Yunus Emrenin Fikri ve Edebi Yönü Nedir?


Yunus Emre Allahı övmek ona duyulan sevgiyi dile getirmek için yazılan ilahilerin öncüsüdür yani dinle ilgili eserler verir.Dini Tasavvufi şiirin en büyük temsilcisidir. Eserlerinde de Allah aşkını, insan sevgisini dile getirirMutasavvıf şairlerimizdendir. Edebi yönüne baktığımızda en çok göze çarpan kullandığı sudan duru Türkçe’dir. Yüzyıllar önce yazmasına rağmen bugün bile çok rahat anlayabileceğimiz bir dili vardır Yunus’un.
Şiirlerinin tamamından Allah ve Peygamber aşkını anlatmakta, insanları İslamiyet konusunda bilgilendirmeye çalışmaktadır.
YUNUS EMRE’NİN HÜMANİZMASI
Türk şiir ve düşünce tarihinin ilk ulu kişilerinden biri – belki de birincisi – olan Yunus Emre’nin sanatı, kendi çağında üç boyutuyla doruğa ulaşmış, sonraki yedi yüzyıl boyunca yine aynı üç boyutuyla dipdiri kalmıştır:
1. Duru söyleyişlerden duygu coşkunluğuna kadar değişen bir lirzmle dile getirilmiş sevgi, inanç, kaygı şiirleri…
2. Yaşayan Türkçeyi, halkın öz dili olanca kıvraklığı, derinliği ve rengiyle kullanışı…
3. İnsanlık değerlerine inanan, yobazlığı kınayan, Tanrı ve insan sevgisine dayanan hümanizması…
Bu üç boyut, duygu – dil – değer zenginliği olarak da tanımlanabilir. Yunus Emre’nin çağlar boyu büyüklüğü, kendisinin ve ulusal kültürünün düşünce ve değer niteliklerini bir bütün olarak alıp geliştirmesinden ve gerek şiirsel söyleyişte, gerek felsefede evrensel olmasından doğmuştur.

Türk şiirinin uzun tarihi boyunca, halk şiirinde Yunus çapında bir ozan yetişmiş değildir. Tasavvuf şiirinde, Yunus’tan ancak iki yüz elli yıl sonra Fuzuli, hemen hemen beş yüzyıl sonra da Şeyh Galip, aynı doruğa varabilmiştir, ama yine de Yunus – Arapça ve Farsça sözlere çok daha az yer verdiği ve tertemiz bir Türkçe kullandığı için – bize Fuzuli ve Galip’ten daha özgüdür. Hümanizma da ise Yunus Emre’nin çapında 19. yüzlılın sonlarında Tevfik Fikret’in açtığı çığırla ve 20. yüzyılda gelişen “insanlık anlayışı” ile varılabilmiştir.
Denilebilir ki, Türk şiirinde en geniş ve en başarılı sentezi Yunus Emre yapmıştır. Yunus’un sanatı, halk şiirinin niteliklerini ve temalarını bütünüyle kapsamış, Türk tasavvufunun en özlü örneklerinden birçoğunu vermiş, Anadolu Türkçesine yeni bir ruh ve estetik getirerek diri kalmasına yardım etmiş, Türk boylarının İslamiyeti benimsemesinden çok daha önce başlamış olan Türk hümanizmasını, İslamiyetin ahlak kavramlarıyla ve insan değerleriyle geliştirerek güçlendirmiş ve yaşatmıştır.
http://www.karamankultur.gov.tr/kulturMd/sayfalar/sayfa303/050%20-%20Yunus%20Emre.jpgHayatı duygu dünyası, tasavvuf yönü, dili ve üslübu bakımından geniş ilgi toplayan ve derinlemesinde değerlendirilen Yunus Emre’nin sanatındaki en önemli ve en güçlü unsurlardan biri – hümanist düşünce – şimdiye kadar ihmale uğramıştır. 1971 Eylülünde Akbank’ın düzenlediği “Uluslararası Yunus Emre Semineri” bu boşluğu gidermiştir. Yunus Emre’nin düşüncesindeki “insan değeri” ve “insanlık” kavramları, hem Türk hümanizmasının temelidir, hem de dil, din, ırk, mezhep bölüntülerine karşı çıkan evrensel bir nitelik taşımaktadır. Yunus’un hümanist şiirleri bir araya gelince, hem Türk kültür tarihinin en sağlam barışlarından biri, hem de çağımızdan yedi yüzyıl önce yaşamış bir hal ozanımızın önce Rönesans hümanizmasını, sonra da Batıda 18. yüzyıldan beri gelişen modern hümanizmayı müjdelemiş, hatta onların hala erişemediği bir düşünce olduğuna ve şiirli söyleyiş gücüne ulaşmış olduğu görülüyor.

İnsanı dünyanın ölçüsü kabul eden ve yer yüzündeki varlığında değer ve önem bulan hümanist düşüncenin kökleri, elbette Yunus Emre’den çok önce başlamıştı. Milattan önce 5. yüzlılda Protagoras, insanın var olan ve olmayan her şeyin öncüsü olduğunu belirtmişti. Doğuda Konfüçyüz ve Buda inançları, tanrısal ve insancıl değerleri bağdaştırıyordu. Sokrates, insanın kendisini tanıması üzerinde dururken hümanist düşüncenin temellerinden birini kurmuştu. Hıristiyanlık ve İslamlık da, dinsel hümanizmanın bellibaşlı kavramlarını getirdi, ama her iki dinin sonraki bağnaz ve yobaz yorumcuları, hümanist değerleri çiğnemeye kalkıştılar. Bu dinsel yozlaşmaya Orta Doğu’da çeşitli mezhepler – özellikle sufi tarikatlar – karşı gelmeye başladı. Yunus Emre’ye en yakın ve hümanizması üzerinde en etkili olan mutasavvıf, Mevlana Celalüddin-i Rumi idi. Yunus, Mevlana’dan tasavvufi hümanizmanın birçok unsurlarını Anadolu’nun başka bir manevi aydınlığı olan Tapuk Emre’den ise insancılığın heyecanını aldı.
Yunus Emre’nin hümanizması, yeni ve etkisiz doğmuş bir felsefi sistem değildir, Doğunun ve Batının yüzyıllar boyunca geliştirdiği hümanist düşüncelerin bir sentezidir. Yunus’un şaheseri olan bu sentezi, önceki hiçbir peygamberde, düşünürde, sanatçıda, şairde bulmak mümkün değil… Türk ozanı, eski Yunandan ve Roma’dan, Doğu dinlerinden, eski Türklerin insancı düşüncesinden, İslamiyetin öz değerlerinden, içinde yaşadığı bölgedeki sufilerden aldığı hümanist kavramları birleştirerek bir Türk hümanizması yaratmış ve onu Anadolu’nun yaşayan Türkçesiyle ve şiirsel boyutlarla işleyerek Türk toplumuna ve Türk kültürüne sürekli ve etkili bir ahlak olarak armağan etmiştir. Yunus’un sentezi kendisine ve Türk duyarlığına özgüdür. Yunus’taki hümanizma kapsamına Batı kültürü ancak Yunus’tan yüzyıl sonra ulaşabilmiştir. Aynı kapsamı, Rönesans’ta kolektif bir çaba ile gerçekleştirmek mümkün olmuştur; oysa bizim Yunusumuzun eseri, tek bir ozanın dehasından doğmuştur. Dünyanın hümanizma tarihinde Yunus’un önemi, bunun içinde de üstündür.
Yunus Emre, hümanizma sentezini sadece Batıdaki uyanıştan önce yapmış olmakla değil, insanlar arasında düşmanlıkların ve bölününtülerin kol gezdiği bir çağda yaratılmasıyla da hayranlığımızı kazanmıştır. Yunus, insanlık sevgisini ve yeryüzü birliği anlayışını Moğolların yaptığı akınları ve üstüste kaç Haçlı seferinin allak bullak ettiği bir bölgede, İslam – Hıristiyan düşmanlıklıkları ve İslamiyet içinde korkunç mezhep kavgaları sürüp giderken dile getirmişti. Yıkıntı, kan, öç ve kin çağında, Yunus insanlar arasında kardeşliğin ve yeryüzünde barışın, birleşmenin, dayanışmanın değerlerini belirtiyordu.
Yunus’un hümanizması, insanın yeryüzündeki en önemli gerçek olduğu ve Tanrıyı kendi içinde taşıdığı kavramdan başlayarak manevi yaşantının kalıplaşmış dine üstün olduğu, sevginin ve barışın en güçlü ahlakı yarattığı, insan değerine ve haysiyetine bel bağlamak gerektiği, bütün dinleri ve bütün ulusları bir tutmak ve bağdaştırmak ülküsünün en dürüst ilke olduğu gibi temel hümanist düşünceleri yoğun ve ahenkli şiirlerle yaymıştır.
Türk ozanı, Allah’a inanan ve İslamiyetin yobazlar elinde yozlaşan yorumlarını reddedip öz değerlerini benimseyen gerçek bir “mümin” dir. Hümanizması Tanrıyla başlar, Tanrıyla biter. Türk şiirinde ilk defa Tanrıyı insanlaştıran ve insanı Tanrılaştıran ozan, Yunus Emre olmuştur. Bugünün Türkçesiyle yazılmış gibi duru ve akıcı bir şiirinde, Yunus Tanrıyı uzun uzun aradıktan sonra insanın canevinde bulduğunu anlatmıştır:
Bu tılsımı söyleyen
Türlü dilde söyleyen
Sığmış bu can içinde
Çok aradım özledim
Yeri göğü aradım
Çok aradım bulamadım
Buldum insan içinde
Tanrıyı “insan” da, “can içinde” bulan Yunus, insanı Tanrı gibi ya da Tanrıyı insan gibi konuşturmuştur:
Evvel benim ahir benim canlara can olan benim
Bu tanrı – insan ilişkisi, Yunus’ta insana inanç ve sevgi olarak kendini gösterir:
Yaratılmışı severiz
Yaratandan ötürü
Yunus’un hümanizmasında, inancın manevi yaşantısıdır önemli olan:
Ararsan Mevlanayı kalbinde ara
Kudüste Mekkeden Hacda değildir
Yunus Emre der Hoca
Gerekse var bin hacca
Hepsinden iyice
Bir gönüle girmektir
Yüz Kabeden yeğrektir
Bin gönül ziyareti
İnsan değerlerine ve haysiyetine inanan hümanist, güçlünün zayıfı hırpalamasını, zenginin yoksulu sömürmesini, imtiyazlının bahtsızı ezmesini kınar:
Gitti beyler mürüveti
Binmişler birer atı
Yediği yoksul eti
İçtiği kan olusar
“Aşk gelicek cümle eksikler biter” diyen Yunus Emre’nin hümanizması, Tanrıyı, insan değerini, var olmanın sevincini kutlar ve insan haysiyetine saygı, manevi yaşantıya inanç, dinlerin çerçevesini aşan bir Tanrı anlayışına bağlılık, insanın kardeşliğine güvenç ve her zaman, her yerde sevgi ilkelerine dayanan bir düşünce ve ahlaktır. Bu üstün ahlakın özünü Yunus üç satırda vermiştir:
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize

kaynak; sevgiadasi.com

Read more

Atatürk’ün Türk Eğitimi İçin Önerileri Nelerdir?

ATATÜRK’ÜN TÜRK EĞİTİM TARİHİNDEKİ YERİ
Atatürk’ün eğitimimizin durumuna ilişkin başlıca gözlem ve teşhislerini maddelersek:
• Toplumumuzda yaygın bir bilgisizlik vardır.
• Eğitim-öğretim yöntemlerimiz uygun değildir.
• Çocuklarımızın üzerinde ailenin baskısı vardır.
• Bir milletin yükselmesi de alçalması da eğitimin milli olup olmasıyla ilgilidir. Bizim eğitimimiz ise milli değildir. Atatürk’e göre; milli olmayan eğitimimizin yüzyıllardır süren felaketlerimizin temel sebeplerindendir.
• İstikrarlı eğitim politikamız yoktur.
• Eğitimimizin amacı kendini, hayatı bilmeyen , her konuda yüzeysel bilgi sahibi tüketici insan yetiştirmek olmuştur.

ATATÜRK’ÜN EĞİTİMİMİZ İÇİN ÖNERİLERİ, İSTEKLERİ, TALİMATLARI

Onun yaptığı inceleme , gözlem ve teşhislerinden öneri ve isteklerini neler olduğu belli olsa da belli başlıklar altında incelememiz gerekmektedir:
• Gelecek nesiller Türkiye’nin bağımsızlığını koruyacak, cumhuriyeti koruyup yükseltecek biçimde yetiştirilmelidir.
• Eğitim milli , bilime dayalı ve laik olmalıdır.
• Eğitim işe yarar, üretici ve hayatta başarılı olacak insanlar yetiştirmelidir.
İşte Atatürk gerilememizin önemli nedenlerinden biri olan memur olmaya aşırı düşkünlüğü ortadan kaldırmaya çalışmış yeni ve aktif bir insan tipi yetiştirmeyi hedef göstermiştir. Ona göre bilgi, bir süs, zevk ya da baskı aracı değil hayatta başarıyı sağlayan kullanılabilir bir araç olmalı, her öğretim düzeyinde iktisadi hayatta etkili olacak uygulamalı bilgiler kazandırmalıdır. (Akyüz , 2001)
• Eğitim çocuğa hürriyet vererek, yeni nesillere de fazilet,fedakarlık, düzen, disiplin, kendine ve milletimizin geleceğine güven duygularını geliştirmelidir.
• Eğitim toplumu cehaletten kurtarmalı , onun bilgi ve ahlak düzeyini yükseltmeli, kabiliyetlerini ortaya çıkarıp geliştirmelidir.
Atatürk toplumumuzun bilgisizliğini, felaketimizin en önemli nedenleri arasında görüldüğünden bilgisizliğin süratle ortadan kaldırılması gerektiğini her zaman ifade etmiştir.


H. HEYET-İ İLMİY E TOPLANTILARI
1. İkinci Heyet-i İlmiye Toplantısı :
Bu toplantının amacı Türk eğitim sistemini yeni devlet düzenine uydurmak eğitim binasını yeniden kurup laik bir eğitim zihniyeti yerleştirme çalışmalarıdır. Bu heyetin toplanma amacını Maarifvekili şöyle açıklıyordu:
Cumhuriyetin hakiki mihrap ve gaye halinde müebbet yaşaması bizim için en esaslı hedeftir. Yeni nesilleri kuvvetli bir iman, hakiki bir seçme ile yetiştirmek için terbiye ve Maarifsistemlerimizde değişiklik yapmak lazımdı. Bunun esaslarını belirlemek için mustedir ve mütehassıs birçok kişileri Ankara da topladık
İkinci heyet-i ilmiyenin aldığı kararlar şöyledir:
• Mecburi öğretim bir yıl kısaltılıp beş yıl olmalıdır.
• Lise öğretimi de altı yıl olup ilk üç sınıfına “kısm-i evvel” kalan üç sınıfa da “kısm-i sani “ denilip kız liselerimizin de öğretim süresi erkek liselerine eşit olması kabul edildi.
• Kız ve erkek lise programları aynı olup yalnız ilk kısımda kızlar bazı meslek dersleri göreceklerdir.
• Öğretmen okullarının öğretim süresi beş yıla çıkartılıp programa içtimaiyat dersi eklenecektir.
• İstanbul erkek muallim mektebinin yüksek kısmının Darülfünun’a bağlanıp “yüksek muallim mektebi” adını alması kabul edildi.
• Bakan vasıf Bey in eğitimin aşağı tabakalara inebilmesi için “idareyi hususiye” vergisinin kaldırılması kabul edilmiştir.
• Liselerin üst sınıfları için yarışma usulü kitap yazdırılmaması bu sınıfların ders kitaplarının uzmanlara yazdırılıp tercüme ettirilmesi kararlaştırılmıştır.
2. Üçüncü Heyet-İ İlmiye Toplantısı
26 Aralık 1925 – ocak 1926 tarihleri arasında Maarif Vekili Necati Bey başkanlığında, başkanlık ileri gelenlerinden önemli liselerin müdürlerinden ve müfettişlerden oluşan 19 kişilik bir heyet halinde toplanmıştır.
12 oturum olarak yapılıp şu kararlar alınmıştır:
• Devlet ve il bütçelerinden maarife ayrılan parayı en verimli bir şekilde kullanıp, okulları, okumak için başvuran bütün çocukları alabilecek şekilde genişleterek önlemleri almak.
• Liselerin azaltılıp, öğretmen okulları ve meslek okullarının belirli merkezlerde toplanması ve kuvvetlendirilmesi.
• Yatısız orta okullarda karma eğitimi yapılıp stajyer öğretmenlere meslek eğitiminin verilmesinin sağlanması.
• Öğretmenlerin terfileri için yasal temeller konulup, eğitim ve öğretim işleriyle meşgul olacak bir milli talim ve terbiye dairesi kurmak.

İ. KARMA EĞİTİM

Bu sorun ilk defa 1924 yılında, Tekirdağ da kız lisesi bulunmaması dolayısıyla kızların erkek liselerine kaydolmak istemeleri bu sorunu meydana getirmiştir. Birçok tartışmalardan sonra hükümet 1924 ağustosunda ilk okul eğitiminin karma olmasını, kızların erkek okullarına erkeklerin de kız okullarına kayıt olabilecekleri kararı alındı.
Cumhurbaşkanı “ Gazi Paşa “ da 28 Ağustos 1924 de öğretmenler kongresi dolayısıyla Maarifvekili Vasıf Bey in verdiği yemekte yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “ Reisi Cumhurum ve memleket irfanı “ erkek ve kız çocuklarımızın , aynı suretle, bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin ameli olması mühimdir. Memleket evladı her tahsil derecesinde iktisadi hayatta müessir ve muvaffak olacak surette eğitilmelidir.” Demiştir.
1925 sonları ile 1926 yılları başlarında toplanan üçüncü heyet-i ilmiyede yatısız orta okullarda öğretimin karma olması, 1927-1928 öğretim yıllarından itibaren karma ortaokullar kurulması , liseler için de karma eğitime ancak 1934-1935 öğretim yılından itibaren geçilebilmiş tek lisesi olan yerlerde 19 lisede karma öğretime başlanılmıştır.


kaynak; Sevgiadasi.com

Read more

Emredici Anlatım Nedir? Anlatım Türleri Örnekleri


EMREDİCİ ANLATIMIN KULLANIM ALANLARI:
1. Kesinlik ve vazgeçilmezlik bildirirler. Emir ve yasaklamalar içerir: “Sigara içilmez!” “Aslan kafesine elinizi uzatmayınız.” “Seyyar satıcılar giremez.” “Çimenlere basmayın!” “Lüzumsuz ise ışığı söndür!” “Trafik kurallarına uyunuz, trafik ışıklarına ve işaretçilere dikkat ediniz.”
2.Bazen de eski ve doğruluğu kesin gibi görülen deneyimler, öğütler, söze kesinlik katmak için emredici anlatımla sunulur: “Bir başkasının da senin kadar iyi söyleyebileceğini söyleme; senin kadar iyi yazabileceğini yazma” (ANDRE GİDE)
“Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma!
Ne varsa doğrudadır; doğruluk şaşar sanma!” (TEVFİK FİKRET)
3. Bazen de diyaloğa dayanan anlatılarda sözdeki içtenliği bildirmek için kullanılır:
“-Bu akşam bize gel.
-Sen de etli, tatlı yiyecekler hazırla ama.
-Mutlaka geleceksiniz.
-Sakın şekerpareyi unutma!”
. 4. Bir şeyin nasıl yapılacağını anlatmada, tarif etmede kullanılır. Yemek tarifleri, reçeteler… bu tarzdadır. ”Buradan sağa döneceksin, yüz metre yürüyeceksin, çınar ağacını gördüğünde dur, Aradığın ev, çınarın solundadır.” “Önce 1 kg unu ortası çukur biçimde kaba dök. Yumurtayı kır, şekeri at, mayayı koy. Bunları hamura una katmadan önce unun ortasındaki çukurda elinle karıştır. Ama eldiven giymeyi de unutma. Daha sonra bunları yavaş yavaş hamura kat, iyice yoğur.”
5. Bir işin nasıl yapılacağını anlatan talimat veren yazılardır: “Zincirsiz yola çıkmayınız. Tekerleklerin havasını kontrol ediniz. Vitesi boşa alınız. Kontağı çevirdikten sonra, arabanın ısınması için birkaç saniye bekleyiniz. Silecekleri kontrol ediniz. Daha sonra yola çıkabilirsiniz.”
6. Kimi zaman, özellikle emir kipi 3. kişisiyle kurulan tümcelerde dilek, umut, yalvarma anlamlarında da kullanılır:
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı
Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı.
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” (MEHMET AKİF ERSOY)
EMREDİCİ ANLATIMDA TÜMCE KURULUŞLARI::
a) Emir kipiyle çekimlenmiş eylemlerle kurulann tümceler, emredici anlatımın temelini
oluşturur. Örn: “Çabuk buraya gel! Siz de aramıza katılın. Çok çalışınız. “
b) Gelecek zamanla çekimlenmiş eylemlerle kurulan tümceler de sertlik vurgusuyla söylendiğinde emir anlamı kazanır: “Bir gün, istiklâl ve cumhuriyetini müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin.”( (MUSTAFA KEMAL ATATÜRK)) “Hak bildiğin bi yola yalnız gideceksin!” (TEVFİK FİKRET) “Bu iş mutlaka yapılacak.” Kimi zaman “mutlaka” zarfı kesinlikle birlikte emir anlamı da katar tümceye.

c) Şimdiki zaman kipiyle de emredici anlatımı oluşturan tümceler kurulabilir: “Emineye
çantasını hazırlatmak için emir verdi.: -Çabuk!… diyordu, yalnız kalmak istiyorum!…
d) Geniş zaman kipiyle çekimlenmiş eylemlerle kurulu tümcelerle de emredici anlatım
oluşturulabilir: “Ya bütün bütün benim olursun, ya hiç olmazsın…”(HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR)
e) Gereklilik kipiyle çekimlenmiş eylemlerle kurulan tümcelerle emredici anlatım oluşturulabilir: “Her sabah dişini fırçalamalı, tırnakların temizliğini, uzunluğunu kontrol etmelisin.” (EDMONDO DE AMİCİS) Ek-fiilin “-dır” koşacı eklenerek emir anlamını kesinleştirir:
“ Benden selâm olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır” (KÖROĞLU)
f) Dilek-şart kipiyle çekimli eylemlerle kurulan tümcelerle de emredici anlatım
Oluşturulabilir: “Ne duruyorsun, çalışsana! Hiç durmasana!” (ÖMER SEYFETTİN)
g) İstek kipiyle çekimli eylemlerle kurulan tümcelerle de emredici anlatım oluşturulabilir:
“Haydi arkadaşlar gidelim” (MEHMET AKİF ERSOY)
h) Mastar ekleri, ek-eylemin “-dir” koşacını aldığında anlatımı emir anlamı katar:
“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa etmektir.” “Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır.” (MUSTAFA KEMAL ATATÜRK)
NOT:
1.Kimi zaman emir kipiyle kurulu tümceler ünlemleşir: “ Yaşasın! Sağ ol! İleri!…
2.Kimi deyimleşmiş, kalıplaşmış anlatımlar, emir anlamı taşımaz: “Ne olursa olsun doğru konuşmalı.” “ Şimdi, sabahın erken saatinde kalk da işe git, milletin derdiyle uğraş işin yoksa. “ “Kolay gelsin.”
3.Yüklemi emir kipine dayalı iç tümceler emir anlamı taşımazlar: “Gençler, anne babaları her şeylerine karışsın, İstemezler.
Özellikleri:
1.Dil alıcıyı harekete geçirme işlevinde kullanılır.
2.Emir, telkin, öneri anlamı taşıyan ifadeler yer verilir.
3.Öğretici ve açıklayıcı yönleri vardır.
4.Cümlelerde fiiller hakimdir.
5.Uyulması beklenen bir üslubu vardır.(Zorlama anlamı vardır)
6.Sosyal hayatın düzenlenmesinde emredici anlatım kullanılır.
7.Trafik kuralları, bazı eşyaların kullanma kılavuzları, ilaçların kullanma kılavuzları emredici anlatıma örnek verilebilir.

Read more

Göstermeye Bağlı Edebi Metin Örnekleri


GÖSTERMEYE BAĞLI EDEBÎ METİNLER
Tiyatro: Günlük hayatta her an karşılaşabileceğimiz olayları sahnede göstermek amacıyla yazılan eserlere tiyatro denir. Drama dramatik edebiyat gibi sözler de tiyatro anlamına gelir. Dilimizde tiyatro sözcüğü sahne eseri sahne eserlerini oynama sanatı ve sahne eserlerinin oynandığı bina anlamlarında da kullanılır.
Tiyatro olayları dekorlar ve kişiler yardımıyla günlük hayatta olduğu gibi gözümüzün önünde canlandırır. Bunun için hem göze hem de kulağa hitap eden güzel sanatlardan yararlanır. Söz ve hareketler birbirini tamamlar. Oyuncu ile seyirci bütünleşir. Bu bakımdan edebî türler arasında en canlı hayata en yakın olanıdır.
Tiyatro eserinde başlıca iki öge bulunur: olay ve kişiler. Olay anlatılmaz oyuncular tarafından canlandırılır. Kişiler olayları yaşayan ya da olaydan etkilenen varlıklardır. Olayları ön planda yaşayan varlığa olayın başkahramanı denir.

Tiyatro eserleri de hikâye ve romanda olduğu gibi üç bölümden oluşur: Serim düğüm ve çözüm. Serim (giriş) bölümünde olay ve olayla ilgili kişiler kısaca ele alınır. Düğüm (gelişme) bölümü olaydaki kişilerin çatışması ve çatışmanın merak uyandıracak bir hâl aldığı bölümdür. Çözüm (sonuç) de ise olay bir sonuca bağlanır.
Tiyatro Çeşitleri: Bugünkü tiyatronun kaynağı Antik Yunan Tiyatrosudur. Antik tiyatronun iki türü olan trajedi ve komedinin kaynağı Bağ Bozumu Tanrısı Dionysos adına yapılan törenlerdir. Trajedi ve komedinin ayırıcı özelliklerini Aristoteles ilk kez Poetika adlı eserinde belirtmiştir.
İlk örnekleri Antik Yunan edebiyatında görülen trajedi ve komedi daha sonra Yunan ve Lâtin edebiyatlarının örnek tutulduğu klasisizm akımı devrinde özellikle Fransa’da yeniden canlanarak 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür.
19. yüzyılda romantizm akımına bağlı sanatçıların trajedi ve komedinin klâsik kalıplarını kırması ve bir ölçüde bunları kaynaştırmasıyla dram doğmuştur.
Türk tiyatrosunda Batılı anlamda ilk eser Şinasi’nin Tanzimat döneminde yazdığı Şair Evlenmesi adlı bir perdelik komedidir. Tanzimatla birlikte Türk tiyatrosu komedi ve dram türüne yönelmiştir.
Komedi türünde yazanlar özellikle Moliere (Molyer)’den etkilenmişler zaman zaman geleneksel oyunlarımızdan da yararlanmışlardır. Şinasi’nin yanı sıra Teodor Kasap Âli Bey Ahmet Vefik Paşa komedi türünde eserler vermişlerdir.
Dram türünde Namık Kemal Abdülhak Hâmit Tarhan gibi yazarlar romantizmin etkisiyle aşırı duygusallığa kapılmışlar konuşma dilinden uzaklaşma olay örgüsüne ve oyun tekniğine önem vermeme yüzünden pek başarılı olamamışlardır.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde de tiyatro çalışmaları sürmüş ancak başarılı ürünler Cumhuriyet Dönemi’nde verilmiştir.
Meşrutiyetten bu yana dram türünde eser veren bazı sanatçılar şunlardır: Müsahipzâde Celâl Vedat Nedim Tör Reşat Nuri Güntekin Faruk Nafiz Çamlıbel Nazım Hikmet Necip Fazıl Kısakürek Oktay Rıfat Haldun Taner Turgut Özakman Sermet Çağan Güngör Dilmen.
1. Trajedi: Yaşamın acıklı yönlerini kendine özgü kurallarla sahnede yansıtmak; ahlâk erdem örneği göstermek için yazılmış manzum tiyatro eserine trajedi denir. Trajedi; izleyicide korku heyecan acındırma duyguları uyandırarak ders vermeyi amaçlar. Trajedilerde işlenen trajik olay iki yüksek değer arasındaki çelişkiyi yaşayan insanın durumundan doğar.
Klâsik trajedinin özellikleri şunlardır:
Trajedilerde erdem ve ahlâka her şeyin üstünde yer verilir.
Trajedi konularını tarihten ve mitolojiden alır. 17. yüzyıla kadar yazılan trajedilerde konular Yunan ve Lâtin mitolojisinden tarihinden alınırdı.
Trajedilerde; çirkin sayılan vurma yaralama öldürme gibi olaylar sahnede seyircilerin gözleri önünde sergilenmez bu olaylar sahne gerisinden duyurulur.
Trajediler manzum olarak yazılır.
Trajedi beş perdeden oluşur.
Kahramanlar olağanüstü varlıklar veya soylulardır: Tanrılar tanrıçalar yarı tanrılar; krallar kraliçeler vb.
Trajedilerde üç birlik kuralı vardır. Bir eserin zaman mekân (yer) olay birliği içinde verilmesine üç birlik kuralı denir:
Zaman Birliği: Eserin konusunu oluşturan olay 24 saat içinde geçer. Eserin konusu olayın sonuca en yakın yerinden seçilir
Yer Birliği: Olayın baştan sona kadar aynı yerde geçmesidir.
Olay Birliği: Piyesin tek bir ana olay çevresinde gelişmesidir.
Klâsik trajedinin önemli yazarları şunlardır: Aiskhylos (M.Ö. 6. yüzyıl) Sophokles (M.Ö.5. yüzyıl) Euripides (M.Ö. 5. yüzyıl) Ennius (M.Ö. 3. yüzyıl) Corneille (M.S. 17. yüzyıl) Racine (M.S. 17. yüzyıl).
2. Komedi: İzleyiciyi güldüren eğlendiren ve eğlendirirken düşündüren tiyatro türüne komedi denir. Aristoteles komediyi Poetika adlı eserinde şöyle tanımlar: “Komedi ortalamadan daha aşağı (kötü) olan karakterlerin taklididir. Bununla birlikte komedi her kötü olanı taklit etmez; tersine gülünç olanı taklit eder. Bu ise soylu olmayanın bir bölümüdür. Çünkü gülünç olanın özü soylu olmayışa ve kusura dayanır.”
Klasik komedinin özellikleri şunlardır:
Komedide kişilerin ya da toplumun gülünç yanları ortaya konularak seyirciyi güldürme yoluyla düşündürme ve doğru yola yöneltme amacı güdülür.
Konular günlük yaşamdan alınır.
Kişiler çoğunlukla halk kesiminden kimselerdir.
Acı veren olaylar (vurmak yaralamak vb.) seyircinin gözü önünde gerçekleştirilebilir.
Üslûpta soyluluk aranmaz; her türlü kaba sözlere ve şakalara yer verilir.
Nazımla yazılır. (17. yüzyıl klâsik edebiyatında nesirle yazılmış komediler de vardır.)
Trajediler gibi komediler de birbiri arkasından sürüp giden “diyalog” ve “koro” bölümlerinden oluşur. Eser ara vermeden oynanır perde arası yoktur.
Komedide de üç birlik kuralına uyulmuştur. Sonraları bu kuraldan vazgeçilmiştir. Günümüz komedi yazarları komedinin bu klâsik kuralına bağlı kalmadan eserlerini oluşturmuşlardır.
Başlıca Komedi Çeşitleri:
Karakter Komedisi: İnsan karakterinin gülünç ve aksak yanlarını konu alan komedidir. Moliere’in Cimri Shakespeare ( Şekspir)’in Venedik Taciri adlı eserleri karakter komedisidir.
Töre Komedisi: Toplumun gülünç ve aksak yanlarını konu alan komedidir. Moliere’in Gülünç Kibarlar Gogol’un Müfettiş Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı eserleri töre komedisidir.
Entrika Komedisi: Olayların şaşırtıcı biçimde düzenlendiği çoklukla güldürmekten başka bir amaç güdülmeden yazılan komedidir. Moliere’in Scapin’in Dolapları Shakespeare’in Yanlışlıklar Komedisi adlı eserleri entrika komedisidir. Entrika komedilerine vodvil de denilmektedir.
Klâsik komedinin önemli yazarları şunlardır: Aristophanes (M.Ö. 5.yüzyıl) Menandros (M.Ö. 4. yüzyıl) Terentius (M.Ö. 3. yüzyıl) Plautus (M.Ö. 3. yüzyıl) Moliere (M.S. 17. yüzyıl).
3. Dram: Yaşamın acıklı ve gülünç yönlerini bir arada yansıtan tiyatro türüne dram denir.
Komediler yalnız gülünç trajediler de acıklı olayları canlandırmak için yazılmıştır. Oysaki yaşam acıları ve sevinçleriyle bir bütündür. 19. yüzyılda Fransa’da yaşamın hem acıklı hem gülünç yönlerini birlikte işleyen dram türü ortaya çıkmıştır.
Dram türünün gelişiminde Shakespeare (Şekspir)’in önemli katkıları olmuştur. Shakespeare klâsik tiyatronun zaman ve yer birliği kurallarını yıkmıştır. Ayrıca acıklı ve gülünç olayları sahnede iç içe vererek dramın ilk örneklerini vermiştir. Sanatçının şiir ile düz yazıyı iç içe kullandığı oyunları önce Alman romantiklerini sonra da Fransız romantiklerini etkilemiş böylece dramın temelleri atılmıştır.
Fransız romantiklerinden Victor Hugo (Viktor Hügo) Cromwel adlı eserinin ön sözünde dramın özelliklerini şu sözlerle açıklar: “Dramın özelliği gerçektir. Gerçek yaratılışta yaşamda olduğu gibi dramda da karşılaşan iki tipin; yüce ile gülüncün birleşmesinden doğar. Doğada olan her şey sanatta da vardır.”
Dramın özellikleri şunlardır:
Üç birlik kuralına uyma zorunluluğu yoktur.
Hem acıklı hem de gülünç olaylar yaşamda olduğu gibi bir arada bulunabilir.
Olay tarihin herhangi bir devrinden ya da günlük yaşamdan alınabilir.
Kişiler halkın her kesiminden seçilebilir.
Klâsik trajedi ve komedilerdeki Eski Yunan mitolojisine yönelik değerler yerine ulusal değerlere yönelme görülür.
Acı veren olaylar (vurma öldürme vb.) sahnede oluş hâlinde gösterilebilir.
Perde sayısı yazarın isteğine bağlıdır.
Hem şiirle hem düz yazıyla yazılabilir.
Romantik dönemden günümüze kadar her edebî dönemde dram türü gelişmiş düzeyli ciddi bir anlatım aracı olarak varlığını korumuştur.
Dram türünün önemli yazarları şunlardır. Rönesans dönemi tiyatro yazarlarından William Shakespeare (16. yüzyıl) Goethe (18.yüzyıl) Schiller (18.yüzyıl) Victor Hugo (19. yüzyıl).
4. Çağdaş Tiyatro: Teknik buluşların getirdiği yenilikler ile uygarlığın insan üzerindeki etkileri tiyatroya yeni olanak ve temalar getirdi. İnsanoğlunun yaşamındaki değişim ve gelişimler tiyatroya sayısız yenileşme öğeleri kattı ve bu sanat dalına yeni sorumluluklar yükledi. Art arda gelen iki büyük savaş birbirinin ardı sıra doğan düşünce ve sanat akımları tiyatronun iç yapısında köklü değişiklikler oluşturdu. Şiir resim heykel ve müzikteki hızlı değişimler de onlardan yararlanan tiyatroyu etkilemiştir. Günümüz oyun yazarları bu sanat dallarının kendilerine sunduğu olanakları da kullanarak değişik anlayışlarla oyunlarını yazmaktadır.
Çağımız tiyatrosunda tiyatro geleneklerinin ve kurallarının değiştiğini görürüz. Tiyatro artık yaşamı olduğu gibi değil görünmeyen iç yüzüyle yansıtır. Sanat doğayı olduğu gibi taklit etmez. İnsanın çok zengin bir iç dünyası vardır. Bu iç dünya toplum ve doğa mantığına uymayabilir. Bu nedenle sahnede saçma gibi görünen sözler söylenebilir dengesiz hareketler olabilir.
a) Absürd (Uyumsuz Saçma) Tiyatro: Absürd tiyatro bir bakıma geleneksel tiyatronun kurallarını ve düzenlerini hiçe saymıştır. Tiyatro her şeyi anlamaktan canlandırmaktan çok bir ses ve hareket düzeni olmalıdır. Olaylar arasında bağ kurulması her zaman şart olmayıp oyun birbirine ilgisiz görünen sesler sözler eylemler hâlinde sürüp gitmelidir. Az olay ve az sözle çok mesaj vermek gerekir. Acıklı olaylar bile alay konusu olabilir. Absürd tiyatroda perde düzenine; serim düğüm çözüm bölümlerine önem verilmez. Eser; bilinmeyenlerle sembollerle ve saçma denilebilecek kurgularla doludur. Bu tiyatro anlayışında önemli olan; bir duygu ve olayın biçimini oluşumunu göstermektir.
Absürd tiyatronun önemli yazarları şunlardır: Eugene İonesco Amedee Samuel Beckett Seraphin Audiberti John Osborn.
Türk tiyatrosunda Güngör Dilmen’in “Canlı Maymun Lokantası” adlı eseri bu türün bir örneğidir.
b) Epik (Destansı) Tiyatro: Çağdaş tiyatronun başka bir kolu da Epik tiyatrodur. Bu tiyatro türünün önderi Alman yazar Berthold Brecht’tir.
Epik tiyatro oyunun izleyiciyi büyülemesine karşıdır. Yani temsil sırasında izleyicinin oyuna kendini kaptırmasını ve büyülenmesini önlemek ister. Bunun için sahne dekordan ve olaylardan uzak tutulur. İzleyiciye de temsilde gördüklerinin gerçek değil bir oyun olduğu hatırlatılır. Epik tiyatro izleyiciyi uyanık tutmak ister. Bunu sağlamak için araya şarkılar tekerlemeler oyunu birdenbire kesen açıklamalar konur. Entrikaların iç yüzü durup dururken açıklanır.
Epik tiyatronun önemli yazarları şunlardır: Arthur Adamov Max Frisch Frederich Dürrenmatt.
Türk tiyatrosunda Haldun Taner “Keşanlı Ali Destanı” adlı eseriyle epik tiyatro örneği vermiştir.

5. Müzikli Tiyatrolar: Sözleri bestelenmiş tiyatro türüdür. Tamamen bestelenen tiyatro türleri olduğu gibi yarısı beste yarısı söze dayanan tiyatro türleri de vardır.
Opera: Müzik eşliğinde söylenen şarkılı oyunlara opera denir. Lirik dram olarak da bilinir. Tamamen nazım (şiir) şeklinde yazılır ve bestelenir. Eserde şiir müzik ışık kostüm raks (oyun) ve estetik zenginlik tam bir uyum içerisinde bulunur.
Opera 17. yy başlarında İtalya’da doğmuş ve oradan önce Fransa’ya sonra da Avrupa ülkelerine yayılmıştır.
Opera – Komik: Güldürücü bir biçimde yazılan operadır.
Operet: Halka hitap eden müzikli komedidir. Halk şarkılarına dayalı sade üslupla haşf ve coşkun eğlenceli konularda yazılıp bestelenmiş sahne oyunudur. Daha çok eğlendirici yanı vardır.
Komedi Müzikal: Sözlerinin arasında müzikli parçalar bulunan vodvil ya da komedilere denir. Acıklı gülünç sahnelere yer verilir. Müzikli bölümlerde halk şarkılarından yararlanılır.
Bale: Konusunu müzik eşliğinde hareketlerle anlatan tiyatro türüdür. Balede konuşma yoktur. Her şey danslı hareketlerle anlatılır.
Revü: Revü; tablo skeç şarkı ve monolog gibi sahnelerden kurulu daha çok gündelik olayları alaya alan ve taşlayan bir gösteri türüdür.
Skeç: Genellikle bir nükteyle son bulan az kişili ve yalın şakacı bir içeriği olan kısa oyundur.
6. Gelenekli Türk Tiyatrosu: Zamanımızdan yaklaşık dört bin yıl önce Orta Asya’da yaşayan Türk boylarının bulunduğunu biliyoruz. Türklerin sığır yuğ şölen adları verilen törenlerindeki gösteriler gelenekli Türk tiyatrosunun ilk örnekleri sayılabilir. Bu törenlerin yönetmen ve oyuncuları şaman adı verilen din adamlarıdır.
Zamanla içeriği genişleyen dinsel törenler geleneksel törenler hâline gelir. Ergenokon Destanı’nda yer alan demir dövme töreni bu örneklerden birini oluşturur. Bu törene bütün boy halkı katılır büyük bir alan sahne olarak kullanılırdı. Dede Korkut Öyküleri incelendiğinde ozan ve kopuzun dram sanatının bir parçası olduğu anlaşılır. Ayrıca Şamanizm ayinleri bu bakımdan dikkati çeker.
11. yüzyılda İslâmiyet’i tamamen kabul etmiş olan Türkler yeni kültürün etkisiyle tiyatrodan uzak kaldılar. Buna karşılık gölge (hayal) oyunları cansız olduğu için hoşgörüyle karşılanmıştır. Ayrıca Türkler; kültür inanış ve yaşayışlarına uygun olarak geleneğe dayalı bir canlandırma sanatı geliştirdiler. Gelenekli Türk tiyatrosu adı verilen bu tiyatro anlayışının kolları şunlardır:
Köy Seyirlik Oyunları: Geleneksel Türk tiyatrosunun kaynakları içerisinde köy seyirlik oyunların özel bir önemi vardır. Halen özellikle Anadolu da ki pek çok köyde devam ettirilen köy seyirlik oyun geleneğinin tarihi binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Geçmişin tiyatrosundan geleceğin tiyatrosuna önemli bir kaynaktır bu oyunlar. Binlerce yıl önce Anadolu insanları toplayıcılık kültüründen tarım kültürüne geçtiği dönemlerden itibaren günümüze kadar mevsim dönüşümlerine ekim-dikim ve hasat zamanlarına özel bir önem vermiş bu zamanları oruç ritüel ve şenliklerle kutsamıştır. Binlerce yıl önce Anadolu insanları geçimlerini günümüzde de olduğu gibi tarımdan sağlıyorlardı. Ekim yapılmadığı kış ayları onlar için kıtlık zamanlarıydı. Yaz ayları ise tam bolluk ve bereket dönemleri idi. Kıtlık karanlıkla özdeşti kara ile simgeleniyordu. Bolluk ise beyazla özdeşti beyaz ile simgeleniyordu. Mevsimler arasındaki bu ak-kara çatışması köy seyirlik oyunların temel yapısını belirliyordu.
Günümüze kadar gelen köy seyirlik oyunların büyük bölümü işte bu ak-kara çatışması üzerine kuruludur.
Özellikle Sivas köylerinde karşılaştığımız “saya gezme” adı verilen ritüelde yazı ve kışı simgeleyen aklar giyinmiş genç kız ile yüzü karaya boyanmışa “Arap” ve onların peşine takılan çoluk çocukla dolu bir alay köyde kapı kapı dolaşır her evden geçen hasattan kalma hububatı toplar köy meydanında bu hububat pişirilerek tüm köylülerce yenir. Hemen arkasından oynanan köy seyirlik oyunun da Arap genç kızı kaçırır. Sonra da kızın yakınlarının genç kızı yeniden bulmasıyla şenlik yapılır. Arap kovalanır böylece kış ayı kovulur yazın gelmesi coşkuyla kutlanır genç kız evlendirilerek düğünü yapılır. Az önce genç kızın kaçırılmasına üzülen yas tutan seyirciler az sonra genç kızın Arap’ın elinden kurtulmasıyla sevinir hep birlikte halay çekerek dans ederek bu olayı kutlar.
Köy seyirlik oyunlar adı üzerinde seyirlik oyunlardır. Tıpkı ortaoyunumuzda olduğu gibi bu oyunlar da genellikle köyün ortasında köy meydanında oynanır. Seyirciler çepeçevre oyuncuları çevreler.
Oyuncu – seyirci ayrılığı hem vardır hem yoktur. Oyuncuları oyuna seyirciler hep beraber hazırlar. Bir tas bir şapka bir baston bir deve bir sopa bir tüfek olabilir. Sırası gelen oyuncu seyirci içinden çıkarak oyuna katılır oyundaki görevi bittikten sonra yeniden seyircilerin arasına karışır.
Meddah: Methedici (övücü) taklitler yapıp hoş öyküler anlatarak halkı eğlendiren sanatçıya meddah denir. Türk halk zekâsının ve halkın olayları karikatürize etme gücünün büyük sanatlarından biri olan meddahlık yüzyıllar boyu yaşamış Türk halkı arasında çok ilgi görmüştür. Meddahlık için tek adamlı tiyatro diyebiliriz. Meddah tiyatronun bütün kişilerini varlığında birleştiren bir aktördür. Yüksekçe bir yerde oturarak bir öyküyü başndan sonuna kadar canlandırdığı kişileri ağız özelliklerine göre konuşturarak anlatır. Perdesi sahnesi elbiseleri dekoru kişileri bulunmayan bu tiyatronun her şeyi meddah denilen o tek adamın zekâsına bilgisine söz söylemedeki başarısına bağlıdır. Meddahların çoğu klasikleşmiş beyitlerle öykülerine başlarlar. Meddah anlatacağı öyküye geçmeden önce: “Haak dostum Haak!” diyerek çoğunlukla şu beyitle öyküye girer:
“Söyledikçe sergüzeşti verir bezme letafet
Dinle imdi bende-i âcizden hoş bir hikâyet.”
Meddah kişilerin ağız özelliklerini taklit ettiği gibi hayvanların doğanın ve cansız nesnelerin seslerini de taklit eder. Meddahın iki aracı vardır; biri boynuna doladığı mendili öteki de elinde tuttuğu sopasıdır. Mendille çeşitli başlıklar yapar terini siler. Sopayı da oyunu başlatmak seyirciyi suskunluğa çağırmak kapıyı vurmak için ya da saz süpürge tüfek at yerine kullanır.
Bitişte özür diler oyundan çıkan sonucu (kıssa) bildirir. Daha sonra anlatacağı öykünün adını ve öyküyü nerede anlatacağını söyler.
Günümüzde meddahlıkla ilgili birkaç dağınık yazma ve taş baskısı kitap dışında fazla kaynak yoktur. İstanbul Üniversitesi Kitaplığında bulunan “Mecmûa-ı Fevâid” meddahlar üzerine yazılmış önemli bir kaynaktır.
Orta Oyunu: Orta oyunu çevresi izleyicilerle çevrili bir alan içinde oynanan yazılı metne dayanmayan içinde müzik raks ve şarkı da bulunan doğaçlama bir oyundur. Orta oyunu adının geçtiği ilk belge 1834 tarihlidir. Daha eski kaynaklarda bu oyun; kol oyunu meydan oyunu taklit oyunu zuhuri gibi adlarla anılmıştır.
Orta oyunu han ya da kahvehane gibi kapalı yerlerde de oynanmakla birlikte genel olarak açık yerlerde ortada oynanan bir oyundur. Oyunun oynandığı yuvarlak ya da oval alana palanga denir. Oyunun dekoru; yeni dünya denilen bezsiz bir paravandan ve dükkân denilen iki katlı bir kafesten oluşur. Yeni dünya ev olarak dükkân da işyeri olarak kullanılır. Dükkânda bir tezgâh birkaç hasır iskemle bulunur.
Orta oyununun kişileri ve fasılları Karagöz oyunuyla büyük oranda benzerlik gösterir. Oyunun en önemli iki kişisi Kavuklu ile Pişekâr’dır. Kavuklu Karagöz oyunundaki Karagöz’ün karşılığı Pişekâr da Hacivat’ın karşılığıdır. Orta oyununda da gülmece öğesi Karagöz oyunundaki gibi yanlış anlamalara nüktelere ve güldürücü hareketlere dayanır. Oyunda çeşitli mesleklerden yörelerden uluslardan insanların meslekî ve yöresel özellikleri ağızları taklit edilir. Bunlar arasında Arap Acem Kastamonulu Kayserili Kürt Frenk Laz Yahudi Ermeni vb. sayılabilir. Orta oyununda kadın rolünü oynayan kadın kılığına girmiş erkeğe Zenne denir.
Kavuklu Hamdi ile Pişekâr Küçük İsmail Efendi orta oyununun önemli ustaları sayılır.
Orta Oyununun Bölümleri:
Mukaddime (Giriş): Zurnacı Pişekâr havası çalar. Pişekâr çıkar ve izleyiciyi selâmladıktan sonra zurnacıyla konuşur. Bu konuşmada oynanacak oyunun adı bildirilir. Daha sonra zurnacı Kavuklu havasını çalar. Kavuklu ile Kavuklu arkası oyun alanına girer. Kavuklu ile Kavuklu arkası arasında kısa bir konuşma geçer. Sonra bu kişiler birden Pişekâr’ı görüp korkarlar ve korkudan birbirlerinin üstüne düşerler. Bazı oyunlarda zenne takımı ve Çelebi’nin daha önce çıkıp Pişekar’la konuştukları bir sahne de vardır.
Muhavere (Söyleşme): Bu bölüm Kavuklu ile Pişekâr’ın birbirleriyle tanıdık çıktıkları tanışma konuşmasıyla başlar. Kavuklu ile Pişekâr’ın birbirinin sözlerini ters anlamaları bir gülmece oluşturur ki buna arzbâr denir. Arzbârdan sonra tekerleme başlar. Tekerlemede Kavuklu başından geçen olağan dışı bir olayı Pişekâr’a anlatır. Pişekâr da bunu gerçekmiş gibi dinler sonunda bunun düş olduğu anlaşılır.
Fasıl (Oyun): Oyunun asıl bölümü belli bir olayın canlandırıldığı fasıl bölümüdür. Orta oyunu fasılları genellikle iki paralel olay dizisinde gelişir. Dükkân dekorunda gelişen olaylarda genellikle Kavuklu bir iş arar. Pişekâr’ın ona iş bulmasıyla olaylar gelişir. Dükkâna gelip giden çeşitli müşterilerle ilgili oyunlar da vardır. İkinci olaylar dizisi yeni dünya denilen ev dekorunda geçer. Zenne takımının Pişekâr aracılığıyla ev araması ve bir eve yerleşmesi biçiminde olaylar gelişir.
Bitiş: Oyunun son bölümüdür. Pişekâr izleyicilerden özür dileyerek gelecek oyunun adını ve yerini bildirir. Oyunu kapatır.
Geleneksel Türk halk tiyatrosunun önemli seyirliklerinden olan orta oyununun başlıcaları şunlardır: Mahalle Baskını Terzi Oyunu Yazıcı Oyunu Büyücü Hoca Fotoğrafçı Hamam Tahir İle Zühre Kale Oyunu Pazarcılar Çeşme Gözlemeci Çifte Hamamlar Kunduracı Eskici Abdi.
Karagöz: Karagöz bir gölge oyunudur. Bu oyun deriden kesilen ve tasvir adı verilen birtakım şekillerin (insan hayvan bitki eşya vb.) arkadan ışıklandırılmış beyaz bir perde üzerine yansıtılması temeline dayanır.
Gölge oyununun önce Çin’de (M.Ö. 2. yüzyıl) veya Hint’te çıktığı söylentileri vardır. Evliya Çelebi ise Karagöz ile Hacivat’ın Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat zamanında (13. yüzyıl) yaşamış gerçek kişiler olduğunu belirtir.
Halk arasındaki bir söylentiye göre ise Karagöz ile Hacivat Sultan Orhan (14. yüzyıl) zamanında Bursa’da bir cami yapımında çalışmış işçilerdir. İkisi arasındaki nükteli konuşmalar diğer işçileri oyaladığı için Sultan Orhan tarafından öldürtülmüşlerdir. Daha sonra Şeyh Küşterî Hacivat ve Karagöz’ün deriden yapılmış tasvirlerini oynatmış ve onların şakalarını tekrarlamıştır. Bu nedenle Karagöz perdesine Küşteri Meydanı da denir.
İslâm dünyasında 11. yüzyılda sözü edilmeye başlanan bu oyuna hayal-i zill (gölge hayali) adı verilmiştir. Karagöz oyunu özellikle 17. yüzyıldan sonra oldukça yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılda Karagöz kısaca hayal oyunu diye anılmış bu oyunu oynatan sanatçılara da hayalî (hayalci Karagözcü) denmiştir.
Karagöz oyunu halk kültürünün ortak ürünüdür. Bu oyunlarda işlenen çeşitli konuları kimin düzenlediği belli değildir. Karagöz tuluata dayandığı için oyunun sözlerini her sanatçı oyun sırasında kendine göre düzenler. Karagöz oyunları 19. yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanmıştır.
Karagöz Oyunun Bölümleri:
Mukaddime (Giriş):
 Oyunun başlangıç bölümüdür. Perdede görüntü verilmeden önce müzik başlar. Sonra konuya uygun olarak bir görüntü verilir. Hacivat “Of… hay Haak!” diyerek perde gazeline başlar.
Muhavere (Söyleşme): Karagöz ile Hacivat arasında geçer. Muhavere İki bölüme ayrılır: Bunlar fasılla ilişkisi olan ve fasılla ilişkisi olmayan bölümlerdir. Muhaverede yalnız Hacivat ve Karagöz bir oyun oynar. Bu oyun önce olmayacak bir olayın gerçekleşmiş gibi anlatılmasıyla başlar sonra bunun düş olduğu anlaşılır.
Fasıl (Oyun): Oyunun kendisidir. Hacivat ve Karagöz’den başka oyun kişileri fasılda görünürler. Karagöz oyunları genellikle adlarını bu bölümün içeriğinden alır.
Bitiş: Bu bölüm çok kısadır. Karagöz oyunun bittiğini haber verir kusurlar için özür diler gelecek oyunu duyurur. Karagöz’le Hacivat arasında kısa bir söyleşme geçer. Bu söyleşmede oyundan çıkarılacak sonuç da belirtilir.
Karagöz Oyununun Kişileri: Karagöz oyununun en önemli kişileri Karagöz ile Hacivat’tır. Karagöz okumamış halkı; Hacivat ise aydın ya da yarı aydın kimseleri temsil eder. Oyunda konuya göre türlü meslek yöre ve uluslardan kişiler kendi şiveleriyle taklit edilir.
Karagöz oyununun diğer önemli kişileri şunlardır:Çelebi (Genç züppe bir mirasyedi)
Kürt (Hamal bekçi)
Altı Kulaç Beberuhi (Cüce ve aptal)
Arnavut (Bahçıvan korucu bozacı)
Tuzsuz Deli Bekir (Sarhoş zorba)
Acem (Zengin tüccar)
Efe (Zorba)
Ak Arap (Dilenci kahve dövücüsü)
Matiz (Sarhoş)
Zenci Arap (Lala köle)
Zenne (Kadın)
Yahudi (Bezirgan)
Kastamonulu (Oduncu bekçi)
Ermeni (Kuyumcu)
Bolulu (Aşçı)
Frenk ve Rum (Doktor terzi tüccar meyhaneci)
Kayserili (Pastırmacı)
Laz (Kayıkçı kalaycı)
Rumelili (Pehlivan arabacı)
Tiryaki (Lâf ebesi)
Karagöz oyununun dağarcığı: Bilinen Karagöz oyunlarının sayısı çoksa da Karagöz oyununun klâsik dağarcığı yirmi sekiz oyunda birleşmiştir. Bu oyunlardan bazıları şunlardır: Ağalık Bahçe Sefası Balıkçılar Baskın Leylâ ile Mecnun Ferhat ile Şirin Cambazlar Sahte Esirci Hain Kâhya Horozlu Düğün Karagöz’ün Yalova Sefası Cin Çarpması.

sevgiadasi.com

Read more

Metre Nedir? Metre Nasıl Bulunmuştur? Metre Nerelerde Kullanılır ve Metrenin Tarihçesi


Metre Nedir ? –Metre Nasıl Bulunmuştur?-Metre Nerelerde Kullanılır?-Metrenin Tarihçesi

Metre bir uzunluk birimidir. Genellikle kısaltması olan m harfi ile gösterilir.
Metre değeri ışığın, vakumu alınmış boşlukta 1/299,792,458 saniye aralığında aldığı yol ölçülerek bulunmuştur.

Bir ölçü birimi olup, genellikle desimetre, santimetre ve milimetrelere bölünmüştür. Üst katları onar onar büyür, alt katları onar onar küçülür. Dünyâda bütün metrelerin eşit olması istendiğinden bunu temin için bir örnek metre kabul edilir. Metre, ekvatordaki dünyânın çevresinin kırk milyonda biri olarak târif edilmiştir. Örnek kabul edilen bu metreye “etalon” denir. Platinden yapılan standart bu metre Fransa’da Sevres’de Milletlerarası Ağırlık ve Ölçüler Bürosunun yeraltındaki mahzeninde saklanır. Ekim 1960 yılında Paris’te toplanan on birinci Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansında, kripton 86 atomunun 2P10 ve 5d5 seviyeleri arasındaki geçişine tekabül eden ışımanın boşluktaki dalga boyunun 1.650.763,72 katına eşit uzunluk, metre için esas alınmıştır. Metrenin as katları; desimetre (dm), santimetre (cm), milimetre (mm)dir. Üst katları ise dekametre (dam), hektometre (hm), kilometre (km)dir.


Tarihçesi

*8 Mayıs 1790 – Fransız Ulusal Meclisi yeni metrenin, yarım-periyodu 1 saniye olan bir sarkaçın uzunluğuna eşit olmasına karar vermiştir.

*30 Mayıs 1791 – Fransız Ulusal Meclisi metrenin yeni tanımı olarak Fransız Bilimler Akademisi'nin önerisini kabul etmiştir. Bu öneriye göre 1 metre Paris'ten geçen meridyenin dörtte bir uzunluğunun 10 milyonda biridir.

*1795 – Pirinç geçici metre çubuk yapılmıştır.

*10 Aralık 1799 – Fransız Ulusal Meclisi, 23 Haziran 1899'da yapılan ve Ulusal Arşivler'de saklanan platin metre çubuğu en son standart olarak belirtmiştir.

*28 Eylül 1889 – İlk Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı, metreyi %10'u iridyum'dan oluşan platin alaşımı standart bir çubuğun üzerindeki iki çizgi arasındaki mesafenin buzun erime noktasında ölçülen değeri olarak tanımlamıştır.

*6 Ekim 1927 – Yedinci Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı, platin-iridyum alaşımı standart çubuğun üzerindeki iki merkezî çizginin eksenleri arasındaki 0°C'deki uzaklığın, bu çubuk 1 atmosfer standart basınç altındayken ve birbirinden 571 milimetre mesafedeki iki silindirin üzerinde yatay duruyorken yapılan ölçümünü metrenin tanımı olarak düzeltmiştir.
*20 Ekim 1960 – On birinci Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı, metreyi kripton-86 atomunun 2p10 ve 5d5 kuantum seviyeleri arasındaki geçişteki ışımanın boşluktaki dalga boyunun 1.650.763,73'de biri olarak tanımlamıştır.

*21 Ekim 1983 – On yedinci Ağırlıklar ve Ölçüler Genel Konferansı, metrenin tanımını ışığın boşlukta 1/299.792.458 saniyede aldığı mesafe olarak yapmıştır.

Uzunluk Ölçülerini Kullanan Bazı Meslekler
Uzunluk ölçülerini kullanan bazı meslekler şunlardır: Marangozlar, terziler, inşaat mühendisleri, mimarlar, sıhhi tesisatçılar, teknik ressamlar, inşaat ustaları, kumaş satan esnaflar… Daha pek çok meslek sahibi, uzunluk ölçülerini kullanarak yaptıkları işleri kolaylaştırırlar.Metreyi kullanan bazı meslekleri tanıyalım:
 MARANGOZLUK: Ağaç işleme işidir.Bu işi yapanlara marangoz denir. Ahşap malzemeleri, isteğe ve ölçülere göre işleyerek ve şekillendirerek, binalarda gerekli yerlere yerleştiren veya ahşap eşya yapan kişilere marangoz denir. Uzunluk ölçen araçlar, marangozların en sık kullandıkları araçlardır.
İNŞAAT MÜHENDİSLİĞİ: İnşaat mühendisleri, yapılarla ilgili hesaplamaları yaparlar.Plan ve projeler uygun uzunluk birimleri kullanılarak çizilir.
TERZİLİK: Terziler,vücudumuzu dış etkenlerden korumak için giysiler dikerler. Kumaşlar, iğne, iplik, dikiş makinesi ve metreler terzilerin başlıca araç-gereçleridir.Kıyafet dikilecek kişinin beden ölçüleri metre ile ölçülür,kumaşlar metre ile ölçülerek  kesilir.

Read more

2013 Açık Öğretim Lisesi Başvuru Tarihleri Ne Zaman?


2013 yılı Açık Öğretim Lisesi (AÖL) başvuru tarihleri ne zaman? Birinci dönem açıköğretim kayıt işlemleri 2012 yılı için sona ermiş durumda. Öğrenci konumu ön kayıttan asil kayıta dönme işlemeleri kayıt olduğunuz okul müdürlükleri tarafından sisteme girildikten sonra aktfif olacaktır. En son 16 Kasım’a kadar öğrenci durumunuz ön kayıt öğrencisinden asil öğrenci konumuna dönecektir.  Açık Öğretim Lisesi’ne yeni kayıt yaptıracaklar 2013 tarihini beklemek zorundalar.
2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı II. dönem yeni kayıt işlemleri: 21 Ocak – 08 Şubat 2013 tarihleri arasında yapılacak. 2. Dönem Kayıt Yenilemeleri ise: 04 Mart – 15 Mart 2013 tarihleri arasında yapılabilecek. Aöf kayıt yenileme ücretleri, Aöf harç ücretleri 2012 2013, Aöf harç paraları 2012 2013, aöf açıköğretim kayıt ücretleri 2012 2013 kayıt yenileme tarihleri hakkında konumuzda detaylı bilgilere ulaşabileceksiniz. Açıköğretim kurumları gerek ilk öğretim gerekse lise vede üniversite öğrencileri için kaçırılmayacak bir fırsattır.
S.No
Yapılacak İş ve İşlemler
Tarihleri
1 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı I. dönem Yeni Kayıt(1) işlemleri.
 31 Ağustos  – 21 Eylül 2012
2 Kaydı alınan öğrencilerin veri girişlerinin sisteme son giriş tarihi.
16 Kasım 2012
3 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı I. dönem Kayıt Yenileme(2) işlemleri.
17 Eylül – 12 Ekim 2012
4 İrtibat bürolarınca yeni kayıtları alınarak veri girişi yapılan öğrencilerin veri girişlerinin, sistem üzerinden AÖL tarafından kontrolünün yapılarak gerekli düzelmelerin yaptırılması/yapılması.
23 Kasım2012
5  I. dönem sınava giriş yerlerinin internette yayınlanmaya başlanılması.
14 Ocak 2013
6 I. DÖNEM SONU SINAVLARI
19-20  Ocak 2013
7 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı I. dönem sınav sonuçlarının internette yayınlanması.
03 Mart 2013
8 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı II. dönem yeni kayıt işlemleri.
21 Ocak – 08 Şubat 2013
9 Kaydı alınan öğrencilerin veri girişlerinin sisteme son giriş tarihi.
15 Mart 2013
10 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı II. dönem kayıt yenileme işlemleri.
04 Mart – 15 Mart 2013
11 İrtibat bürolarınca yeni kayıtları alınarak veri girişi yapılan öğrencilerin veri girişlerinin, sistem üzerinden AÖL tarafından kontrolünün yapılarak gerekli düzelmelerin yaptırılması/yapılması.
22 Mart 2013  
12 II. dönem sınav giriş yerlerinin internette yayınlanmaya başlanılması.
06 Mayıs 2013
13 II. DÖNEM SONU SINAVLARI
11-12  Mayıs 2013
14 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı II. dönem sınav sonuçlarının internette yayınlanması.
17 Haziran 2013
15 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı III. dönem kayıt yenileme işlemleri.
17-28 Haziran 2013
16 III. dönem sınav giriş yerlerinin internette yayınlanmaya başlanılması.
15 Temmuz 2013 
17 III. DÖNEM SONU SINAVLARI(3)
20-21 Temmuz  2013
18 2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı III. dönem sınav sonuçlarının internette yayınlanması.
18 Ağustos 2013
http://www.trbilim.com
Read more

2013′ün Vergi Oranları Ne Kadar Oldu?


2013 vergi miktarı
2013′de vergiler ne kadar olacak vergi mükelleflerinin merakla beklediği vergi oranları ve 2013 vergi miktarları ne kadar oldu sorularının cevabı konumuzun devamında sizlerin kullanımına sunuldu. 2013 otomobillerin MTV’ vergisi, 2013 TÜİK’in enflasyon rakamlarına göre vergiler nasıl olacak?, 2013′te neye ne kadar vergi ödeyeceğiz?, 2013 motorlu taşıtlar vergisi (MTV), 2013 damga vergisi, 2013 çevre ve temizlik vergisi, 2013 harçlar, 2013 trafik ve vergi cezaları
EN DÜŞÜK TAŞIT VERGİSİ 500 TL’Yİ AŞIYOR
Yüzde 7.8′lik artış sonrası yeni yıldan itibaren 1-3 yaş grubunda yer alan ve motor silindir hacmi 1300 cm3′e kadar olan otomobillerin halen 480,70 lira olan motorlu taşıtlar vergisi, 518,2 liraya çıkacak. Motor silindir hacmi 1301 cm3 ile 1600 cm3 arasındaki otomobillerin vergisi de 768,5 liradan 828.4 liraya yükselecek.
KIRMIZI IŞIKTA GEÇMENİN CEZASI 166 LİRA
2013′te kırmızı ışıkta geçenler 166 lira, alkollü araç kullananlar ilk yakalamada 701 lira, ikinci yakalamada 877 lira, hız sınırlarını yüzde 30′a kadar aşan sürücüler 166 lira, yüzde 30′dan fazla aşan sürücüler ise 344 lira vergi ödeyecek.
PASAPORT HARCI 121,5 LİRAYA ÇIKACAK
Harçların da aynı oranda zam görmesiyle birlikte 1 yıllık pasaport harcı yeni yılda 112,79 liradan 121,5 liraya çıkacak. B sınıfı sürücü belgesi harcı 300 lira olacak.
GEÇEN YIL YÜZDE 10.2 ARTMIŞTI
Söz konusu oran 2012′de yüzde 10.26, 2011′de yüzde 7.7, 2010′da yüzde 2.2, 2009′da yüzde 12, 2008′de yüzde 7.2, 2007′de yüzde 7.8, 2006′da yüzde 8.16, 2005′te yüzde 11.6, 2004′te 28.5 ve 2003′te yüzde 59 olmuştu.
Damga vergisindeki maktu tutarların yeniden değerleme oranı kadar arttırılması durumunda da yıllık gelir vergisi beyannamelerindeki damga vergisi 37,19 lira olacak. Bu miktar, makbuz senetlerinde 13,09 lira olarak uygulanacak.
Bakanlar Kurulu’nun yeniden değerleme oranını yarısına kadar artırmaya yetkisi bulunuyor. Ancak Bakanlar Kurulu bu yetkisini kullanmıyor.

MOTORLU TAŞITLAR VERGİSİ (Y. Değerleme kadar)
Otomobil, arazi taşıtı (1-3 yaş)
-1300 cm3 ve aşağısı 480 517
-1301-1600 cm3 arası 768 828
-1601-1800 cm3 arası 1.352 1.457
-1801-2000 cm3 arası 2.129 2.295
-2001-2500 cm3 arası 3.194 3.443
-2501-3000 cm3 arası 4.452 4.799
-3001-3500 cm3 arası 6.780 7.309
-3501-4000 cm3 arası 10.658 11.489
-4001 cm3 ve üstü 17.443 18.804
Motosikletler (1-3 yaş)
-100-250 cm3 arası 92 99
-251-650 cm3 arası 189 204
-651-1200 cm3 arası 480 517
-1201 ve üstü 1.159 1.249
Minibüs (1-6 yaş) 576 621
Otobüs ve benzerleri (1-6 yaş)
-Oturma yeri 25 kişiye kadar 1.449 1.562
-Oturma yeri 46 kişi ve üstü 2.320 2.501
Kamyonet, kamyon (1-6 yaş)
-1.500 kg’a kadar 518 558
-5.001-10.000 kg arası 1.739 1.875
-10.001-20.000 kg arası 2.088 2.251
-20.001 kg ve üstü 2.612 2.816
HARÇLAR (Y. Değerleme kadar)
Pasaport harçları
-6 aya kadar olanlar 80,50 86,77
-1 yıl için olanlar 117,60 126,77
-2 yıl için olanlar 191,90 206,86
-3 yıl için olanlar 272,40 293,64
-3 yıldan fazla süreliler 383,85 413,79
TRAFİK CEZALARI
-Kırmızı ışıkta geçme 154 166
-Alkollü araç kullananlar
İlk yakalamada 650 701
İkinci yakalamada 814 877
-Hız sınırlarını yüzde 30’a kadar aşan sürücüler 154 166
-Yüzde 30’dan fazla aşanlar 319 344

2013 damga ver, 2013 mtv miktarları, 2013trafik cezaları, vergi oranları 2013



http://www.trbilim.com
Read more

Cumhuriyet Öncesi Dönem 1920′lerde Sosyal Hayat Nasıldı?


Cumhuriyet Öncesi Dönem
Türkiye’de devletin sosyal hayata müdahalesinin Cumhuriyet dönemi ile başlatmak bazı eksiklikler doğuracağından,Cumhuriyet öncesi dönemdeki sosyal nitelikli önlemlere ve bu mahiyetteki kanunlara kısaca değinmek uygun görülmüştür.


Küçük sınıfların zayıflaması,bunların mesleki organizasyonları olan Loncaları da etkilemiş ve 19.yüzyılın ortalarına doğru Türk sanayiinin modern esaslar dairesinde gelişebilmesi için siyasi ve ekonomik şartların uygun olmadığı bir dönemde Mecelle ile ortadan kaldırılmaları ile sonuçlanmıştır. 1860’da kabul edilen Mecelle,çalışma ilişkilerini düzenleyici ilk yasa niteliğine sahip olmak bakımından önemlidir. Bu dönemde çalışma hayatı ile ilgili çeşitli mesleklere uygulanmak üzere bazı yasalar ve tüzükler çıkarılmasına rağmen,hepsinde de iş ilişkilerinin düzenlenmesinde Mecelle’de olduğu bireyci görüş egemen olmuştur .
1869 yılında çıkarılan “Maadin Nizamnamesi”ile maden ocaklarında çalışanların sağlık ve güvenliği ile ilgili önlemler getirildiği görülmektedir . Bu nizamnameyi sosyal güvenlik alanındaki ilk devlet müdahalesi olarak kabul etmek mümkündür .
I. Meşrutiyet ve bunu izleyen dönemde sınırlı ve dolaylı bazı yasalaştırma girişimleri yapılmış olmakla birlikte,II.Meşrutiyet dönemine kadar maden işçilerini korumaya yönelik faaliyetler dışında bir devlet müdahalesine rastlanılmamaktadır. Meşrutiyetin ilanından sonra Fransız Devrimi ile gelen siyasi akımlar,zaman zaman sosyal hareketlerle de birleşerek bu devrin işçi hareketini oluşturmuştur .
II.Meşrutiyetin ilanı ile ortaya çıkan nispi özgürlük havası içinde,siyasi faktörlerin etkinliği daha fazla artmış ve işçi faaliyetleri hızla artmış,dernek kurma grev hakkı ve hatta 1909’da çıkarılan Cemiyetler Kanunu ile sendika kurma hakları kazanılmıştır.
İmparatorluk döneminde asker ve memurlarla sınırlı bazı işyerlerinde çalışanların belirli risklere karşı korunması amacıyla resmi ve özel yardımlaşma sandıkları kurulmuştur. Bunlardan 1909 yılında kurulan “Tersane-i Amireye Mensup İşçi Vesairenin Tekaüdiyeleri Hakkında Nizamname”isimli tüzükle kurulmuş olan sandık,işçileri yaşlılık ve malullükten ötür uğrayacakları gelir kayıplarına karşı koruyacak ilk sosyal güvenlik kurumunu teşkil etmektedir .
————————
1. Kadın Hakları
a) Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını
Atatürk devlet kurumlarında yaptığı çağdaşlaşma hareketini yeterli görmüyordu. Çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkmak, Türk toplumun yaşantısını, dünyaya bakış şeklini değiştirmeye bağlıydı. Bunun için işe aileden başlamak gerekiyordu. Ailenin temel direği kadın olduğuna göre, onun eğitilmesi, toplumda aktif bir konuma getirilmesi, gelecek nesillerin inkilâpcı çizgide yetişmelerinin de bir güvencesi olacaktı.
Cumhuriyetin devraldığı Türk kadınının statüsü acaba beklenilen görevi yerine getirmeye elverişli miydi? Türk kadını ailede, eğitim kültür ve sosyal hayatın içinde nasıl faal ve üretken bir hale getirilebilirdi? Bu sorulara Atatürk’ün getirdiği çözümü görmeden önce, Cumhuriyet öncesi Türk kadınının statüsüne kısaca bakmakta yarar vardır.
Eski Türk toplumunda kadın erkeğe eşit bir varlık olarak saygı görürdü. Aile tek evliliğe dayandığı gibi, mülkiyet bakımından da karı koca arasında eşitlik vardı. Türklerin islâmiyeti kabul etmelerinden sonra Arap etkisi çoğaldı.
İslâmiyet çok eşliliğe izin vermekteydi. Erkek karısını istediği zaman boşayabiliyordu. Kız çocukları erkek çocuğa göre, ancak yarım hisse miras alabiliyordu. Mahkemede bir erkek şahide karşılık iki kadın şahit olması gerekmekteydi. Kadın eğitim imkânlarından yoksundur. Kafes arkasında, dışa kapalı bir hayat sürdürmekteydi.
Batıda başlayan kadın hakları konusundaki gelişmeler, Tanzimat döneminde Osmanlı toplumunda küçük çapta gelişmelere yol açtı. 1843’de tıbbiyede ebelik kursları açılmıştır. Bunu 1870’de açılan Kız Öğretmen Okulu (Darülmuallimât) takip etti. Böylece kadınlar, sınırlı ölçüde ve mütevazı bir şekilde iş hayatına atıldılar. Kadın meseleleri ile ilgili kadın dergileri boy gösterdiler. Meşrutiyette konu ile ilgili tartışmalar çoğaldı. Bunda adetleri önemli ölçüde çoğalmış olan kadın dergi ve derneklerinin rolü vardır. (Derneklerin sayısı 40’a, Dergilerin sayısı 27’ye ulaşmıştır.)
Bu gelişmelerde Batı etkilerinin yanı sıra, Rusya kökenli Türk fikir adamları ve Türk ocakları da etken oldular. Özellikle II. Meşrutiyetin getirdiği ortamda çeşitli fikir akımları görüşlerini ortaya koydular. Tartışmalar sonunda, mevcut fikir akımlarının hepsi Türk kadınının eğitilmesinde birleşiyorlardı. İslâmcılar böylece kadının iyi bir ev hanımı olacağını, Batıcılar ve Türkçüler ise, bunun ev hayatının yanı sıra, kadının sosyal hayata girmesi için de gerekli olduğunu düşünüyorlardı.
Bu ortamda oldukça gelişen kız rüştiyelerinin sayısı artmış, öğrencileri özellikle İstanbul’da çoğalmıştır. kız idadileri İstanbulla sınırlı olup sayıları ancak beşe ulaşmışıtır. Kızlar için meslek eğitimi alanında ebe okulu açılmış, hemşirelik kursları düzenlenmiş, kızların tıp ve eczacılık alanında eğitime başlamaları ise 1922’yi bulmuştur. Tıp Fakültesine yedi kız öğrenci kaydolmuştur. Kadın eğitimi alanında üzerinde durulması gereken kız öğretmen okullarındaki nisbî gelişmedir. 1870’de açılmış olan İstanbul Kız Öğretmen Okulu (Dârülmuallimât) Meşrutiyet döneminde yatılı hale getirildi, yeni bir düzenlemeye tabi kılındı. Öğrenci sayısı bine ulaştı. İstanbul dışındaki kız öğretmen okullarıyla bu sayı altı bini bulmaktaydı. Kız öğretmen okuluna öğretmen yetiştirmek maksatıyla bu okulların yüksek kısmı (Dârülmuallimât-ı Âliye) açıldı. Daha sonra 1915’de İnas Dârülfünunu kuruldu.
Birinci Dünya harbinde, erkeklerin çoğu askere alınmış, onların bıraktığı boşluğu doldurmak için, kadın memur ve işçiler alındı. Kadınlar ordunun geri hizmetlerinde de görev aldılar.
Kadınların sosyal hayatta yer etmeğe başlaması üzerine, aile hukukunda düzenleme yapıldı. 8 Ekim 1917’de Aile Hukuku Kararnamesi çıkarıldı. Buna göre, evlenme ve boşanma devlet iznine bağlanıyordu. Evlenme yaşı kadında 17, erkekte 18 olarak düzenleniyordu. İkinci evlilik kadının iznine bağlanıyor, bazı şartlarla kadına boşanmak hakkı tanınıyordu. Kararname, İstanbul’un işgali esnasında azınlıkların şikâyeti üzerine kaldırıldı.
Kısaca özetlenen bu gelişmelerle kadının sosyal hayatta etkin olması için öncü sayılabilecek bazı adımlar atılmıştı Fakat gelişmeler çok sınırlı bir kesimle ilgiliydi. İstanbul ve bazı büyük şehirlerde yaşayan kadınlar için geçerliydi. İstanbul’da bile kadınlar kocalarıyla lokanta ve gazinolara gidemezler, Tramvaylar ve vapurlarda kadınlara mahsus perde çekili bölmelerde otururlardı. Okullarda jimnastik dersleri özel kıyafetle kapalı yerlerde yapılırdı. Bir erkek, tanıdığı bir kadına sokakta selâm veremez, durup konuşamazdı.
Milli Mücadele başlayınca Türk kadını vatanın kurtuluşu için canla başla çalıştı. Önce işgalleri protesto eden, halkı mücadeleye çağıran mitinglerde aktif rol oynadılar. Silâhlı direnme hareketleri başlayınca, bazıları cephelere koştular, vuruşmalara katıldılar. Bir kısmı cephe gerisi hizmetlerde fedakârca çalıştı. Bazıları da kadın cemiyetleri kurup Millî Mücadeleyi var güçleriyle desteklediler. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetinde olduğu gibi. Halide Edip, Müfide Ferit gibi, eli kalem tutan kadınlar, coşkulu yazılarla ruhları ateşlediler.

Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı
CUMHURİYET ÖNCESİ SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT
Altın Ordu'nun XIII-XIV. Yüzyıllarda siyasî, iktisadî ve kültür bakımından yalnız Şarkî Avrupa'nın değil, umumiyetle Türk dünyasının en mühim mevkilerinden biri olduğunda şüphe yoktur. Bu devletin ahalisinin büyük bir kısmı -Rus yurdu müstesna- halis Türk'tü; ancak üst tabakada Moğol unsur mevcuttu. Bu unsur da kısa bir zaman içinde tamamiyle Türkleşmişti. Devlet teşkilâtı, Çingiz'den çok önce teşekkül eden devlet sisteminden ibaretti. Gök-Türk ve Uygur teşkilâtının mühim unsurlarının Altın Ordu (ve umumiyetle bütün diğer Türk devletlerinde ) mevcut olduğu muhakkak gibidir; hele teşkilât sözleri (ıstılahları)nde Uygarca mefhumların kullanıldığı görülmektedir; bunun içindir ki, Altın Ordu ve sonraki hanlıkların devlet, iktisat ve sosyal teşkilâtlarını öğrenmek, Moğolların kendi iç teşkilâtlarından başka daha evvelki Türk devletleri ve hey'etlerinin vaziyetlerini bilmeğe bağlıdır. Elde mevcut sınırlı kaynaklara göre Altın ordu'da askerlik, ziraat, ticaret, vergi ve her çeşit mükellefiyetleri tanzim eden belirli kanunlar mevcuttu. Çingiz tarafından kurulan teşkilâttan başka, siyasî ve sosyal hayatın her safhasını düzenleyen birçok nizamlar tatbik edilmekte idi. Bu itibarla da Altın Ordu Devleti'ni "yasalı" (kanunlu) bir siyasî varlık olduğu ortadadır.
Ahalinin yalnız göçebe olmadığı, şehirlerin ve köylerin çokluğu ile derhal görülmektedir. Zaten Orta-İdil boyundaki Türkler'in çok erkenden köyler ve şehirler kurdukları malûmdur. İdil'in aşağı mecrasında bulunan Türk-Moğol unsurunun da yavaş yavaş şehir ve köylere yerleştikleri görülüyor. Azerbaycan da dahil olduğu halde Altın Ordu'ya ait sahada şimdiye kadar 25 şehir tesbit edilmiştir. Bunlar: Azak, Batçin, Baku, Büler, Bulgar, Derbent, Gülistan (Saray'ın banliyösü), Kırım, Kırım-Cedit, Macar, Macar-Cedit, Mahmûd Âbad, Muhşı, Ordu, Ordu-Cedit, Ordu-Bazar, Recan, Saray, Saray-Cedit, Saraycık, Sığnak-Cedit, Tebriz, Ükek, Hacı-Tarhan (Zeci-Tarhan), Şabran, Şamaha.
Demekki, Altın Ordu sadece bir "step imparatorluğu" değildi. Bu sayılan şehirlerin büyük bölümü büyük ticaret merkezleri ve "ihracat ve ithalât" iskeleleri ve transit istasyonları idi. Bilhassa Saray şehrinin büyüklüğü ve güzelliği hakkında şehri bizzat gezen seyyahların elinden çıkan kayıtlar mevcuttur. Bu cins kayıtlar yapılan hafriyat neticesinde tamamiyle tesbit edilmiştir. Saray şehrinde mükemmel bir su tesisatı olduğu, bahçelere, evlere varıncaya kadar su borulariyle su getirildiği meydana çıkmıştır; çini tezyinatı, yapıcılık ve bilhassa maden işleme hususunda mühim ilerlemeler elde edildiği, çıkan eserlerle sabittir.
Bu itibarla, Saray şehrinin ve içinde yaşayan ahalisinin (yani yerli Türkler'in), devirlerinin diğer memleketlerinden geride durmadıkları açıktır. Meydana çıkarılan maden eritme ve işletme tesisatının mükemmelliği, Altın Ordu ustalarının, hattâ bu hususta birçok millet ustalarını geride bıraktıklarını gösterir. Bu suretle Saray şehrinde (bilhassa Saray-Berke'de) İtil ve Bulgar şehirlerinin geleneği yalnız muhafaza edilmekle kalmamış, daha da ileriye götürülmüştür. Saray aynı zamanda Türkistan, İran, Anadolu, Bizans, Rus, Ceneviz ve Orta Avrupa'dan gelen tüccarların buluştukları bir merkez olması hasebiyle de büyük bir ehemmiyete sahipti; burada ayrı milletler için ayrı mahaller kurulduğu ve herkese kendi memleketinde alışık olduğu hayata göre yaşamak imkânı verildiğini biliyoruz. Altın Ordu'nun merkezi Saray şehri idi. Saray şehrine "Taht ili" denirdi. Batu zamanında tesis edilen Saray şehri, Berke Han zamanında daha müsait bir yere nakledilerek Yeni Saray, yahut Saray-Berke adını aldı (İdil'in sol kollarından biri olan Tsares mevkiine yakın). Hanlar Saray şehrinin "Gülistan" denilen banliyösünde yaşıyorlardı; burası bilhassa hanların kışı geçirdikleri bir yerdi; yazları ise eski âdet üzere "yaylağa" çıkarlar, Don ve Özü arasında kalırlardı. Hanların "yaylak"lardaki ordugâhları da büyük bir şehir manzarası arzediyor, hanım ve büyüklerin süslü çadırları geniş bir sahayı kaplıyordu.
Keçeden yapılan çadırların (yurt) içi kıymetli halılarla süslü idi; hanın tahtı altun ve kıymetli taşlarla bezenmiş, ayakları gümüşten idi. Bayram ve yortu günlerinde yabancı elçiler merasimle kabul edilirdi; bu münasebetle hanın tahtı etrafında hatunu ve hanedan âzasına mensup büyükler bulunuyordu. Hanın birkaç karısı olurdu; fakat biri Ulu-Hatun, yani baş kadın sayılırdı. Ulu-Hatunların mevkileri gayet yüksek olup, devlet idaresine bilfiil iştirak ederler, hattâ, hanın muvaffakiyetiyle, kendi adlarından "yarlık" verdikleri olurdu. Ulu Hatun Osmanlı sultanlarının saraylarındaki Baş-kadın efendi ve Valide sultana çok benzemektedir; yalnız Valide Sultanın yetkileri daha geniştir.
Hanlar, yalnız Tatar büyüklerinin kızlarını değil, Bizans imparatorlarının ve Rus knezlerinin kızlarını da alıyorlardı; ezcümle Özbek Han'ın karısı Rum kayseri Andronik Paleologos'un kızı idi. Umumiyetle Altın Ordu Devleti'nde kadınların sosyal konumları yüksekti ve bu konuda eski Türk gelenenekleri devam ettiriliyordu. Doğu memleketlerinin kadınları ezici tesirleri henüz kökleşmemişti. Hanın hatunları ayrı saraylarda yaşıyorlar, göç ederken kendilerine mahsus çadırları bulunuyordu; hattâ kendilerinin mescit ve camileri, hoca ve imamları olduğu gibi umumî hayatta ayrı muhafız kıt'aları da vardı; Altın Ordu kadınları peçe taşımadıkları gibi, umumî hayatta görünürler, hattâ han hatunları âlimler ve şairler meclisine bile devam ederlerdi.

Read more