirilen merkez bankaları, ekonomide parayı ve para politikasını kontrol eden,
büyük ölçüde kamu kurumu niteliğinde yapılanan ve ekonomide nihai ödünç mercii ya da likiditenin son
kaynağı olarak faaliyette bulunan bir banka türüdür. Merkez bankalarının en temel niteliği, ekonomiyi
fonlayacak en son makam olmasıdır. Bankalar ellerindeki ticari senetleri merkez bankasına iskonto ettirmek
suretiyle kısa vadeli bu krediyi temin edebilirler. Bu krediye reeskont kredisi, buna uygulanan iskonto ya da faiz
oranına da reeskont oranı denir.
Merkez bankalarının en önemli görevi, bir ekonomideki iktisadi atmosferin kontrol edilmesinde
para politikası araçlarından yararlanarak politika yapıcılara yardımcı olmaktır.
25.04.2001 tarih ve 4651 sayılı kanunla TCMB’ nin temel görevi, fiyat istikrarını sağlamak ve enflasyonu
kontrol altında tutmak şeklinde tanımlanmıştır. Kanuna göre, TCMB fiyat istikrarını sağlamak için
uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler ve fiyat
istikrarını sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını destekler.
Bununla birlikte, TCMB açık piyasa işlemleri, reeskont ve avans işlemleri, döviz rezervlerinin yönetilmesi, mali
piyasaların izlenmesi ve zorunlu karşılıkların belirlenmesi gibi ek görevleri de yerine getirir.
TCMB’ nin temel görevleri şunlardır:
Ñ Açık piyasa işlemleri yapmak
Ñ Hükümetle birlikte Türk Lirası’nın (TL) iç ve dış değerini korumak için gerekli tedbirleri almak
Ñ TL’nin yabancı paralar ile altın karşısındaki denkliğini tespit etmeye yönelik kur rejimini belirlemek
Ñ TL’nin yabancı paralar karşısındaki değerinin belirlenmesi için döviz ve efektiflerin vadesiz ve vadeli
alım ve satımı ile dövizlerin TL ile değişimi ve diğer türev işlemlerini yapmak
Ñ Bankaların ve Bankaca (TCMB) uygun görülecek diğer mali kurumların yükümlülüklerini esas alarak
zorunlu karşılıklar ve genel disponibilite ile ilgili usul ve esasları belirlemek
Ñ Reeskont ve avans işlemleri yapmak
Ülke altın ve döviz rezervlerini yönetmek
Ñ Türk Lirası’nın hacim ve tedavülünü düzenlemek, ödeme ve menkul kıymet transferi ve mutabakat
sistemleri kurmak, kurulmuş ve kurulacak sistemlerin kesintisiz işlemesini ve denetimini sağlayacak
düzenlemeleri yapmak, ödemeler için elektronik ortam da dâhil olmak üzere kullanılacak yöntemleri ve
araçları belirlemek
Ñ Finansal sistemde istikrarı sağlayıcı; para ve döviz piyasaları ile ilgili düzenleyici tedbirleri almak
Ñ Mali piyasaları izlemek
Ñ Bankalardaki mevduatın vade ve türleri ile katılım bankalarındaki katılma hesaplarının vadelerini
belirlemektir.
o Disponibilite: Mevduat kabul eden bankaların taahhütlerine karşılık olarak nakit veya
kolaylıkla nakde çevrilebilir (likiditesi yüksek) değerler bulundurma zorunluluğuna denir.
TCMB’ nin temel yetkileri ise şunlardır:
Türkiye’de banknot ihracı imtiyazı tek elden Banka’ya (TCMB) aittir.
TCMB, hükûmetle birlikte enflasyon hedefini tespit eder, buna uyumlu olarak para politikasını belirler.
Banka, para politikasının uygulanmasında tek yetkili ve sorumludur.
Banka, fiyat istikrarını sağlamak amacıyla Kanun’da belirtilen para politikası araçlarını kullanmaya,
uygun bulacağı diğer para politikası araçlarını da doğrudan belirlemeye ve uygulamaya yetkilidir.
TCMB, olağanüstü hâllerde ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) kaynaklarının ihtiyacı
karşılamaması durumunda, belirleyeceği usul ve esaslara göre bu Fon’a avans vermeye yetkilidir.
Banka, nihai kredi mercii olarak bankalara kredi verme işlerini yürütür.
18
TCMB, bankaların ödünç para verme işlemlerinde ve mevduat kabulünde uygulayacakları faiz
oranlarını, belirleyeceği usul ve esaslara göre bankalardan istemeye yetkilidir.
Banka, mali piyasaları izlemek amacıyla bankalar ve diğer mali kurumlardan ve bunları düzenlemek ve
denetlemekle görevli kurum ve kuruluşlardan gerekli bilgileri istemeye ve istatistiki bilgi toplamaya
yetkilidir.
TCMB 2001 krizinden sonraki yıllarda esas olarak fiyat istikrarını sağlamaya odaklanmış; bunu sağlamak için de
genel olarak faiz oranlarını yüksek tutarak iç talebi kontrol etmeye çalışmıştır.
2008’in son çeyreğinde küresel finansal kriz patlak verince, TCMB pek çok diğer merkez bankası gibi fiyat
istikrarından çok, büyüme ve istihdam kaygılarını öne çekerek faiz oranlarında her ay kademeli bir indirime
gitmiştir. 2011 yılına gelindiğinde ise küresel krizin borç krizine dönüşmesi ve bunun finans ve bankacılık
sektörünü de içine alacak bir istikrarsızlığa doğru sürüklenmesi tehlikesine karşı TCMB finansal istikrarı
sağlamayı öncelikli hedef olarak görmeye başlamıştır. Banka politikasında faiz oranları yerine karşılıkları
yükseltmeyi tercih etmiştir.
Banka diğer yandan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ile birlikte sorunsuz kredi kullanımını
hem arz edenler hem de talep edenler yönünden daraltma yoluna gitmiştir.
2011 yılında enflasyon oranlarının hedeflerin çok üzerinde çıkması ve finans sektöründe bir kriz algısının
bulunmamasından dolayı, TCMB 2012 yılında fiyat istikrarı önceliğine geri dönmüş ve politika faiz oranları
üzerinden iç talep büyümesinin yavaşlatılmasına yönelik yeniden parasal sıkılaştırma uygulamalarına
başlamıştır. Bu çerçevede, bir yandan tasarruf açığının daraltılması, diğer yandan kısa vadeli sermaye
girişlerinin caydırılması için başka para politikası önlemleri alınmıştır. MB 2011 yılında zorunlu karşılıkların
kısmen de olsa yabancı para cinsinden tutulması na karar vermiştir. Bu karar ilk etapta MB rezervlerini artırmış
olsa da daha sonra döviz talebin artmasına ve bunun da bir kısmının MB rezervlerinden karşılanmasına ve
rezervlerin azalmasına neden olmuştur. Bu durum, doğal olarak net iç varlıkların ve parasal tabanın
küçülmesine yol açmıştır.
Mevduat Bankaları
Temel faaliyet alanı, para ve paranın ikamesi olarak menkul değerlerin alım ve satımı olan bankalara
mevduat ya da ticaret bankaları adı verilir. Bu çerçevede ticaret bankaları; bireyler, firmalar ve resmi
kurumlardan sağladıkları fonları, ihtiyacı olanlara kredi, plasman ve menkul değer olarak transfer eder. Bu
transfer işlemi esnasında fon temini ve aktarımından doğan maliyet ile getiri arasındaki fark ise ticaret
bankalarının temel gelirlerini oluşturur.
Bir ekonomide merkez bankaları para basmak ve bunu piyasaya sürmek ve çekmek suretiyle para arzını artırır
ve azaltır. Asli para olarak bilinen bu emisyon yoluyla parasal genişleme veya daralma sürecine, ticaret
bankaları hesaptan hesaba devir yaparak, kaydi para üretmek suretiyle katkı sağlarlar.
Kaydi para, bankaya yatırılan mevduatın belli bir kısmının yasal zorunluluk olarak tutulması kalanın ise kredi
veya başka yollarla piyasaya sürülmesi, bundan bankacılık sistemine geri dönen kısmın aynı süreçle yeniden
piyasaya çıkması ne tekrar geri dönmesi ile kümülatif bir paranın üretilmiş olmasıdır.
Katılım Bankaları
Hizmet tanımını faizsiz bankacılık olarak yapan katılım bankaları, parayı ticarete doğrudan konu
olan bir meta şeklinde görmeyen, onu ticarette mübadelenin yapılmasına imkân tanıyan bir araç olarak ele
alan bir finansal aracı türüdür. Katılım bankalarının fon kaynakları ve fon toplama yöntemleri ticari
bankalarınkinden farklıdır. Buna göre, bu bankalar fon arz edenlere, faiz yerine kâr-zarar ortaklığına dayalı bir
sözleşme önerirler. Dolayısıyla topladıkları fonlar diğer bankalardaki mevduat hesaplarına benzese de onlarda
olduğu gibi önceden belli bir faiz oranı vaat edemezler. Dönem sonunda piyasada geçerli getiri oranlarına
yakın bir kâr payı verirler. Topladıkları fonlar; vadesiz ise özel cari hesaplar, vadeli ise kâr ve zarara katılma
hesapları olarak kaydedilir. Ayrıca, diğer ticari bankalarda olduğu gibi kısa vadeli her türden borçlanma
işlemine giremezler. Bu doğrultuda toplanan fonlar, sadece fon talebinde bulunan kişilere kredi şeklinde
kullandırılabilir. Söz konusu krediler nakdi ve gayri-nakdi biçimde olur. Gayri-nakdi krediler ticaret
bankalarındaki gibi teminat mektupları ve garanti belgeleridir. Nakdi krediler ise şunlardır: Kâr-zarar ortaklığı,
üretim ya da kurumsal destekler, iştirak, finansal kiralama (leasing)ve bireysel finansman desteği.
19
Kalkınma ve Yatırım Bankaları
Kalkınma Bankası: Çoğu zaman birlikte değerlendirilmesine rağmen, gelişmekte olan ülkelerde sermaye
yetersizliği içindeki firmalara veya büyük sanayi firmalarının yapacağı yatırımlara kaynak ve teknik
yardım sağlayarak ekonomik kalkınmayı hızlandırma amacı güden finansal aracılara denir.
Yatırım Bankası: Gelişmiş ülkelerde atıl fonlara sahip kurumsal yatırımcılara fonlarını menkul değer alım ve
satımı ile değerlendirmelerinde aracılık ve danışmanlık yapan, işletmelere doğrudan kredi vermeyen ancak
işletmelerin orta ve uzun vadeli fon gereksinimlerini karşılayan finansal aracılara denir.
Bankacılık Sektörü ile İlgili Son Gelişmeler
Türkiye’de faaliyet gösteren toplam banka sayısı 2002-2011 döneminde 58’den 48’e düşmüş (1999’da 81);
buna karşılık, katılım bankaları hariç şube sayısı 6.106’dan 9.833’e, çalışan sayısı ise 123.271’den 181.418’e
yükselmiştir. Banka sayısı yaklaşık %19 azalırken, şube sayısı %61, çalışan sayısı ise %47 artış göstermiştir.
Böylece, banka başına şube sayısı 113’ten 223’e, banka başına çalışan sayısı da 2.283’ten 4.123’e çıkmıştır.
Bankacılık sektöründeki en önemli değişikliklerden biri
de mevduat bankaları nın alt bileşenlerinin dağılımında
meydana gelen ciddi değişikliktir. Buna göre, bu yıllar
arasında özel sermayeli banka sayısı 20’den 11’e
gerilerken, yabancı sermayeli banka sayısının sadece
15’ten 16’ya çıkmasına karşılık, bu bankaların şube sayısı
da 206’dan 1.937’ye yükselmiştir. Ancak banka başına
şube ve çalışan sayıları itibarıyla kamu bankaları sırasıyla
970 ve 16.746 sayıları ile rekabet edilemez bir öncülüğe
sahiptirler.
Mart 2012 itibarıyla faaliyet gösteren 31 mevduat bankasından 3’ü kamu sermayeli, 11’i özel sermayeli,
16’sı yabancı sermayeli, 1’i Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiş ve 13’ü de kalkınma ve
yatırım bankasıdır.
Banka gruplarının toplam aktifler, mevduatlar ve
krediler bakımından sektör paylarında zaman
içindeki değişimin (2002 ve 2011 verileri itibarıyla)
bakıldığında; Kamu bankalarının toplam
aktiflerdeki ve mevduattaki payı azalırken,
kredilerdeki payı artmış (hem de oldukça ciddi
oranda), özel bankaların tüm kategorilerde payı
azalmış, yabancı bankaların payı ise tam tersine
tüm kategorilerde 4 ila 6 kat düzeyinde artmıştır.
Son yıllarda fiyatlar genel düzeyinin (enflasyonun) düşmesi, kurun nispeten istikrarlı bir seyir izlemesi ve TL’nin
güçlenmesine bağlı olarak, aktifler ve pasiflerdeki para ikamesi azalmış olsa da 2011’deki kur artışına bağlı
olarak yabancı para oranı aktiflerde %31, pasiflerde ise %36 olarak gerçekleşmiştir..
Kredilerin dağılımına bakıldığında; kurumsal kredilerin payının %86’dan %68’e gerilemiştir. Aynı yıllarda
takipteki kredilerin toplam krediler içindeki payı (brüt) sektör genelinde %21,3’ten %2,8’e (net olarak %0,6)
gerilemiş; dolayısıyla kredi riski tüm banka gruplarında, bilhassa da kamu bankalarında oldukça azalmıştır.
Sermaye yeterlilik oranı (SYO) 2001 krizinden sonra sürekli olarak yasal hedefin çok üzerinde seyretmiştir.
2011 yılından itibaren sektörde özkaynak kârlılığında da ciddi düşüşler olmuş, %20’lerdeki seviye %15’lere,
ardından daha da düşük seviyelere gerilemiştir
Şube dışı işlemlere dair verilere bakıldığında ise; kredi kartı sayısı, banka kartı sayısı, POS cihazı sayısı, kredi
kartı ve banka kartı işlem hacimleri ciddi oranlarda artmıştır.
İnternet bankacılığında gelişmelerin oldukça hızlı olduğu, bankacılık işlemlerinin önemli bir kısmı artık şube
dışından gerçekleştirilmektedir.
20
Sektörün durumu uluslararası bir karşılaştırmaya tabi tutulduğunda (2010 yılı itibarıyla); son 10 yılda Türk
bankacılık sektörünün sabit fiyatlarla GSYH’ dan daha hızlı büyüdüğü, sektörün büyüklüğünün GSYH’ya
oranının gelişmekte olan ülkeler (GOÜ’ ler) ortalaması olan %89’u aşarak %94’e yükseldiği anlaşılmaktadır.
Sektörün durumunu genel olarak AB ortalaması ile kıyasladığımızda ise aradaki nitelik ve nicelik farkının büyük
olduğu görülmektedir. Nitekim aktif/GSYH oranı bakımından AB ülkeleri ortalaması Türkiye’nin yaklaşık 4 katı,
kredi/GSYH oranı bakımından ise 3 katı büyüklüğündedir.
Ekonomik Krizler ve İstikrar Politikaları
Ekonomik Krizlerin Türleri ve Sebepleri
Ekonomik krizler, reel sektör krizleri ve finansal krizler olarak iki ana başlık altında toplanabilir.
Reel krizler: Mal ve hizmet piyasalarında ortaya çıkan, enflasyon veya durgunluk şeklinde kendini
gösteren dengesizlikler ile faktör piyasalarında meydana gelen ve istihdam düzeyini etkileyen
dengesizliklerden oluşmaktadır.
Finansal krizler: Finansal piyasalarda finansal ataklarla ortaya çıkan ve ülkelerin para, bankacılık, borsa ve
diğer finansal piyasalarında büyük çaplı dalgalanmaları ifade eder.
Finansal krizlerin ortaya çıkmasında etkili olan faktörler aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Arz ve talepteki ani dalgalanmalar
Sürdürülemeyen büyüme ve belirsizliğin artması
Enflasyon ve enflasyonu düşürmeye dönük yanlış politikalar
Firma bilançolarının bozulması
Finansal serbestleşmeye erken geçiş ve deregülasyon
Aşırı borçlanma, faiz oranlarının yükselmesi ve uluslararası sermaye hareketleri
Kurdaki aşırı oynaklıklar ve yanlış kur politikaları
Finansal krizleri kaynağına göre
Borç krizleri
Borsa krizleri
Para krizleri
Bankacılık krizleri
İkiz krizler olmak üzere beş alt gruba ayırabiliriz.
Borç krizleri: Bir ülkenin kamu veya özel kesime ait dış borçlarıyla kamunun iç borçlarını ödeyememe
durumudur. Özellikle kamunun bütçe açığına dayalı mali politikaları sonucu artan kamu kesimi borçlanma
gereği (KKBG), bir taraftan reel faizleri yükseltirken, diğer yandan yeni borç bulma konusunda sıkıntılara neden
olmaktadır. Borç krizleri için verilebilecek en iyi örnek, son yıllarda Avro Bölgesi’nde başlayan ve küresel bir
krize dönüşen durumdur.
Borsa krizleri: Menkul kıymet borsalarında görülen aşırı dalgalanmalardır. Dalgalanmaların kaynağı mikro
düzeyde borsada faaliyet gösteren firmaların yapılarındaki bozulmalar olabileceği gibi, siyasi krizler veya dünya
piyasalarındaki hammadde ve emtia fiyatlarındaki hareketlilik gibi makroekonomik faktörler de olabilir.
Borsa krizleri için verilebilecek en iyi örnek 1929 Dünya Bunalımıdır.
Para krizleri: Ulusal paranın değerinde ortaya çıkan büyük çaplı dalgalanmaları ifade eder. Dış ticaret
dengesindeki açıklar, spekülatif davranışlar ve güven sorunu para krizlerinin temel sebepleridir. Söz konusu
kriz, ekonomide uygulanan kur rejimine de bağlı olarak kurda aşırı oynaklıklar, döviz rezervlerinde hızlı düşüş,
faizlerde yükselme, kısa vadede büyük çaplı sermaye çıkışı, ithalat ve ihracat fiyatlarında değişim gibi önemli
sıkıntılara neden olmaktadır.
Bankacılık krizleri: Genellikle “banka paniği” şeklinde bir ya da birkaç bankada ortaya çıkan yoğun fon
çekilişleri şeklinde başlayıp kısa sürede diğer bankalara da sirayet ederek sistemik bir hâl alan bunalım
durumudur. Bu krizler bazen sektör dışında gelişen ulusal ya da uluslararası makroekonomik
istikrarsızlıklardan (dışsal sebepler), bazen de sektörün kendi iç dinamiklerinden (içsel sebepler) ortaya
çıkabilmektedir. Bankacılık sektöründen kaynaklanan nedenlerin başında:
Yasal düzenleme ve denetlemelerdeki yetersizlikler
Zayıf muhasebe standartları
Bankaların varlık ve yükümlülüklerinin vade yapısındaki dengesizlikle
21
Ahlaki tehlike ve ters seçim sorunları
Bankaların sermaye yetersizliği ve ölçek sorunu
Risk yönetiminin zayıflığı
Kredi yoğunlaşması
Yüksek kamu açıkları gelmektedir.
İkiz kriz: Para veya bankacılık krizlerinden birinin ortaya çıkmasının ardından her iki krizin birlikte yaşandığı
durumu ifade etmek için kullanılır. 1990’lı yılların ikinci yarısında görülen Asya krizleri örneğinde olduğu gibi,
ikiz krizlerin etkisi tek bir krize göre daha şiddetli olmaktadır.
Ortodoks ve Heterodoks İstikrar Politikaları
Ekonomide istikrarın sağlanmasında temel iki unsur fiyat istikrarı ve tam istihdamın sağlanmasıdır. Bu
çerçevede uygulanabilecek istikrar politikaları ortodoks ve heterodoks politikalar olarak iki grupta
sınıflandırılır.
Ortodoks istikrar politikaları fiyat istikrarının sağlanmasında sıkı para, sıkı maliye ve sabit kur politikalarını
kullanır. Bu politikaların içeriğinde:
Kamu harcamalarının kısılması
Reel ücretlerin düşürülmesi
Kamu yardımlarının azaltılması
Para arzının daraltılması bulunmakta ve bu yolla toplam talebin kontrol altına alınması
hedeflenmektedir. Ancak bu yönde uygulanan daraltıcı politikalar bütçe disiplinini sağlamak
konusunda başarılı olsa da ekonomide durgunluğu beraberinde getirmektedir.
IMF tarafından da desteklenen ortodoks politikaların milli gelir, istihdam ve reel ücretler üzerindeki olumsuz
etkileri nedeniyle kamuoyu tarafından desteklenme oranı düşüktür. Ortodoks politikalarda piyasada oluşan
nispi fiyat yapısını bozucu etkileri nedeniyle fiyat kontrollerine sıcak bakılmamaktadır. Arz yanlı yeni
ortodoks istikrar politikalarında ise temel amaç üretimin artırılmasıdır. Yeni yaklaşımda nominal döviz kurunun
çapa olarak kullanılması önerilmektedir.
Heterodoks istikrar politikalarında programlarının temelinde ise sıkı para ve maliye politikaları ile sabit kur
sistemine ek olarak ücret ve fiyat kontrolleri şeklinde uygulanan gelirler politikası yer alır.
Bu şekilde üretim ve istihdam düzeyine zarar vermeden enflasyonla mücadele edilmesi hedeflenir.
Heterodoks istikrar programlarında özellikle yüksek enflasyon durumlarında şok politikalar savunulur.
Heterodoks programlarda her ne kadar uygulandığı dönemde enflasyonla mücadelede ortodoks politikalara
oranla daha yüksek başarı sağlansa da orta vadede diğer politika araçlarının desteği de önemli hâle
gelmektedir.
IMF türü geleneksel daraltıcı ortodoks istikrar politikalarının uygulanmasında genel olarak tercih edilen
araçlar şunlardır:
Sıkı para politikası
Faiz oranlarının yükseltilmesi
Devalüasyon
Sıkı maliye politikası (kamu harcamalarının azaltılması, kamu gelirlerinin artırılması)
Sıkı gelirler politikası
Fiyat kontrollerinin kaldırılması
Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi
Türkiye’de Ekonomik İstikrar Programları
4 Ağustos 1958 İstikrar Kararları
Türkiye’de ilk kapsamlı istikrar programı 4 Ağustos 1958’de alınan kararlardır. 1950’de iktidara gelen
Demokrat Parti Hükümeti özel sektör ağırlıklı, hafif sanayi kolları ve tarıma dayalı bir büyüme stratejisi
belirlemiştir. Dönemin başından itibaren uygun iklim koşulları, Marshall Planı kapsamında sağlanan mali
yardımlar, genişleyen tarım alanları, İkinci Dünya Savaşı sonrası atıl fonların ekonomiye dâhil olması ve kredi
koşullarının genişlemesinin etkisi ile yüksek büyüme oranları yakalanmıştır. Dış ticarette ise serbestleşmeye
(liberalizasyona) bağlı olarak özellikle 1952 yılından sonra dış ticaret açığı önemli miktarda artmıştır. 1954
yılında iklim koşullarının değişmesi ve dış yardımların azalmasıyla birlikte yıllık büyüme oranları düşmeye
başlamış, enflasyon oranları yükselmiş ve döviz sıkıntısı baş göstermiştir.
22
Diğer yandan döviz rezervlerindeki azalmanın ithalat üzerindeki daraltıcı etkisi ve para arzını artırıcı politikalar,
yüksek fiyat artışları yaşanmasına yol açmıştır. Özellikle 1957 yılından itibaren büyüme oranındaki sert düşüş
ve kamuoyundaki devalüasyon beklentisinin de etkisiyle 4 Ağustos 1958 İstikrar Kararları yürürlüğe
konmuştur. IMF desteği ile oluşturulan istikrar programı kapsamında yapılan düzenlemeler şunlardır:
Dolar kuru 2.8 TL’den 9 TL’ye çıkarılarak devalüasyon yapılmış, döviz alım işlemlerinde 1 dolar başına
6,22 TL vergi alınması kararlaştırılmıştır
Bütçe dengesinin sağlanması amacıyla kamu harcamalarında kısıntı yapılmış, KİT ürünlerine zam
yapılmış ve KİT’lerin Merkez Bankası kaynaklarıyla finansmanına sınırlamalar getirilmiştir.
422 milyon dolar düzeyindeki dış borçlar ertelenmiş ve yeni bir ödeme planına bağlanmıştır
(moratoryum). Buna ek olarak IMF, ABD ve Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nden (OEEC) toplam 359
milyon dolarlık yeni kredi sağlanmıştır.
Dış ticarette serbestleşmeye gidilmiş, bu kapsamda ithalat üçer aylık programlara bağlanmış,
hammadde ve ara malı ithalatına öncelik verilmiş, ihracatta ise fiyat kontrollerinde bürokratik
işlemlerin hafifletilmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır.
Emisyon hacmi kısıtlanmıştır.
o 4 Ağustos 1958 İstikrar Kararları genel olarak açık finansman ve para arzındaki artışları
frenleyerek enflasyonla mücadele amacını taşımaktadır.
10 Ağustos 1970 İstikrar Programı ve 1970’li Yıllar
1963 yılından itibaren uygulamaya konulan beş yıllık kalkınma planları (BYKP) ekonomik büyüme, ödemeler
dengesi, fiyat istikrarı ve bütçe ile ilgili somut hedefler ortaya koymuş ve ekonomi politikaları planlardaki bu
hedefleri gerçekleştirecek şekilde tasarlanmaya başlanmıştır. Planlarda özellikle yatırımların artırılması ve hızlı
büyüme ön planda tutulmuştur.
1963 sonrasında %5-6’larda dalgalanan yıllık enflasyon oranı dönemin sonlarına doğru yaşanan olumsuz
gelişmelerin etkisiyle hızla yükselmeye başlamıştır. Bu ortamda hükümet 10 Ağustos 1970 tarihinde istikrar
kararlarını açıklamıştır. Program kapsamında;
Yüzde 67 oranında devalüasyon yapılmış, dolar kuru 15 TL olarak belirlenmiştir.
Mali disiplin kapsamında vergiler yükseltilmiş, maaş ve ücretler dondurulmuş, KİT ürünlerine zam
yapılmıştır.
Ekonomide arzın daralmasını gidermek amacıyla ithalatta teminat oranları düşürülmüş, miktar
kısıtlamaları da azaltılmıştır.
Uygulamaya konulan tedbirlerin ardından dış kaynak konusunda önemli gelişmeler sağlanmıştır. IMF’den
alınan yeni krediler, artan işçi döviz gelirleri, hammadde ve mamul ihracatında artış ve kısa vadeli dış borçlar
sayesinde 1973 yılında ilk kez ödemeler dengesi fazla vermiştir. Sonraki yıllarda da olumlu hava bir süre daha
devam etmiş, kalkınma planlarında öngörülen ortalama yıllık büyüme oranları yakalanmış, dolar kuru
13,5 TL’ye kadar düşmüş, enflasyon oranı 1971-77 yılları arasında ortalama %18’lerde seyretmiştir.
Ne var ki, yukarıdaki olumlu gelişmeler uzun sürmemiştir. Uluslararası piyasalarda 1974’teki ilk petrol şoku ve
1978 yılındaki petrol krizinin ardından petrol fiyatlarındaki artışlar ekonomiyi birçok kanaldan olumsuz yönde
etkilemiştir.
Tüm bu faktörlerin etkisiyle, 1978’e gelindiğinde enflasyon oranı %53’e, dış borç tutarı 4,8 milyar dolara
yükselmiş, büyüme oranı ise %1,2’ye kadar gerilemiştir. İç ve dış kaynak yetersizliği nedeniyle, hemen her
alanda üretim kapasitesi sınırlanmıştır. Hızla artan maliyet baskısı altında ekonominin üretim ve rekabet
gücü düşmüştür. Yükselen fiyatlar genel düzeyi nedeniyle yaşam maliyeti sürekli olarak artmıştır. Bu şartlar
altında, önemli ölçüde dışa kapalı, katı devletçi bir ithal ikameci ekonomik yapı çeşitli zorluklarla karşı karşıya
kalmıştır. Dönemin başbakanlarından Süleyman Demirel’in ifadesiyle ülke, 70 sente muhtaç hâle gelmiştir”.
Bunalımdan çıkış için dış kaynak gereksinimi nedeniyle IMF ile gerçekleştirilen görüşmeler sonrasında 1978 ve
1979 yıllarında iki istikrar programı uygulamaya konmuştur.
24 Ocak 1980 Kararları
Ekonomideki kötüye gidişi önlemek amacıyla 1978 ve 1979 yıllarında kararlaştırılan tedbirlerin etkin şekilde
uygulanamaması sonucunda, 24 Ocak 1980 tarihinde daha kapsamlı bir istikrar programı yürürlüğe
konulmuştur.
23
Program, temelde ortodoks nitelikli politikalara dayanmaktadır. Kamu açıkları, para arzındaki artış ve Türk
Lirası’nın aşırı değerlenmesi, ödemeler dengesi açıkları ve enflasyonun temel nedeni olarak görülmüştür. Bu
kapsamda sıkı para ve maliye politikalarına dayalı tedbirler üzerinde durulmuştur.
24 Ocak Kararları’nın daha önceki istikrar tedbirlerinden önemli bir farkı, ithal ikameci sanayileşmenin terk
edilerek ihracata dayalı sanayileşme benimsenmiş olmasıdır. Artık piyasa ekonomisine dayalı, dışa açık ve
ihracata yönelik üretimi esas alan bir kalkınma politikası söz konusudur. Dolayısıyla tedbirler kısa vadeli
hedeflerin yanında, ülke ekonomisinde yapısal dönüşümü sağlayacak uzun vadeli stratejileri de
belirlemektedir. Bu amaçlar doğrultusunda 24 Ocak 1980’de Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilen 17
karar ve Haziran 1980’de ek olarak uygulamaya konan 33 karar genel hatlarıyla şu şekilde özetlenebilir:
Yüzde 48,6’lık bir devalüasyon yapılmış, dolar kuru 47,1 TL’den 70 TL’ye yükseltilmiştir. 1 Mayıs
1980’den itibaren günlük kur uygulamasına geçilmiştir.
Döviz alım satımları serbest bırakılmıştır.
Fiyatların piyasa koşullarında belirlenmesi hedefi doğrultusunda Fiyat Saptama-Kontrol Koordinasyon
Komitesi kaldırılmıştır. Bu sayede mal ve hizmet piyasaları ile üretim faktörleri piyasalarında fiyatların
arz ve talep koşullarında belirlenmesi amaçlanmıştır.
Kredi ve vadeli mevduat faiz oranları serbest bırakılmıştır. 1980 öncesi uygulanan negatif reel faiz
uygulamasından vazgeçilmiştir. 1983 yılında ise faiz oranlarını belirleme yetkisi TCMB’ye verilmiştir.
Kamu sektörünün küçültülmesi amacı doğrultusunda özelleştirme politikası gündeme alınmış, kamu
tarafından üretilen malların kapsamı daraltılmış, kamu harcamalarında kesintiye gidilmiştir.
Yine bu kapsamda tarım ürünlerinde destekleme alımları sınırlandırılmış, sübvansiyonların kapsamı
daraltılmış, KİT’lerin kendi ürünlerinin fiyatlarını belirlemelerine izin verilmiştir.
Dış ticarette serbestleşme hedefine yönelik olarak ihracat artışı sağlamak amacıyla ihracat kredileri,
ihracata yönelik yeni teşvikler, ihracatta vergi iadesi uygulaması, yeni vergi muafiyeti ve istisnalar
uygulamaya konmuştur. İthalatın serbestleştirilmesi konusunda ise ithaline izin verilen mallar listesi
yerine ithaline izin verilmeyen ürünlerin listesi belirlenmiştir.
Yabancı sermayeyi teşvik için yeni düzenlemeler yapılmış, bürokratik işlemlerin basitleştirilmesi için 50
milyon dolara kadar olan yabancı sermaye girişleri için Başbakanlığa bağlı Yabancı Sermaye Dairesi
görevlendirilmiştir.
24 Ocak Kararları’nın yürürlüğe girmesinin ardından 1979-1980 yıllarındaki küçülmenin aksine ekonomide
1981 yılında %4,8’lik büyüme sağlanmıştır. Büyüme oranında en büyük pay, atıl kapasitenin harekete
geçmesi sonrası sanayi sektöründe kaydedilen % 9,9’luk üretim artışına aittir.
Daraltıcı tedbirler fiyat istikrarı üzerinde kısa dönemde olumlu sonuçlar doğurmuş, enflasyon oranı üç haneli
değerlerden 1981 yılında %36,8’e gerilemiştir. Bu dönemde bütçe açığında da düzelme sağlanmış, kamu
personel harcamaları azalmış, buna karşılık faiz ödemelerinde artış olmuştur.
Ancak, istikrar kararları sonucu oluşan olumlu hava devam edememiştir. Büyüme hızı kısa vadeli hedefler
doğrultusunda kamu yatırımlarının kısılması ve para arzının kontrol altında tutulması politikaları nedeniyle
sınırlı olmuştur. Özellikle seçim yılı olan 1983’te bütçe dengesi yeniden bozulmuş, enflasyon tekrar
yükselmeye başlamıştır. Uygulanan pozitif reel faiz politikası sonrası bankerler ve bankaların faiz oranı
rekabeti ve sonrasında art arda gelen iflaslar finans piyasalarının düzenlenmesinin önemini göstermiş ve 1982
yılında Sermaye Piyasası Kanunu çıkarılmıştır. 1980 sonrasında dış borçlar da sürekli artmıştır.
Sonuç olarak, 24 Ocak Kararları ekonomide uzun vadeli istikrarı sağlayamamıştır. Yetersiz büyüme oranları,
artan işsizlik, yükselen kamu açıkları ve sürekli büyüyen dış borçlar nedeniyle, 1988 yılında ekonomide yeni
bir kriz yaşanmıştır.
5 Nisan 1994 Kararları
Krizin Ortaya Çıkış Süreci
1990-1993 yılları arasında ekonomi ortalama %6 büyümekle birlikte istikrarsız bir seyir izlemiştir. Bu dönemde
büyümenin temel kaynakları finansal serbestleşmenin ardından artan sermaye girişi, kamu harcamalarını
artırıcı ve açık finansman sistemine dayalı bütçe politikası ve bankacılık sisteminin iç piyasaya yönelik açmış
olduğu kredilerdeki yüksek artışlardır. Ancak sağlam iktisadi temellere dayanmayan bu süreç orta vadede
sorunları da beraberinde getirmiştir.
24
Artan kamu açıkları, iç borçlanma ve TCMB kaynakları yoluyla finanse edilmiştir. Bütçenin finansmanına ek
olarak kaynak yetersizliği sonrası dış borçların ödenmesinde dâhi iç borçlanmaya gidilmesi, faiz oranlarının
hızla yükselmesine yol açmıştır. Merkez Bankası’ndan finansman ise döviz rezervlerinin giderek azalmasına
neden olmuştur. Yükselen faiz oranları ise ülkeye sıcak para girişini artırmış ve TL’nin aşırı değer kazanmasına
yol açmıştır. Bu ise bir taraftan ihracatta rekabet gücünün azalmasına ve ithalatın yükselmesine yol açarak reel
sektörü olumsuz etkilerken, diğer yandan dış ticaret açığını artırarak dış dengenin bozulmasına sebep
olmuştur.
Finansal sistemde ise bankaların sürekli artan açık pozisyonlarının 1994’e gelindiğinde 5 milyar dolara
ulaşmıştır. Bankacılık sektörü, temel amacı olan kredi sağlama işlevinden giderek uzaklaşmıştır.
Diğer yandan TCMB’ nin döviz kurlarında yükselmeyi önlemek için piyasaya döviz enjekte etmesi kırılganlığı
ve dalgalanmaları artırıcı unsurlar olmuştur. Bunlara;
1990 yılında I. Körfez Savaşı’nın etkisiyle bankalardaki mevduatların geri çekilmesi
1991 yılındaki erken seçim öncesinde başlayan ve ardından gelen iktidarında mali ve parasal disiplin
konusunda yeterince hassas olmaması nedeniyle kamu finansmanında ciddi sıkıntıların baş göstermesi
1994 yılındaki yerel seçimlerin kamu harcamalarını artırıcı etkisi
Bu dönemde dünya ekonomisinde yaşanan genel durgunluk
1994 yılında uluslararası derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmeleri de
eklenince, ekonomide kriz ortamı oluşmuştur.
5 Nisan 1994 Kararlarının Kapsamı
Ekonomideki kriz ortamına çözüm olarak 5 Nisan 1994 Kararları yürürlüğe konmuştur. Programın kısa vadeli
hedefi, döviz piyasası ve dış dengede istikrarın sağlanmasıdır. 5 Nisan Kararları, konjonktürel ve yapısal
hedeflere yönelik kararlar olarak iki ana bölümden oluşmaktadır.
Program kapsamında yapılan düzenlemeler şunlardır:
Kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG) ve enflasyonu düşürmeye yönelik olarak kamu harcamalarının
azaltılması ve gelirlerin artırılması: Bu kapsamda kamuya yeni personel alımı durdurulmuş, maaş ve
ücret artışları sınırlandırılmış, vergi oranları artırılmış ve bazı ek vergiler konmuş, KİT ve TEKEL
ürünlerinin fiyatlarında yüksek oranlı artışlar yapılmıştır.
Finans piyasalarına yönelik olarak mevduatlara getirilen garanti 50 milyondan 150 milyon TL’ye
yükseltilmiş, 6 Mayıs 1994’ten itibaren de mevduatların tamamı güvence altına alınmıştır. Hazine’nin
Merkez Bankası’ndan (TCMB’den) kısa vadeli avans kullanımına sınırlama getirilmiştir. Merkez
Bankası’nın özerkliğini artırmaya yönelik yeni tedbirler yürürlüğe konmuştur.
Yapısal sorunların çözümüne yönelik olarak KİT’lerin yapısının yeniden düzenlenmesi, özelleştirme
politikasının etkin bir şekilde uygulanması, sosyal güvenlik reformu ve tarımsal destekleme
politikasının yeniden düzenlenmesine yönelik kararlar alınmıştır.
5 Nisan Kararları, içeriği itibarıyla hem ortodoks hem heterodoks özellikler göstermektedir. Ancak, programın
tamamının kararlılıkla uygulandığını ve hedeflerinin tamamının tutturulduğunu söylemek mümkün değildir.
Diğer yandan, dış dengede ekonomideki daralmanın da etkisiyle iyileşmeler görülmüştür. TL’nin değer
kaybetmesi ithalatı pahalı hâle getirmiş, buna iç talepteki daralma ve yurt dışı kredi imkânlarının azalması da
eklenince, 1994 yılında ithalat ciddi oranda azalmıştır. İhracatta artışın devam etmesi dış dengeyi olumlu
yönde etkilemiş, 14 milyar dolar dolayındaki açık 1995 yılında 5 milyar dolar dolayına kadar gerilemiştir. Aynı
şekilde cari işlemler açığının milli gelir içindeki payında da ekonomiyi tehdit edecek bir durum oluşmamıştır.
Ancak, ihracatın ithalatı karşılama oranı mütevazı seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.
Bu dönemde daraltıcı mali politikalar sayesinde kamu açıklarında da azalma sağlanmış, ancak bu süreklilik arz
etmemiştir. 1994’ün ilk yarısında yaşanan belirsizlik nedeniyle mevduatların geri çekilmesi ve bankaların
bilanço yapılarındaki bozulmaların etkisi ile banka iflasları yaşanmıştır. Banka iflaslarını önlemek ve mevduat
kaçışını engellemek için mevduatların tamamına devlet güvencesi getirilmiştir. Netice itibarıyla uygulanan
daraltıcı politikalar ve alınan tedbirlere rağmen, enflasyonun düşürülememesi, programın yükünün büyük
ölçüde dar gelirliler üzerinde kalmasına, dolayısıyla gelir dağılımının zarar görmesine yol açmıştır.
1995-1999 Döneminde Ekonomik Gelişmeler ve İstikrar Tedbirleri
1994 yılında yaşanan krizin etkileri düzeltilmeye çalışılırken, bir sonraki yıldan itibaren Türk ekonomisi hem
yurtiçi hem de yurtdışı kaynaklı birçok faktörün tesiri altına girmiştir. 1/95 sayılı OKK (Ortaklık Konseyi Kararı)
uyarınca 1 Ocak 1996’dan itibaren Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nde son döneme girilmesi dış
25
ticarette yeni bir dönemi başlatmıştır. Türkiye’nin sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinde AB menşeli ürünlere
gümrük vergilerini kaldırması Türkiye’nin dış ticaret açığına olumsuz katkı yapmıştır. Diğer yandan 1995-1999
döneminde siyasi istikrarsızlık artmış, beş yılda 7 hükümet değişmiştir. Siyasi istikrarsızlıklar beraberinde
ekonomik belirsizlikleri getirmiş, uzun vadeli politikalar üretilmesi veya üretilen uzun vadeli politikaların
uygulanması konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.
1997 yılına gelindiğinde, Tayland’da başlayan kriz, önce diğer Güneydoğu Asya ülkelerine sıçramış, ardından
Rusya ve Latin Amerika ülkelerini etkisi altına alarak küresel bir kriz hâline gelmiştir. Bu gelişmeler Türk
ekonomisini doğrudan olumsuz bir şekilde etkilemeye başlamıştır.
1997 yılı, Güneydoğu Asya Krizi’nin yansımalarına ek olarak ülke içerisindeki yapısal sorunların da kendini
göstermeye başladığı bir yıl olmuştur. Enflasyon hedefi ile tutarlı kur politikalarında ve para politikası
değişkeni olarak kullanılan faiz oranında krizin de etkisiyle gelişmeler meydana gelmiştir.
1998’e gelindiğinde, hem ihracat hem ithalatta gerileme yaşanmıştır. Yılın ikinci çeyreğinden itibaren iç talebin
de daralmasıyla büyüme rakamları gerilemiştir. Bu dönemde yüksek faiz oranlarının etkisiyle büyük
şirketlerin kârlarının önemli bir kısmını yatırımlar yerine kamu açıklarını finanse etmeye ayırması,
bankaların da benzer şekilde kredi işlemleri yerine kaynaklarını devlet iç borçlanma senetlerinde
değerlendirmeleri, finans piyasalarını dalgalanmalara karşı daha savunmasız hâle getirmiştir.
Bu ortamda yürürlüğe konan istikrar tedbirleri şu şekilde özetlenebilir;
1997 yılı Ağustos ve Eylül aylarında Hükümet para piyasaları ile ilgili acil tedbirleri hayata geçirerek
uluslararası krizin Türkiye’ye sıçramasına mani olmuş ancak ihracattaki azalma reel sektörü etkilemiştir.
26 Haziran 1998’de IMF ile bir buçuk yıllık Yakın İzleme Anlaşması imzalanmış, bu program
kapsamında IMF’den kredi kullanılmamış, üçer aylık dönemler itibarıyla ekonomideki gelişmelerin
gözden geçirilmesi konusunda anlaşılmıştır.
11 Aralık 1998 tarihinde ithalatı azaltma ve ihracatın artırılmasına yönelik bir dizi önlem paketi
uygulamaya konmuştur.
Söz konusu olumsuzluklara ek olarak Nisan 1999 genel seçimleri, 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 Depremleri,
kamu harcamalarının artmasına neden olmuştur.
Aralık ayının başında IMF ile üç yıllık Stand-by (Destekleme) Düzenlemesi içeren niyet mektubu gönderilmiş
ve 9 Aralık 1999’da 2000-2002 dönemini kapsayan Enflasyonla Mücadele Programı (9 Aralık 1999 Kararları)
yürürlüğe konmuştur. Programın amacı, ekonomideki belirsizlikleri gidererek ve enflasyon beklentisini
azaltarak reel faizler ile enflasyonda düşüş sağlamak ve ekonomik büyümeyi hızlandırmaktır.
Programın üç temel unsuru vardır:
¬ Faiz dışı fazlanın artırılmasına yönelik sıkı maliye politikası
¬ Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası
¬ Uzun dönemli beklentileri iyileştirmeyi ve bu şekilde reel faizlerin düşürülmesini sağlayacak para ve kur
politikaları.
Program çerçevesinde döviz kurlarında ilk 18 aylık dönem için enflasyon hedefine uygun kur sepeti
(1 ABD Doları + 0,77 Euro) nominal döviz kuru çapası oluşturulmuş, sonraki 18 ay için ise kademeli olarak
genişleyen bant uygulaması benimsenmiştir.
Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri ile Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
Türkiye 2000 yılından itibaren artan likidite sıkıntısı, yapısal sorunlar, spekülatif hareketler ve siyasi
istikrarsızlığın etkisi ile yıl sonunda tarihinin en büyük krizlerinden biriyle karşı karşıya kalmış, ekonomide 1950
sonrasındaki en büyük daralma yaşanmıştır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda sıcak para girişi ile finanse edilen
büyüme, 1998 sonrası uluslararası piyasalarda yaşanan krizlerin ardından sürdürülemez bir nitelik kazanmıştır.
2001’de ekonomik büyüme -%9,5 olarak gerçeklemiş, ekonomi ciddi bir şekilde daralmıştır. Bütçe açıklarının
milli gelir içindeki payı hızla yükselmeye devam etmiş ve %16’ya ulaşmıştır. Uygulamaya konulan Enflasyonla
Mücadele Programı’nın sürdürülebilirliğine olan inanç, cari işlemler dengesindeki bozulma, yapısal
reformlardaki gecikmeler, bankacılık sektöründeki sorunların etkisiyle azalmış, piyasalardaki devalüasyon
beklentisine karşılık gelmeyince, yabancı sermaye ülkeyi terk etmeye başlamıştır. Krizin ortaya çıkışında
bankacılık sektöründe yaşanan sıkıntılar önemli role sahiptir.
26
Türk bankacılık sektörünün söz konusu dönemde temel sıkıntıları şu şekilde sıralanabilir:
Bankaların pasiflerindeki yabancı para ağırlığı (döviz pozisyon açığı)
Bankaların kaynaklarını yoğun olarak kamu iç borç senetlerinde kullanması
Aktif ve pasif kalemleri arasında vade uyumsuzluğu
Yasal altyapının finansal serbestleşmeyi takip edememesi
Bankaların küçük ölçekli olması ve öz kaynaklarının yeterli olmaması
Kamu bankalarının görev zararlarının artması
Özel bankaların önemli kısmının holding ya da grup bankası olması
1999 sonrasında TL’nin aşırı değerlenmesi, bunun uzun vadede sürdürülemeyeceği beklentisini doğurmuştur.
Ekim 2000’de Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde azalma başlamıştır. Ayrıca, 2000 yılı başında IMF destekli
istikrar programı uygulamaya başlanmış, hemen ardından faiz oranları aşırı şekilde düşmüş; takip eden
günlerde elinde bol miktarda kamu kâğıdı bulunduran bankalar giderek artan bir likidite sorunu ile karşı
karşıya kalmıştır. Kasım 2000’de bankaların likidite ihtiyaçlarının iyice artması, faiz oranlarını yükseltmiş, döviz
talebi artmış ve bir panik havası oluşmuştur. Bankalar arası piyasada çözülemeyen likidite sıkıntısına yönelik
Merkez Bankası da ciddi bir tedbir almayınca, bunalımın derinleşmesi, bazı bankaların iflası ve bunun bir kriz
hâline gelmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir.
Gelişmeler sonrası bankalar arası gecelik faiz oranları %873’e kadar yükselmiş, önemli miktarda sermaye çıkışı
olmuştur. Merkez Bankası’nın dalgalanmalar karşısında önlem olarak döviz rezervlerini kullanması ve alınan
diğer tedbirler ile IMF kaynaklarının kullanılması sonrasında piyasalar bir miktar rahatlamıştır.
Fakat 19 Şubat 2001 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanı arasında bir Milli Güvenlik Kurulu
toplantısında yaşanan gerginliğin etkisi ile zaten aşırı kırılgan olan piyasalarda daha büyük bir kriz meydana
gelmiştir. Gerginlik piyasalarda etkisini hemen göstermiş, İMKB bir gün içerisinde %14,6 değer kaybetmiş, 5
milyar doların üzerinde döviz çıkışı yaşanmış, gecelik faiz oranları %4000’lere kadar ulaşmıştır.
Hükümetin bu gelişmeler karşısında ilk tepkisi, enflasyon ile mücadelede nominal çapa olarak kullanılan döviz
kurunu dalgalanmaya bırakmak olmuştur. Dalgalı kur sistemine geçişten kısa süre sonra TL, ABD doları
karşısında %50’ye yakın değer kaybetmiştir. Kısa süre içerisinde bu kadar şiddetli dalgalanmalara yol açan kriz,
zamanla reel sektör üzerinde de etkisini göstermiştir. Şubat 2001’de krizin patlak vermesinin ardından, Nisan
2001’de yeni Merkez Bankası Kanunu çıkarılarak Merkez Bankası’nın temel amacının fiyat istikrarı olduğu
açıklanmıştır. 14 Nisan 2001’de Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı yürürlüğe konmuş, Mayıs ayında Niyet
Mektubu hazırlanarak IMF ile görüşmelere başlanmıştır. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın temel amacı,
kur rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan
kaldırmak ve eşanlı olarak bu duruma bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin
yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmakşeklinde tanımlanmıştır.
Bu temel ilkeler çerçevesinde ikincil hedefler ise şöyle özetlenebilir:
Dalgalı kur sistemi içerisinde enflasyonla mücadelenin sürdürülmesi
Bankacılık sektöründe hızlı bir yeniden yapılanma ile bankacılık ve reel sektör arasında sağlıklı bir
ilişkinin kurulması
Kamu finansman dengesinin kalıcı şekilde güçlendirilmesi
Toplumsal uzlaşma ile enflasyon hedefi doğrultusunda gelirler politikasının sürdürülmesi
Etkinlik, esneklik ve şeffaflığın sağlanmasına yönelik yasal altyapının kurulmasıdır.
Bu kapsamda bütçe ile ilgili düzenlemeler, KİT’lerin görev zararları, bankacılık, kamulaştırma, kamu ihale
sistemi, borçlanma, özelleştirme konuları başta olmak üzere 15 yasal düzenlemenin yapılması
kararlaştırılmıştır. Bunlar içerisinde hiç kuşkusuz en fazla öne çıkan düzenleme bankacılık sektörü ile ilgili
olanıdır. Nitekim devlet iç borç senetlerinin mevduat bankalarının toplam aktifleri içerisindeki payı 1990
yılında %10 iken, 2000’li yıllara gelindiğinde %40’ın üzerine çıkmış, kredilerin payı ise %47’den %25’in altına
düşmüştür. Diğer bir ifadeyle bankacılık sektörü halktan topladığı tasarrufları yatırıma sevk ederek
büyümeyi ve toplumun refahını finanse etme yerine, hükümetlerin popülist kamu açıklarını finanse etmeye
odaklanmıştır.
1997-2001 döneminde 20 banka iflas etmiş ya da devlet (devlet adına TMSF) el koymuştur. Özellikle 1999-
2001 yıllarında toplam 18 banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF’ye) devredilmiştir. Bu dönemde
banka sahibi olmak ya da kurmak kolaylaştığı için 10 yıl içinde banka sayısı 67’den 81’e çıkmıştır. Bu şartları
dikkate alarak Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı çerçevesinde 15 Mayıs 2001’de Bankacılık Sektörü Yeniden
Yapılandırma Programı açıklanmıştır.
27
Programın temel amaçları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Kamu bankalarını mali sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkarmak
TMSF bünyesindeki bankaların sorunlarını en kısa sürede çözüme kavuşturmak
Yaşanan krizlerden olumsuz yönde etkilenen özel bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşmalarını
sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirmektir.
Program iki ana unsurdan oluşmaktadır:
Bankacılık sektöründe mali ve operasyonel yeniden yapılandırma
Gözetim ve denetim çerçevesini güçlendirici, sektörde etkinlik ve rekabet gücünü artırıcı yasal ve
kurumsal düzenlemeler.
Yeni istikrar programının en önemli özelliklerinden birisi, enflasyonla mücadelede döviz çapası yerine,
gelecekteki enflasyon değerlerini dikkate alarak kısa vadeli faiz oranlarında değişikliğe gitme şeklindeki
örtük enflasyon hedeflemesi” stratejisinin benimsenmesidir. Ayrıca, istikrar programı kapsamında mali
disiplin tedbirleri doğrultusunda 2001 yılında 42 adet bütçe dışı fon kapatılmış, Türk Lirası mevduatların
özendirilmesi amacıyla döviz tevdiat hesaplarına uygulanan gelir vergisi stopaj oranı da yükseltilmiştir.
2008 ve Sonrasında Devam Eden Küresel Ekonomik Kriz: Sebepleri ve Sonuçları
Mortgage Krizi’nin Küresel Krize Dönüşmesi
ABD’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı olumsuz yönde etkileyen ipotekli konut kredisi (mortgage) sektöründeki
sorunlar, ilk olarak yaklaşık 2003 yılında ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD’de, para hacminin yüksek olması
nedeniyle bazı finansal kuruluşlar 2003 yılında önce kredibilitesi zayıf olan kişilere mortgage kredisi vererek
geri dönüşü riskli bir mali yapıya girmiştir.
2003 yılına kadar ABD’de faizler düşük tutulduğu için düşük gelir grubundaki kişiler değişken faizli kredileri
kullanmayı tercih etmeye başlamışlardır. Ne var ki, ABD Merkez Bankası’nın 2006 ve 2007 yıllarında faiz
oranlarını artırması, konut piyasasında durgunluğa yol açmıştır. Buna bağlı olarak, konut satış fiyatları ile kira
gelirleri piyasa düzeyinin altına inmiştir. Böylece, konut kredisi kullanan düşük gelirli gruplar, kredi taksitlerini
ödeyemez hâle gelmiştir. Bu durum Mortgage Krizi olarak ifade edilmiştir.
Kredilerin geri dönüşünün zora girmesi, yatırım bankaları ve ABD mortgage piyasasında likidite sıkışıklığının
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle dünyanın en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers Eylül
2008’de iflas etmiştir.
Lehman Brothers’ın iflasıyla patlak veren küresel kriz, çok kısa bir sürede dalga dalga bütün dünyaya
yayılmıştır.
Yaşanan küresel krizin belirtilerini ana hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz:
Küresel ekonomide büyümenin hızla düşmesi
Gelişmekte olan ekonomilere yönelik sermaye hareketlerinin yavaşlaması
Büyük ülkelerin dünya çapındaki büyük bankalarının büyük kayıplar ve zararlar yazmaya başlaması ve
krize doğru büyük sorunlar yaşaması
Menkul kıymetler borsalarında ciddi düşüşlerin yaşanmaya başlaması
2000’li yılların başından beri uluslararası para piyasalarında aşırı bollaşan likiditenin küresel çapta
kurumaya başlamasıdır.
Krizin Temel Dinamikleri
Krizin ortaya çıkmasını tetikleyen temel dinamikler dört ana grupta toplanabilir:
i. Menkul kıymetleştirme
ii. Derecelendirme kurumlarının rolü
iii. Asimetrik bilgi
iv. Makro ekonomik arka plan (para politikası)
Menkul kıymetleştirme, çok kısa olarak, tahvil gibi piyasada alınıp satılan menkul kıymetler çıkartılarak
gerçekleştirilen borçlanmaların borç verenle borç alan arasında özel olarak yapılan banka kredileri gibi karşılıklı
görüşmelere dayalı kredilerin yerine geçmesidir. Bu uygulamanın avantajları; konut kredilerinin banka
bilançolarından çıkarılması, varlıkların likiditesinin artması ve riskin farklılaşması olarak ifade edilebilir iken;
menkul kıymetleştirmenin dezavantajları ise işletmelerin paket satışlara yönelmesinin şeffaflığı giderek
zayıflatması ve mali güvenirliliğin (kredi itibarının) gözden geçirilmesini azaltması olarak söylenebilir.
28
Krizin ikinci önemli kaynağı, uluslararası derecelendirme kuruluşlarının değişen rolleridir. Finans
piyasalarında finansal mübadeleye dair hem alacaklılara hem de borçlulara sağlıklı bilgi temini için varlığını
sürdüren bu kurumlar, maalesef devasa finans kurumları ile menfaat ilişkisine girmek suretiyle, âdeta ‘tuzun
koktuğu’ asimetrik bilgiye dayalı bir piyasa ortamı hazırlamışlardır.
Asimetrik bilgi sorunu krizin ortaya çıkmasında önemli bir faktör olmuştur. Asimetrik bilgi, en basit ifadesiyle,
alacaklı ve borçlu taraflardan birinin diğerine göre daha fazla bilgiye sahip olması ve bundan karşı tarafı
haberdar etmemesidir. Bilgi maliyeti olarak bilinen bu yük, finans piyasalarında ters seçim sorunu, ahlaki
tehlike sorunu, sahip-yönetici ya da asil-vekil sorununa neden olabilmektedir.
Hatalar zincirinde son olarak, merkez bankalarının uyguladıkları para politikaları nın yol açtığı yanlış makro
ekonomik arka plandan bahsedilebilir.
o Finans piyasalarında alacaklıların yanlış bir kişiye kredi kullandırmamak için borçluları sözleşme
öncesinde ayrıntılı bir seçme sürecine tabi tutması “ters seçim sorununa” neden olur.
o Finans piyasalarında sözleşme sonrasında paranın geri dönüşünde sorun yaşamamak için olası
temerrüt durumlarına karşı sürekli izlemeye alması “ahlaki tehlike sorunu” yaratır.
o İşletme/varlık sahipleri ile yöneticiler arasında güvensizlik ve buna bağlı sürekli bir amaç
çatışması yaşanması “sahip-yönetici” ya da “asil-vekil sorununa” neden olur.
Küresel Krizin Avrupa’da Borç Krizine Dönüşmesi ve Türkiye’nin Durumu
Genel olarak 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren kendini hissettiren ama 2008’in son çeyreğinde küresel
bir nitelik kazanan kriz, öncelikle özel kesimin borçlanma mekanizmasından kaynaklanmaktaydı. Böylece,
bankacılık sektörü ile banka-dışı özel kesimin alacak-borç ilişkisinde yukarıda açıklanan yüksek riske dayalı
yürütmüş olduğu çarpık mekanizma işlemez hâle gelmiş; firmalar ve hanehalkları bankalara olan
yükümlülüklerini kısmen ya da tamamen yerine getiremez hâle gelmişlerdi. Borç krizi yaşayan Avro (Euro)
Bölgesi’nde hanehalkının toplam yükümlülüğü ciddi bir oranda artmıştır.
Türkiye’de ise, artış oranı çok daha yüksek olmasına karşın, durumun ödeme krizine dönüşme potansiyeli
henüz zayıf gözükmektedir. Ancak, yine de borç verenler ve alanlar üzerinden düzenlemelerin devreye
girmesinde yarar vardır ve zaten bazı kısıtlayıcı tedbirler alınmış durumdadır.
Özel kesimin yüksek borç yükünü hafifletmek ve finans sistemini çalışır hâlde tutabilmek için hükümetler
tarafından devreye sokulan politikalar,
2011 yılından itibaren kamunun borç sorunu hâline dönüşmüş durumdadır. Şöyle ki Avro Bölgesi ülkelerde
ortak para ve merkez bankası olduğu için ve AB Merkez Bankası’da diğerleri gibi nihai ödünç mercii ya da
zorda kalındığında ekonomiyi fonlayabilecek bir yetkiye sahip olmadığı için, hükûmetlerin elinde krize karşı
kullanabilecekleri tek istikrar politikası olarak maliye politikası kalmıştır. Dolayısıyla Avro Bölgesi hükûmetleri
özel sektörü temerrüt hâlinden kurtarmaya yönelik hazırladıkları ulusal ve uluslararası kurtarma paketlerini
resesyonu aşmak için devreye sokmaya başlayınca, kriz bu defa doğrudan kamunun sorunu hâline
dönüşmüştür.
Aslında AB üyesi ülkelerin tabi oldukları iki önemli kriter vardır (Maastricht Kriterleri):
1) Üye ülke bütçe açığının GSYH’ya oranı %3’ü,
2) AB tanımlı kamu borç stokunun oranı ise %60’ı geçmemelidir.
Para, faiz ve kur politikalarını kullanamayan söz konusu hükümetler için yegâne istikrar aracı hâline gelen
genişletici maliye politikası uygulamaları, Maastricht Kriterlerini âdeta hiçe sayarcasına büyük bütçe açıkları
vererek ve onun borçla finanse edilmek zorunda kalınması ile borç krizine dönüşmüş durumdadır.
Krizin en ağır hissedildiği 2009 yılında her iki mali kriter bakımından da ABD, Japonya ve AB üyesi ülkelerin
büyük bir kısmı ağır bir yara almıştır.
Türkiye Avro Bölgesi’ne göre oldukça farklı dinamiklere, mekanizmalara ve politikalara sahip olduğu için,
Avro Bölgesi’nin yaşadığı sorunu ciddi ölçülerde yaşamamaktadır.
Küresel Krizin Türk Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Alınan Tedbirler
Küresel Krizin Türk Ekonomisine Etkileri
Bilindiği gibi, Küresel Kriz ülke ekonomilerine etkilerini ilk olarak ülke borsalarında göstermiştir. Türkiye’de
de IMKB-100 endeksi 2007 yılı boyunca yukarı yönlü bir trend göstermiştir. Ancak 2008 yılının başından
itibaren bu trend aşağı yönlü olmuş ve 2008 Aralık ayında son iki yılın en düşük değerleri gerçekleşmiş ve Mart
2009’dan itibaren de yükselmeye başlamıştır.
29
Diğer yandan Türk ekonomisinin 2002 yılından itibaren gösterdiği ekonomik performans, Türk Lirası’nın dolar
ve Avro karşısında değer kazanmasına yol açmıştır. Küresel krizle mücadele uygulanan para politikası
önlemlerinin başında merkez bankalarının faiz oranlarını düşürmesi gelmiştir. Bu politika, vadeli mevduat faiz
oranlarının da düşmesine yol açmıştır. Türkiye için de benzer bir durum geçerlidir.
Krizin daha sonra bazı ülkelerde borç krizine dönüşmesi ve bankacılık sektörünün de krize girmesiyle birlikte,
TCMB 2011 yılında finansal istikrarı koruma hedefini öne alarak karşılık oranlarını yükseltme kararı almıştır.
Bunu bankaların yüksek riskli kredi verme ve müşterilerin de aynı şekilde fon kullanma iştahına sınırlama
getirici bazı kararların alınması takip etmiştir. Krizin finans sektörü üzerindeki etkileri, kuşkusuz, reel sektörü
de etkilemektedir.
Türk ekonomisi 2001 krizinin ardından ilk kez 2008’deki krizin etkisiyle negatif büyüme oranına sahip olmuştur.
Ancak 2009 yılı dördüncü çeyreğinden itibaren, özellikle de 2010 ve 2011 yıllarında yıllık bazda yaklaşık %9
civarındaki büyüme ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olmuştur. Krizin etkisiyle ortaya
çıkan toplam talepteki daralma, enflasyon oranının 2009 yılında düşmesine neden olmuştur. Ancak takip eden
yıllarda enerji ve emtia fiyatlarındaki aşırı artış ile iç ve dış talebin yeniden artmasıyla birlikte enflasyon
yeniden yükselme trendine girmiş ve hedeften büyük ölçüde sapma göstermeye başlamıştır.
Net kamu borç stoku rakamsal olarak artsa da borçlanma maliyeti düşmüş ve vadesi epeyce uzamıştır. Ayrıca,
ağırlıklı olarak sabit faizle, ulusal para birimi üzerinden yapılan borçlanmanın milli gelire oranı hem iç hem de
dış borçlarda epeyce gerilemiştir.
Son olarak, dış ticaret hem ihracat hem de ithalat olarak, dolayısıyla dış ticaret açığı da krizle birlikte ciddi
olarak daralmış olsa da son yıllarda ticaret hacmi hızla toparlanmış, ama bu defa ticaretin mal ve ülke profiliyle
birlikte cari işlemler açığı da hızla rekor düzeylere yükselmiştir.
Küresel Kriz Karşısında Türkiye’de Alınan Tedbirler
Para politikası kapsamında alınan tedbirleri aşağıda özetlenmiştir.
Bankaların birbirlerinden dolar ve Avro üzerinden borç alıp vermelerine imkân sağlanmıştır.
Bankaların bilanço büyüklükleri dikkate alınarak döviz ve efektif piyasalarında işlem yapma limitleri
yükseltilmiştir.
MB döviz alım yerine, döviz satım ihalelerine başlamış ve bankalar arası döviz piyasasında, döviz
likiditesi akışının artırılması sağlanarak finansal sistemdeki akışkanlığı ve kredi piyasalarının etkin
çalışmasını destekleyici uygulamalara başlanmıştır.
Yabancı para zorunlu karşılık oranı %11’den %9’a indirilmiş, TL mevduatlarını ve kredileri teşvik etmek
amacıyla, yabancı para zorunlu karşılıklara faiz ödenmesine son verilmiş, TL zorunlu karşılıkların faiz
oranı ise artırılmıştır.
Bankacılık sektörünün özkaynak yapısını daha da güçlendirmek amacıyla bankaların kâr dağıtımına
sınırlama getirilmiş ve bankaların kâr dağıtabilmesi BDDK onayına bağlanmıştır.
Maliye politikası kapsamında atılan adımların bazıları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Hisse senedi kazançlarında yerli yatırımcıya uygulanan %10’luk stopaj sıfıra indirilmiş
Vergi borçlarına taksitlendirme imkânı getirilmiş
Yabancı fonların portföy yönetim şirketlerine bu fonlarını Türkiye’de değerlendirmeleri için bazı vergi
avantajları sağlanmış
Menkul Kıymet Yatırım Fonları ile Menkul Kıymet Yatırım Ortaklıklarının sermaye piyasasında yaptıkları
işlemler nedeniyle elde ettikleri gelirlere banka ve sigorta muameleleri vergisinin (BSMV) muafiyeti
getirilmiş
Yurt dışı tedarikçilerden sağlanan kredilerde stopaj oranı %5’e indirilmiş
Gelişmişlik düzeyini dikkate alarak iller düzeyinde farklı vergi indirimi uygulamasına gidilmiş
Net alanı belli bir metrekarenin üzerinde bulunan konutlarda, ticari araçlarda, belli bir motor silindir
hacmini geçmeyen otomobillerde, beyaz eşya ve bazı elektronik eşyalarda, mobil internet ve her çeşit
haberleşme işletmeciliği hizmetinde vergi indirimine gidilmiştir.
Üretim ve ihracata yönelik alınan tedbirlerin bazıları ise aşağıdaki gibidir:
KOBİ’lere 6 milyar TL’nin üzerinde kredi desteği verilmiş
Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Sitelerine yönelik teşvikler artırılmış
İhracatçılara kullandırılan ihracat reeskont kredisi ve Eximbank kredilerinden yararlanma imkânları
artırılmıştır.

Read more

Aöf 4. Sınıf Türkiye Ekonomisi 6. Ünite Ders Notları


Ünite 6 – Temel Sektörde Gelişmeler III: Hizmetler Sektörü
Hizmetler Sektörünün Kapsamı ve Türkiye’deki Durumu
İngiliz klasik iktisatçısı Colin Grant Clark ve Fransız iktisatçısı Jean Fourastie ekonomik gelişme ve kalkınmada
en büyük itici gücün teknik gelişme olduğunu ve ülkelerin hangi seviyede olduklarının buna göre belirlendiğini
ifade etmişler, ekonomideki sektörleri “üç sektör” altında toplamışlardı.
Birincil (primary) sektör olarak tarım
İkincil (secondary)sektör olarak sanayi
Üçüncül (tertiary) sektör olarak hizmetler şeklinde sınıflandırılmaktadır.
Birleşmiş Milletler’in (BM) yapmış olduğu ayırıma göre hizmetler sektörü:
Hükümet hizmetleri
Genel kamu hizmetleri
Teşebbüs ve özel kuruluşların hizmetleri
Dinlenme, eğlence ve benzeri hizmetler ile kişisel hizmetleri kapsamaktadır.
Tüm bu hizmetler, son yıllarda teknolojik yeniliklerin katkısıyla büyük gelişme göstermiş ve hizmetler sektörü
ticaretinde önemli artışlar olmuştur.
Hizmetlerin temel özelliklerinden biri, gayri maddi ve görünmez olmalarıdır. Oysa mallar maddi ve
görülebilir niteliktedir. Hizmetler genelde mallardan farklı olarak depolanamaz. Mal ve hizmetlerin
farklı özelliklerinin olması, uluslararası işlemlerin şekillerini de etkilemektedir. Mallarla ilgili uluslararası
ticaret, malların bir ülkeden diğer ülkeye fiziki hareketini içerir. Oysa çok az hizmet işlemi sınır ötesi
hareketi gerektirir. Sınır ötesi işlemlere örnek olarak telekomünikasyon ile iletilen hizmetler (bankalar
aracılığıyla para transferi) veya mal ticareti kapsamındaki hizmetler (bir danışmanın teknik raporu veya
bir CD veya DVD’ ye yer alan yazılım) verilebilir.
Mallar ve hizmetler arasındaki temel farklılıklardan birisi de ülkelerin yerli sanayilere sağladığı
korumalardır. Mal üreten sanayiler, genelde tarifeler, miktar kısıtlamaları ve diğer sınır önlemleriyle
korunmaktadır.
Hizmetlerin gayri maddi niteliği ve birçok hizmet işleminin sınır ötesi hareketi içermemesi dolayısıyla
sektör, ulusal düzenlemeler ile korunmaktadır. Bu tür düzenlemeler, yabancı hizmet sağlayıcılarının
(bankalar ve sigorta şirketleri) hizmet sunmaları için gerekli şubeleri kurmalarını veya yatırım
yapmalarını yasaklayabilir. Ulusal düzenlemeler, hizmet sunan gerçek kişilere ayırımcı bir şekilde
uygulanabilmektedir.
Az sayıda hizmet işleminin niteliği tüketicilerin hizmetlerin verildiği ülkeye gitmesini
gerektirmektedir. Ülkeleri ziyaret eden turistler veya yükseköğrenim için başka ülkeye giden öğrenciler
gibi. Dolayısıyla, bir ülkenin sınırları ötesine fiziki geçişi gerektiren mallara ilişkin uluslararası
işlemlerden farklı olarak hizmetler, aşağıdaki hizmet sunumu yollarından birisi veya hepsinin bileşimi
ile sağlanmaktadır. Bunlar:
Ñ Hizmetlerin sınır ötesi dolaşımı
Ñ Tüketicinin ihracatçı ülkeye hareketi
Ñ Hizmetin sağlanacağı ülkede ticari varlık oluşturulması
Ñ Gerçek kişilerin hizmet vermek üzere başka bir ülkede geçici dolaşımıdır.
Hizmetler ticaretinin büyümesinde elektronik ticaretin (e-ticaret) hızlı gelişiminin etkisi vardır. E-ticaretin
uluslararasında kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Genel olarak, mal ve hizmetlerin elektronik araçlarla dağıtımı,
pazarlaması, satışı veya teslim edilmesini kapsamaktadır.
10
Dünya Ticaret Örgütü hizmetler sektöründeki ekonomik faaliyetleri 12 başlık altında toplamıştır:
Ticari hizmetler Meslek hizmetleri, bilgisayar hizmetleri, AR-GE hizmetleri, emlak hizmetleri,
kira hizmetleri, diğer ticari hizmetleri kapsar.
İletişim hizmetleri Posta, kurye, telekomünikasyon, görsel-işitsel ve diğer hizmetleri kapsar.
İnşaat ve mühendislik hizmetleri Binalar için genel inşaat çalışmaları, inşaat mühendisliği için genel inşaat
çalışmaları, tesisat ve montaj çalışmaları, bina tamamlama ve nihai
çalışmalar ile diğer hizmetleri içine alır.
Dağıtım hizmetleri Toptan satış ticareti hizmetleri, perakende hizmetleri, franchising ve
diğerlerini kapsar.
Eğitim hizmetleri İlköğretim seviyesinde eğitim hizmetleri, lise seviyesinde eğitim hizmetleri,
yükseköğretim seviyesinde eğitim hizmetleri, erişkin eğitimi ve diğer eğitim
hizmetleri alt başlıklarına ayrılır.
Çevre hizmetleri Kanalizasyon hizmetleri, atık imha hizmetleri, hıfzıssıhha ve benzeri
hizmetleridir.
Mali hizmetler Sigorta ve sigortacılığa bağlı hizmetler ile bankacılık ve diğer mali hizmetler
olarak iki ana başlıktan oluşur.
Sağlığa ilişkin hizmetler Hastane hizmetleri, insan sağlığına ilişkin diğer hizmetler ve sosyal
hizmetlerdir.
Turizm ve hizmetleri Otel ve restoranlar (yemek sunma dahil olmak üzere), seyahat acenteliği ve
tur operatörlüğü hizmetleri, turist rehberliği hizmetleri ve diğerleridir.
Eğlence, kültür ve spor
hizmetleri
Eğlence hizmetleri (tiyatro, canlı orkestra ve sirk hizmetleri ve dahil olmak
üzere), haber ajansı hizmetleri, kütüphane, arşiv, müze ve diğer kültürel
hizmetler, spor ve diğer rekreasyon hizmetleri ile diğer hizmetleri kapsar.
Ulaşım (taşımacılık) hizmetleri Deniz, iç su, hava, uzay, demiryolu, karayolu, boru taşımacılığı, tüm
taşımacılık maddelerine bağlı hizmetleridir.
Diğer Hizmetler
Türkiye Ekonomisinde Hizmetler Sektörü
Günümüzde hizmetler sektörünün gelişmesi ekonomik kalkınmanın (gelişmenin) önemli göstergelerinden
biridir. Hizmetler sektöründe yeni faaliyet alanlarının ortaya çıkması ve mevcutlarının etkinliğinin artması,
sektörün yarattığı katma değeri ve istihdamı artırmaktadır.
o Hizmetler alt sektörleri içinde ulusal gelire katkı bakımından en hızlı gelişen alt sektör ticarettir.
Türkiye ekonomisinde hizmetler sektörünün payı yıllar içerisinde artış göstermiştir. 1973 yılında hizmetler
sektörünün GSYH içindeki payı %44,9 iken, 1980’de oran %48,4’e, 1985’de %55,9’a, 1990’da %52,2’ye ve 2011
yılında %72,5’e yükselmiştir. Hizmetler sektörünün istihdam içindeki payı ise 2011 yılında %55 olmuştur.
Ticaret sektörünün büyümesinde sektör içinde yer alan turizmin son yıllardaki hızlı gelişimi önemli rol
oynamıştır. Devlet hizmetlerinin katkısının azalması ise 1980’den sonra devletin ekonomideki küçülmesine
bağlanabilir. Hizmetler sektörünün ikinci önemli alt sektörü ulaştırma ve haberleşmedir. İnşaat, mali aracı
kuruluşlar, konut, serbest meslek hizmetleri ile izafi banka hizmetleri alt sektörlerinin payında son 10 yılda
önemli bir gelişme gözlenmemiştir. 2008 yılında hizmetler sektörü çok az büyürken (%0,3) 2009 yılında
büyüme hızı negatif (-%3,2) olmuştur. Sektör 2010 yılında %8,5 2011’de ise %7,8 oranında gelişmiştir.
2011 yılında ekonomik faaliyetlere göre GSYH içinde en büyük pay %72.5 ile hizmetler sektörüne aittir.
Sanayi sektörünün payı %19.2, tarım sektörünün payı
%8.3 olmuştur. 2012 Yılı Programı’nda hizmetler alanında
Türkiye’nin rekabet gücünün geliştirilmesi, katma değeri
yüksek alanların payının ve bu alandaki istihdam
seviyesinin yükseltilmesi, hizmet ihracatının artırılması ve
çeşitlendirilmesi temel amaç olarak belirlenmiştir.
Küreselleşen dünyada hizmetler sektörünü etkileyen
eğilimler arasında hizmetler sektöründe teknoloji
kullanımının yaygınlaşması, yeni hizmet alanları ve
mesleklerin ortaya çıkması, hizmet sunumunun yaygınlaşması, üretim ve hizmet alanlarının bütünleşmesi ve
dış kaynaklardan edinmenin önem kazanması sayılabilir.
11
Ticaret Sektörü
Türkiye’de ticaret, hizmetler sektörünün en önemli alt sektörlerindedir. Ticaret sektörünün tarım ve sanayi
gibi temel sektörlerin yanı sıra diğer hizmet alt sektörleri olan ilişkisi, özellikle üretim ve istihdam açısından
önemlidir. Sektördeki rekabet ve verimlilik baskısı, teknoloji kullanımı ile modern tedarik zinciri yönetimi ve
kombine taşımacılık sistemlerinin önemini artırmaktadır. Bilgisayar kullanımının ve online işlemlere güvenin
giderek artması ve elektronik ticaretin (e-ticaretin) yaygınlaşması ticaret hizmetlerinin gelişmesine katkı
sağlamaktadır.
o Ticaret hizmetleri sektöründe rekabetçi bir ortamda verimlilik artışının sağlanması, faaliyet hacminin
büyütülmesi, teknoloji ve yenilikçiliğin özendirilmesi, KOBİ’lerin rekabet imkanlarının geliştirilmesi
temel amaçtır.
Ulusal gelir hesaplarında toptan ve perakende ticaret diğer bir deyişle iç ticaret, ulusal gelire katkı açısından
bütün hizmet sektörleri arasında en hızlı gelişen alt hizmet sektörüdür.
Toptan ticaret yapan işletmeler arasında:
® İlk sırada gıda maddeleri
® İkinci sırada dokuma-giyim eşyası ve mobilya
® Üçüncü sırada ise kereste ve yapı malzemesi ticareti yapan işyerleri gelmektedir.
Ticaret sektörü diğer sektörlerle olan yakın bağlantısı sebebiyle diğer sektörlerdeki gelişmelerden
etkilenmekte ve bağlantılı olduğu sektörlerdeki faaliyetleri doğrudan etkilemektedir.
Ulaştırma Sektörü
Ulaştırma sektörü, kara, hava, deniz ve demiryolları taşıma faaliyetlerini kapsamaktadır. Türkiye’nin geniş
yüzölçümü ve üç tarafının denizlerle çevrili olması, Asya ile Avrupa arasında önemli bir geçiş noktası olması
sebebiyle sektörün ekonomideki yeri önemlidir. Osmanlı Devleti zamanında ihmal edilmiş olan sektör,
Cumhuriyet Dönemi’nde hızla gelişmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha çok demiryollarına, 1950’li yıllardan
sonra ise karayollarına önem verilmiştir.
o Ekonominin büyümesi ve pazar için üretim yapabilmesi, ulaştırma ile haberleşme hizmet alt
sektörlerinin gelişimine bağlıdır.
Ulaştırma sektöründeki amaç, gelişen ekonomik ve sosyal yaşamın ihtiyacı olan ulaştırma altyapısının
zamanında, ekonomik ve güvenli bir şekilde inşa edilmesidir.
Ekonominin pazara açılması ve bölgesel fiyat farklılıklarının ortadan kalkması, sektörün büyümesiyle
mümkündür. Sektörde toplam yatırımlarda kamunun payı azalmakla birlikte yine de özel sektörden fazladır.
Türkiye’de yük taşımalarında ağırlık karayollarındadır. Yurtiçi yük taşımalarının %90’nı karayolları ile
yapılmaktadır. Ucuz ve güvenli demiryollarının payı %3, denizyolları nın payı ise %6,3’tür.
Karayolları ve Ulaştırma
Türkiye’de 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle karayolları yapımı hızlandırılmıştır. 1950 yılına
kadar ülkede üstyapılı karayolu uzunluğu 24.200 km’dir. 1950 yılında 5539 sayılı Yasa ile Karayolları Genel
Müdürlüğü kurularak devlet yollarının bakım ve onarımından bu kuruluş sorumlu tutulmuştur. Katma bütçeli,
tüzel kişiliğe sahip Genel Müdürlük önceden Bayındırlık Bakanlığına bağlı iken, günümüzde Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na bağlanmıştır. Günümüzde karayolları, devlet, il ve köy yolları olmak
üzere üç kısma ayrılmıştır.
Devlet yolları, bölge ve il merkezlerini, deniz ve hava limanlarını birbirine bağlayan birinci derecede ana
yollardır. İl yolları, il sınırları içindeki ikinci derecede yollardır. Bu yollar kent, kasaba, ilçe ve bucak
merkezlerini birbirlerine, il merkezlerine ve komşu ildeki en yakın merkezlere bağlar. Bu yolların yapım, bakım
ve onarımını ayrı kamu kuruluşları gerçekleştirmektedir.
2012 yılında Türkiye’de 2.080 km otoyol, 31.395 km devlet, 31.390 km il yolu vardır. Toplam yol uzunluğu
64.865 km’dir. Devlet ve il yollarının % 92’si, köy yolları nın % 29’u asfalt kaplıdır.
Kamyon ve kamyonetle yük, otobüs ve minibüs ile yolcu taşımacılığı Türkiye’de son yıllarda en yaygın küçük
işletmecilik alanı olmuştur. Son dönemde yeni karayolu inşaatlarının yanı sıra ulaşımda standartları
yükseltmeye yönelik yenileme yatırımları artmıştır. Ulaştırmada ağırlığın karayollarından diğer ulaştırma
şekillerine kaydırılması gerekmektedir.
o Türkiye’de ulaştırma sektörü yolcu ve yük taşıma esasına göre analiz edildiğinde karayolu
taşımacılığının büyük ağırlığı olduğu görülmektedir.
12
Demiryolları ve Ulaştırma
Karayollarının hızlı gelişimine karşılık, demiryollarında Cumhuriyet Dönemi’nde önemli bir atılım
gerçekleştirilememiştir. Yüksek taşıma potansiyeline ve yük taşımacılığındaki ekonomik olma özelliğine
rağmen demiryolu yapımı ve işletmeciliğine gereken önem Cumhuriyetin ilk yıllarında verilmiş fakat daha
sonra bu politika terk edilmiştir.
19’ncu yüzyılda İngiltere’de başlayan demiryolu ulaşımı, Osmanlı Devleti’nde ilk defa İzmir-Aydın hattının
(130 km) açılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu hattın inşa ve işletme hakkı 1856 yılında bir İngiliz şirketine ayrıcalık
olarak verilmiştir. 11 Temmuz 1866 tarihinde 130 km’lik bu ilk hat işletmeye açılmış, bunu 10 Ocak 1867
tarihinde 193 kilometrelik İzmir-Turgutlu hattı izlemiştir.
Padişah Sultan Aziz’in izniyle, İstanbul-Bağdat demiryolunun yapımına 4 Ağustos 1871 tarihinde
Avusturyalılar tarafından başlanılmıştır. 1873’ün Ağustos ayında demiryolu İzmit’e ulaşmış, 1880 yılında yapım
ve işletilmesi İngilizlere bırakılmıştır. 1889 yılında yapımına yeniden başlanmış, İzmit-Ankara arası 31 Aralık
1892 tarihinde işletmeye açılmıştır.
Osmanlı Dönemi’nde inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan demiryolları nın uzunluğu yaklaşık
4.136 km’dir. Cumhuriyet Dönemi’nde yabancıları n ellerindeki demiryolları 25 Mayıs 1924 tarihinde çıkarılan
506 sayılı Yasa ile millileştirilmiş ve Anadolu-Bağdat Demiryolları Müdüriyeti Umumiyesi kurulmuştur.
Ana kentler arasındaki koridorlarda taşımacılık eski altyapı üzerinde sürdürülmektedir. 2010 yılı verilerine
göre, demiryolu ile yolcu taşımacılığında toplam sayı yaklaşık 85 milyon kişiye ulaşmıştır. Toplam yolcu
taşımacılığının üçte ikisi banliyö hatlarında gerçekleştirilmiştir.
Demiryolu altyapısının en önemli sorunu büyük nüfuslu kentler arasındaki demiryolu hatlarının yüksek hız
ve kaliteli servise uygun olmamasıdır. Bu sebeple ana hatlarda yolcu taşımacılığı istenilen düzeyde değildir. Bu
eksikliği gidermek için Ankara-Eskişehir hızlı tren hattı yapımı 5 yılda tamamlanmış ve 19 Ocak 2010 tarihinde
hizmete açılmıştır. Ankara-Konya hızlı tren hattında ise 23 Ağustos 2011 tarihinden itibaren yolcu taşınmaya
başlanmıştır.
Türkiye’nin iki büyük kentini birbirine bağlayacak olan Ankara-İstanbul hızlı tren hattının 2013 yılında
tamamlanması hedeflenmektedir. Hızlı tren projelerinin, Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayacak olan
Marmaray’ın ve diğer demiryolu hatlarındaki yenileme yatırımlarının bitirilmesiyle demiryolu ulaştırmasının
Türkiye ekonomisindeki ağırlığı artacaktır.
Denizyolları ve Ulaştırma
Deniz ulaşım hizmetleri, liman ve iskeleler arasındaki her türlü mal ve insan taşınmasını kapsar. Özellikle mal
ulaşımında denizde taşıma en ucuz olandır. Özellikle ülkelerarası taşımacılıkta çok avantajlıdır. Bu
avantajlarından dolayı günümüzde dış ticarete konu olan malların %80’inin taşınması denizyolu ile yapılır.
Türkiye’de yurtdışı yük taşımacılığında denizyolları, karayollarının ardından ikinci sırada gelmektedir.
Ortalama bir hesapla karayolu ile yapılan ulaştırmaya göre deniz ulaştırması 75’e 1 oranında daha ucuzdur.
Dünya denizyolu ticaretinde konteynır taşımacılığı büyük bir hızla artmaktadır. Konteynır taşımacılığı
sayesinde limanlara gelen yük miktarı çoğalmıştır. Klasik taşımacılığın limana bağımlı olan sınırları
konteynırlarla birlikte kapıdan kapıya taşımacılığa kadar genişlemiş, limanlar konteynırların geçiş noktası
durumuna gelmiştir. Konteynır taşımacılığı, özellikle pahalı mallar ve yükleme-boşaltmada zarar görme ihtimali
yüksek olan mallar ile soğutma tertibatıyla taşınması gereken yüklerin taşınmasında büyük kolaylık
sağlamaktadır.
Kabotaj hakkı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin elde ettiği uluslararası başarıların başında gelir. Bugünkü deniz
ticaret filosu, sermaye varlığını kabotaj hakkını kullanarak yapmıştır. Bu hak, Osmanlı Devleti zamanında
mevcut kapitülasyonların kaldırılması sonucu elde edilmiştir. Kapitülasyonların kaldırılması ise Lozan Barış
Anlaşması’nın 28’inci maddesi ile sağlanmıştır. Kabotaj tekeli, 815 sayılı Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye
(Kabotaj) ve Limanlarla Karasuları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun ile 19 Nisan 1926
tarihinde yasallaştırılmıştır. 1 Haziran 1926 da Lozan Anlaşması’na dayanılarak Türk limanları arasında
sadece Türk gemileri eşya ve yolcu taşıma hakkını sahip olmuştur.
1933 yılında limanlar arasında yolcu taşıma hakkı, özel teşebbüsten alınarak devlete bırakılmıştır. 1938 yılında
Denizbank kurulmuş, 1939’da iktisadi devlet teşekkülü olan Devlet Denizyolları Umum Müdürlüğü
oluşturulunca, Denizbank bu kuruluşa devredilmiştir. 1952 yılında 5842 sayılı yasa ile Denizcilik Bankası TAO,
Denizyolları Umum Müdürlüğü’nün yerini almak üzere Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir katma bütçeli kuruluş
olarak yeniden organize edilmiştir.
13
20 Temmuz 1960 tarih ve 23 sayılı yasa ile iktisadi devlet teşekkülü (İDT) olmuştur. Denizcilik Bankası Deniz
Nakliyatı TAO, dünya ve Türkiye denizlerinde yük taşımacılığı yapmak üzere 5842 sayılı yasaya göre
kurulmuştur
o Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili ve büyük oranda suyoluna sahip olmasına rağmen, bu avantajını
yeterli ölçüde kullanamamaktadır. Bu durumun iyileştirilmesi, ulaşımın deniz yoluna kaydırılması
ülke ekonomisi, emniyetli taşıma ve çevre kirliliği açısından çok önemlidir.
Ölçek ekonomisi yakalanamadığı için Türkiye’deki limanlara yeterli yük çekilememekte, Türkiye deniz yolunda
transit bir ülke olamamaktadır. Bu sebeple Türkiye’de liman başına elleçlenen (handling) yük miktarları AB’nin
Akdeniz’deki limanlarındaki ortalamalardan düşük kalmaktadır. Türkiye’nin denizyolunda transit ülke olması
için limanlardaki yük ve elleçleme miktarının Akdeniz’deki önemli limanları geçmesi gerekmektedir.
o Elleçleme: Gümrük gözetimi altındaki eşyanın asli niteliklerini değiştirmeden istiflenmesi, yerinin
değiştirilmesi, büyük kaplardan küçük kaplara aktarılması, kapların yenilenmesi veya tamiri,
havalandırılması, karıştırılması ve benzeri işlemleri ifade eder.
Hava Yolları ve Ulaştırma
Havayolu ile ulaşım 20’nci yüzyılda büyük gelişim göstermiştir. Zaman kavramının giderek önem kazandığı
günümüzde havayolları, ulaşım hizmetleri sektöründe stratejik bir öneme sahiptir. Bu özelliğinden dolayı
Cumhuriyet’in ilanından 10 yıl sonra 20 Mayıs 1933 tarih ve 2187 sayılı yasa ile Milli Savunma Bakanlığı’na
bağlı olarak Havayolları Devlet İşletme Dairesi kurulmuştur. Daire, 1935 yılında Bayındırlık Bakanlığı’na
bağlanmış, 1938’de 3424 sayılı yasa ile Ulaştırma Bakanlığı içinde bir İDT olan Devlet Hava Yolları’na
dönüşmüştür.
1955 yılında 6623 sayılı Yasa’nın verdiği yetkiyle 01.03.1956 tarihinde yerli ve yabancı sermayeli (60 milyon
TL sermayesi) Türk Hava Yolları (THY) Anonim Ortaklığı kurulmuştur. Uzun süre hava ulaşımında tekel
konumunda olan THY, 1990’lı yılların başlarında özel hava yollarına da ulaşım hizmeti sunma hakkının
verilmesiyle tekel olma konumunu kaybetmiştir.
26 Nisan 2001 tarihinde 4647 sayılı Türk Sivil Havacılık Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Resmi
Gazete’de yayımlanmıştır. Böylece, sivil havacılığı düzenlemeye yönelik çok önemli bir reform
gerçekleştirilmiştir. Mevcut yasanın 25’inci maddesi, ruhsat sahibinin ücret tarifeleri ile uygulama tarihini,
yürürlüğe koymadan üç gün önce duyurmak kaydıyla ticari ve ekonomik şartlara uygun olarak belirleyeceği
şeklinde değiştirilmiştir.
Havayolu taşımacılığı sektörüne sağladığı denetim ve hizmet karşılaştırma programları ile kuruluşların ürün ve
hizmet kalitesini denetleyen Skytrax 2011 değerlendirmesinde Türk Hava Yolları 2011 Dünya Havacılık
Ödülleri’nde Avrupa’nın En İyi Havayolu ve Güney Avrupa’nın En İyi Havayolu ödüllerini almıştır.
Türkiye’de başlıca özel havayolu olarak Onur, Pegasus, Sun Ekspres ve Atlas Havayolları iç ve dış hatlarda
hizmet sunmaktadır. Havacılık sektöründe artan rekabete paralel olarak ekonomik büyüme ve kişi başına
gelirdeki artış, sektörün gelişmesini hızlandırmıştır.
Boru Hatları Taşımacılığı
Dünya ekonomisinde ham petrol ve
petrol ürünleri taşımasında denizyolları
yanında boru hattı taşımacılığı
1960’lardan sonra hızlı bir gelişim
göstermiştir.
14
Türkiye’de ilk boru hattı 1966’da Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) tarafından
Batman-Dörtyol (İskenderun Körfezi) arasında döşenmiş ve işletmeye açılmıştır. Bu hat, TPAO
yanında Shell ve Mobil’in Siirt ve Diyarbakır illerindeki üretim arazilerine ikincil hatlarla bağlanmıştır.
Türkiye-Irak Petrol Boru Hattının inşasına 1974’te başlanmış, hat 25 Mayıs 1977’de işletmeye
açılmıştır.
Hazar havzasındaki ülkelerde üretilen ham petrolü boru hattı ile Akdeniz üzerinden dünya pazarlarına
ulaştıracak Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ana İhraç Boru Hattı Projesi 2005 yılında tamamlanmış ve
hatta (BTC’ye) 25 Mayıs’ta petrol pompalanmaya başlanılmıştır.
Karadeniz petrollerini Akdeniz’e taşıyacak Trans Anadolu Petrol Boru Hattı (TAP) projesinin
temeli Adana-Ceyhan’da düzenlenen bir törenle Mayıs 2007’de atılmıştır. TAP, Karadeniz sahilinde
Samsun-Ünye arasından başlayan ve Akdeniz kıyısında Ceyhan Petrol Terminalinde son bulan 555 km
uzunluğunda Türkiye’yi kuzey-güney doğrultusunda kesen ham petrol boru hattı sisteminin
geliştirilmesini kapsayacaktır.
Mavi Akım Rusya’dan Türkiye’ye doğal gaz nakletmek için Karadeniz geçişli boru hattıdır. Gazprom
boru hattının Rus topraklarında kalan bölümünün işletmesini üstenmiştir. Türk topraklarında bulunan
bölümün işletmesi BOTAŞ tarafından gerçekleştirilmektedir. Mavi Akım 17 Kasım 2005 tarihinde
açılmıştır.
Kazak ve Kafkasya doğal gazını Türkiye’den Avrupa’ya taşıyacak olan Nabucco Hattı ise
projelendirme aşamasındadır. Hat, Ankara’da 13 Temmuz 2009 tarihinde hükümetler arasında
imzalanan anlaşma ile güç kazanmıştır. Türkiye’den AB ülkelerine doğal gaz taşımak amacıyla yapılması
düşünülen uzun geçişli bir boru hattı taşımacılığı projesidir.
Haberleşme Sektörü
1980’li yılların başlarına kadar bu sektör devlet tekeli olarak yürütülmüş, bu tarihten sonra özelleştirme
hareketleri ile özellikle telefon hizmetlerinin özelleştirilmesinde büyük başarı sağlanmıştır. Arjantin,
Pakistan, Güney Kore, Tayland, Peru, Portekiz, Şili, Hindistan, Malezya, Meksika, Endonezya,
Yunanistan gibi Türkiye’ye benzer ekonomik yapıdaki ülkelerin hepsinde telefon şirketleri özelleştirilmiştir.
Türkiye’de PTT nin T’sinin özelleştirilmesi konusunda son yıllarda büyük çaba gösterilmiş, bu konuda çıkan bazı
yasalar iptal edilmiştir.6 Mayıs 1995 de Türk Telekomünikasyon A.Ş ye ait hisselerin en çok %49 bölümünün
devrine ilişkin esaslar düzenlemiştir. Bu yasa çerçevesinde %49’luk hissenin%10’luk bölümünün Posta
İşletmesi Genel Müdürlüğüne bedelsiz olarak devredilmesi,%lik bölümünün PTT yardım sandığına ,%34 ünün
ise özel kesimdeki gerçek ve tüzel kişilere satılması öngörülmüştür.
PTT 13 Temmuz 1953 de İDT ye dönüştürülmüştür.4502 Telekomünikasyon Kanunun ile yapılan en temel
değişiklik sektördeki politika belirleme, düzenleme ve işletme fonksiyonlarının ayrılmasıdır. Yasa ile Türk
Telekom, kamu iktisadi kuruluşu olmaktan çıkartılmış ve etkin çalışmasının sağlanması amacıyla özel hukuk
hükümlerine tabi, kamunun sadece hissedar sıfatı ile temsil edildiği bir şirkete dönüştürülmüştür.
Ayrıca; hizmetin niteliğine göre, görev sözleşmesi, imtiyaz sözleşmesi, ruhsat veya genel izin yoluyla
yürütülmesi hükmü getirilmiştir.
15 Ağustos 2000 de kurulan Telekomünikasyon Kurumu:
o Telekomünikasyon sektöründe adil ve serbest rekabete dayalı,
o Dinamik ve güçlü bir piyasa oluşturmak,
o Sektör ile ilgili politikalara katkı sağlamak,
o Tüketici haklarının korunmasını sağlayıcı önlemler almak,
o Frekans ve numara gibi kıt kaynakların planlanarak, etkin ve verimli kullanımın sağlamayı
amaçlamaktadır.
15
İnşaat ve Müteahhitlik Hizmetleri
İnşaat, emek-yoğun, fazla nitelikli elaman gerektirmeyen, dışa ve ithalata bağımlılığı çok düşük bir
sektördür. Türkiye’de ekonomik faaliyet kollarına göre GSMH (GSUG) hesaplanmasında inşaat sanayi ile konut
sahipliği ayırımı yapılmıştır. İnşaat sektörü içinde konut, en önemli olanıdır. Çünkü konut, insanların yerleşme
ve barınma ihtiyacını karşılar. Konut kapsamına, her türlü konut inşaatı, ev ve apartman girmektedir.
İnşaat sektörü, Cumhuriyet’in ilk yıllarında öncelikle demiryolu hatları ve büyük su projeleriyle başlamış ve
1950’lere kadar devam etmiştir. Sektörün 1960’lı yıllardaki gelişiminin ardındaki temel etken, kamu altyapı
yatırımlarıdır.
Türkiye’de 1980’li yıllardan sonra ciddi gelişim göstermiş olan inşaat sektörünün büyümesi 1988 yılından sonra
yavaşlamıştır. 1988’de liberalizasyon (serbestleşme) süreci ve artan faizlerle yükseliş gösteren yatırım
maliyetleri sonucu olarak inşaat talebi düşmüştür.
1993-2003 döneminde Türkiye ekonomisi %26 oranında büyürken, inşaat sektörü %22 oranında daralmıştır.
Bu daralmada bu dönemdeki kamu sektöründeki yatırımların azalması önemli etken olmuştur. 2011 yılında
inşaat sektörünün GSMH içindeki payı %5,9’dur.
İnşaat sektörü içinde yer alan konut, Türkiye gibi gelişme yolunda olan ülkelerde, kent-köy ayırımının
giderilmesinde ve hızlı kentleşmenin yarattığı gecekondu sorununun önlenmesinde çok önemlidir. Türkiye’de
sabit sermaye yatırımları içinde son yıllarda birinci sırayı almaktadır.
1980’li yıllardan sonra konut sektörünün toplam sabit sermaye yatırımları içindeki payının yükselişinde
Emlak Kredi Bankası’nın konut kredilerindeki artışın ve Toplu Konut Fonu’nun kurularak konut yapımını
ucuz kredi ile desteklemesinin önemli etkisi vardır.
1972-2011 döneminde Türk müteahhitleri en fazla Rusya Federasyonu’nda (%17,7), daha sonra Libya (%12,9)
ile Türkmenistan’da (%10,9) iş almışlardır.
Bu dönemde emek yoğun iş türlerinden ileri teknoloji ve uzmanlık gerektiren faaliyet alanlarına geçiş
kaydedilmiştir. Son yıllarda pazar, ürün ve iş çeşitlenmesi hızlanmış, bazı Türk firmaları uluslararası havaalanı,
demiryolları ve kentsel metro sistemleri gibi proje türlerinde uzmanlaşmaya ve dünya markalığı hedefine
yönelmişlerdir.
o Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girişi altyapı yatırımlarını arttırmış, firmalara yabancılarla çalışıp
deneyip kazanma ve düşük maliyetlerle makine parkına sahip olma şansı vermiştir.
Turizm Sektörü
Turizm, dinlenmek, görmek, eğlenmek ve tanımak gibi amaçlarla yapılan geziler ve bir ülkeye veya bir bölgeye
turist çekmek için alınan ekonomik ve kültürel faaliyetlerin tümüdür. Turizm, dünya ekonomisinde son yıllarda
hızla gelişen hizmet sektörüdür. 2011 yılında 24 milyar dolar olan turizm geliri, dış ödemeler dengesine
net katkı açısından çok önemlidir.
Turizm konusunda devlet yapısı içinde ilk örgütlenme, 1934 yılında çıkarılan İktisat Vekaleti Teşkilatı ve
Vazifeleri Hakkında 2450 sayılı Yasa ile başlamıştır. 2450 sayılı Yasa uyarınca turizm örgütlenmesi, 1937 yılına
kadar İktisat Vekaleti içindeki Dış Ticaret Dairesi Türk Ofisi içinde yürütülmüştür.
1938 yılında Türk Ofisi’nin içindeki yayın ve propaganda servisi, Turizm Müdürlüğü’ne dönüşmüştür. Turizm
örgütü 1940 yılında Matbua Umum Müdürlüğü içinde kalmış ve 1949 yılında Basın, Yayın ve Turizm Genel
Müdürlüğü adını almıştır. 25 Kasım 1957 tarihinde Genel Müdürlük, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’na
dönüştürülmüştür. 1953 yılında, Turizm Endüstrisini Teşvik Kanunu çıkartılarak sektör teşvik edilmeye
başlanmıştır.
1984 yılından sonra yapılan düzenlemeler ile turistlerin dövizlerini bankalar dışında otellere, mağazalara,
1988’den sonra döviz bürolarına bozdurabilmeleri mümkün olmuştur. Sadece resmi kurumlar aracılığıyla
elde edilen dövizler ile turizm gelirlerini sağlıklı olarak belirlemek tam olarak mümkün olmadığı için, kalınan
süre ve ortalama harcama miktarı kullanılarak bulunan rakamlar, turizm gelirlerinin belirlenmesinde esas
olmuştur.
o Merkez Bankası turizm gelirleri tanımında 2004 yılında değişiklik yapmıştır. 2003 yılından sonra
turizm gelirlerine, daha önce işçi gelirleri olarak hesaplanan ancak günümüzde yurda girişte
turizm geliri olarak değerlendirilen harcamalar da dahil edilmiştir.
16
Türkiye’ye gelen turist sayısında 1990’lardan sonra hızlı bir artış gözlenmiştir. Bunda, turizme verilen önem,
turistik belgeli tesis ve yatak sayısındaki artış önemli rol oynamıştır. Genel ekonomide ve turizm
sektöründeki altyapının (yol, yat limanı, ulaşım, arıtma tesisleri, haberleşme, tanıtım, personel yetiştirme) hızlı
gelişimi sonucu etkilemiştir.
Dünya Turizm Örgütü rakamlarına göre 2011 yılında dünya turizm gelirleri 955 milyar dolardır. Uluslararası
turizm talebi son 10 yıllık dönemde %45 oranında artış göstermiş turist sayısı 2011 yılında 980 milyon kişi
olmuştur. Turizm, dünyanın en hızlı gelişen sektörlerinin başında gelmektedir. Yükselen refah seviyesine
paralel olarak, seyahate ayrılan gelirin ve ulaşım imkanlarının artmasıyla büyüyen uluslararası turizm
pazarından en yüksek payı almak için turist çeken ülkeler arasındaki rekabet giderek artmaktadır.
Dünya turizm hareketleri içinde AB ülkelerinin gelen turist ve turizm gelirinden aldıkları pay %40’ı
geçmektedir. En çok turist çeken ülkelerin başında Fransa, İspanya ve İtalya gelmektedir.
OECD ülkeleri içinde yabancı turist girişi bakımından son 5 yılda %20,6 artışla en hızlı gelişen ülke Türkiye’dir.
Türkiye, dünya turizm pazarında turist girişleri açısından %3, turizm gelirleri açısından ise %2,3 pay ile en
büyük 20 turizm varış noktası içinde turist girişleri açısından yedinci, turizm gelirleri açısından ise onuncu
sıradadır. Türkiye, Avrupa turizm pazarında turist girişlerinde %6, turizm gelirlerinde ise %5,1 paya sahiptir.
2011 yılında Türkiye’ye gelen turist sayısı 30,5 milyon kişi olmuştur.
Türkiye’ye 2010 yılında gelen turistlerin % 19’sı OECD, %21’i Rusya Federasyonu’nun dahil olduğu Bağımsız
Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerindendir.
2010 yılında Türkiye’ye en çok turist gönderen ülke sıralamasında:
Almanya % 15,3 ile birinci
Rusya Federasyonu %10,9 ile ikinci
İngiltere ise % 9,3 ile üçüncü sıradadır.
Türkiye’de sektörde doğrudan yaratılan istihdam yaklaşık 3,3 milyon kişidir.
Türkiye’de turizm sektöründe; küreselleşmenin ortaya koyduğu dinamikleri barındıran, ülkeye daha çok turist
gelmesinin yanı sıra hizmet kalitesini artırmaya çalışan, pazarlama kanallarını çeşitlendirerek üst gelir
gruplarını hedeflemektedir.
Ayrıca doğal sermayeyi koruyan, turizmin karşılaştırmalı rekabet üstünlüğüne uygun olarak golf, termal,
kongre, kurvaziyer, sağlık turizmini ve eko-turizmi ön plana çıkaran bir yapının oluşturulması amaçlanmaktadır.
17
Read more