1921 Anayasasının Özellikleri Nelerdir?


1921, bir devlet için gerekli kurum ve organların oluşturulduğu yıl olmuştur. TBMM Hükümeti 1921 yılı başında bir taraftan 6 Ocak’ta başlayan Yunan saldırısına cevap verirken diğer taraftan da isyan eden milis kuvvetlerini tasfiye ederek devlet otoritesini etkin kılmak, düzenli orduyu oluşturmak, anayasa yapmak ve ilk bütçeyi hazırlamak gibi yeni devletin kuruluşuna yönelik önemli sorunlarla da uğraşmıştır.
   İstanbul’un işgali ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın itilaf kuvvetlerince basılıp çalışamaz hale gelmesi üzerine Mustafa Kemal ve arkadaşlarınca Ankara’da bir meclisin toplanması kararlaştırıldığında, bunun “kurucu” mu yoksa “normal” bir meclis mi olacağı tartışmaları gündeme gelmişti. Mustafa Kemal, kurucu niteliklere sahip bir meclis, yani anayasa da yapacak bir meclis olmasını istemişti. Ancak böyle bir ifadenin bazı kafalarda, yeni bir devlet kuruluşunu çağrıştırıp seçimlerin engelleneceği anlaşıldığından, Meclis’in olağanüstü yetkilere sahip (selahiyet-i fevkaladeye sahip) bir meclis olarak toplanması kararlaştırılmıştı. 
   23 Nisan 1920′de BMM’nin açılışı ile ulus egemenliğine dayalı yeni bir devletin temeli atılmış ve 2 Mayıs 1920′de kabul edilen bir yasa ile Bakanlar Kurulu’nun nasıl belirleneceği saptanmıştı. “Meclis Hükümeti” denilen sistemi getiren bu yasa, Bakanlar Kurulu üyelerinin belirlenmesini tek kişi keyfiliğine bırakmıyor, bakanların meclis üyelerinin oylarıyla işbaşına gelmesini sağlıyordu. Meclis, yürütmeyi çıkardığı bu kanun ile yasal temele oturttuktan sonra, çıkaracağı diğer yasaların hangi sayısal temele dayanması gerektiği üzerinde çalışmalara başlamıştır. 5 Eylül 1920 tarihinde çıkarılan “Nisab-ı Müzakere” (yeterli çoğunluk) yasası ile değişken milletvekili tablosu karşısında salt çoğunluk, TBMM’nin işleyişi, amacı ve süresi konusunda belirlemelerde bulunulmuştur. Bunlarla yetinmeyen BMM temel haklar komisyonu oluşturmuş ve bu komisyonun hazırladığı “Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluş ve Niteliği” ile ilgili yasa taslağını görüşmeye başlamıştır. Bu taslağın 1. maddesi “Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme güçlerini kendinde toplar ve devleti bağımsız olarak yönetir.” hükmü tutucu milletvekillerince tepkiyle karşılanmıştı. 
   Hükümet, 18 Eylül 1920′de de meclise bir anayasa tasarısı ve bu tasarıya gerekçe özellikleri taşıyan halkçılık programı getirmiştir. Özel bir komisyona havale olunan program ve taslaktan, program bildiri şekline sokulduktan sonra meclisçe de kabul edilerek, “Halkçılık Programı” adıyla yayınlanmıştır. Anayasa taslağı ise yine tutucuların tepkisine neden olmuştur. Bunlar, BMM Hükümeti’nin geçici bir hükümet olmasını ve Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1. maddesinde vurgulanan amacın elde edilişine kadar, yani “Hilafet ve Saltanat’ın ve vatanın istiklali ve milletin kurtuluşuna kadar çalışması” hükmünün konmasını istiyorlardı. Tutucular, Hilafet ve Saltanat düzenini garanti altına almak için anayasanın geçici olmasını istemişlerdir. 
   Ulusun egemenliğine dayalı varolan düzeni hukukileştirmek amacında olan Mustafa Kemal, tutuculara meclisin 25 Eylül’de gerçekleştirdiği gizli oturumunda “Bugün koyacağımız yasa ilkeleri varlığımızı ve bağımsızlığımızı kurtaracak olan Millet Meclisi’ni ve Ulusal Hükümetimizi güçlendirecek anlam ve yetkiyi kapsamalı ve dile getirmelidir … Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha olan bağlılığı bir daha söyleyip belirtmekse, bu kişi haindir. Düşmanların yurt ve ulusa kötülük yapmakta kullandıkları maşadır.” sözleriyle yanıt vermişti. 
   Meclis anayasa konusundaki çalışmalarını, 20 Ocak 1921′de sonuçlandırdı. Kabul edilen anayasa“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” adıyla yürürlüğe konuldu. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ve“Kuvvetler Birliği” ilkelerine dayanan bu anayasa klasik anayasa tekniğine uygun değildir. Bir anayasada bulunması gereken birçok konuya yer vermemiştir. Bu tür durumlarda Osmanlı’nın Kanun-i Esasi’sine başvurulduğundan iki anayasalı bir dönemi başlatmıştır. 
   “Temel hükümler” ve “idari teşkilat” olmak üzere iki bölüm ve 23 maddeden oluşan bu anayasanın, bir de sayı verilmeyen “madde-i münferide”si (ek madde) vardı. Anayasanın ilk 9 maddesi yasam ve yürütmeyi düzenemekte, BMM’nin oluşumunu ve yetkilerini belirlemekte, diğer maddeleri ise vilayet, kaza, nahiye yönetimleri ile genel müfettişlik konularına yer vermekteydi. Teşkilat-ı Esasi’de devlet başkanlığı kurumuna değinilmemiş, olağanüstü koşullar içinde bulunulduğunda kamu hakları konusuna yer verilmemiştir. Mustafa Kemal tarafından Sadrazam Tevfik Paşa’ya da 30 ocak 1921 tarihinde bildirilen anayasanın temel maddeleri şunlardı.
 
1. Egemenlik kayıtsız ve şartsız ulusundur. Yönetim usulü halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.
2. Yürütme gücü ve yasama yetkisi, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan BMM’de belirir ve toplanır.
3. Türkiye Devleti, BMM’nce yönetilir ve hükümeti TBMM Hükümeti adını alır. 
4. BMM, iller halkınca seçilen üyelerden kurulur.
5. BMM’nin seçimi iki yılda bir yapılır seçilen üyelerin üyelik süresi iki yıldır ve bunlar yeniden seçilebilirler. Eski meclisin görevi, yeni meclis toplanıncaya kadar sürer. Yeni bir seçimin yapılmasına imkan olmadığı takdirde, toplantı dönemi yanlız bir yıl uzatılabilir. BMM üyelerinin her biri kendini seçen ilin ayrıca vekili olmayıp bütün ulusun vekilidir.
6. BMM Genel Kurulu, Kasım başında çağrısız toplanır. 
7. Din buyruklarının (ahkam-ı şerriye) yerine getirilmesi, bütün yasaların konulması, değiştirilmesi, kaldırılması, anlaşma ve barış yapılması ve savaş kararı verilmesi gibi temel haklar, BMM’nindir. Yasalar ve tüzükler düzenlenirken, halkın işine en uygun ve zamanın gereklerine en elverişli din ve hukuk hükümleriyle töreler ve önceki işlemler temel olarak alınır. Bakanlar Kurulu’nun görev ve sorumluluğu özel yasayla belirtilir. 
8. BMM, çeşitli bakanlıkla özel yasasına göre seçtiği bakanlar aracılığıyla yönetilir. Meclis yürütme illeri için bakanlara yön verir ve gerektiğinde bunları değiştirir.
9. BMM Genel Kurulu’nca seçilen başkan, bir seçim süresince BMM Başkanı’dır. Bu kimlikle meclis adına imza atmaya ve  Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkilidir. Bakanlar Kurulu üyeleri içlerinden birini kendilerine başkan seçerler. Ancak BMM Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun da doğal başkanıdır.
10. Kanun-i Esasi’nin işbu maddelerle çelişmeyen hükümleri, eskiden olduğu gibi yürürlüktedir. 
   Kanun-i Esasi’nin tümünü değil temel hükümlerini kaldıran bu anayasanın 7. maddesi, padişahın kutsal hakları arasında sayılan yetkileri, BMM’ye ait haklar olarak tanımıştır. 1 ve 2. maddeler ise “İslami-monarşik” Osmanlı anayasasını tüm olarak anlamsız hale getiren Cumhuri bir içerik taşımaktadır. Hatta bu anayasa, 7. maddesinde şerri hükümler ve fıkıhtan söz etmesine rağmen Osmanlı Anayasası’nın 2. maddesi ve 1924 Anayasası’nın 2. maddesi gibi (Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır- 1921 Anayasası 2. madde) açık bir hüküm getirmemekle laik bir anayasa sayılabilir. 
   1921 Anayasası, cumhuriyetçi ve laik bir anlam taşıdığı halde, Saltanat ve Hilafet müessesini anayasa düzeninden kesinlikle söküp atmamıştır. Münferit maddede, 5 Eylül 1921 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1. maddesine atıf yapılarak “BMM; Hilafet ve Saltanatın vatan ve milletin istihlas ve istiklaninden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şerait-i atiye dairesinde müstemirren inikat eder.” düştüğü çelişmeyi daha çok arttırmıştır. Tutucular, Nisab-ı Müzakere kanunun atıf yapan münferit maddeyi kabul ettirmekle, Anayasası’nın geçiciliğini kabul ettirmiş olduklarına inanıyorlardı. İhtilalci grup ise bu tavizi verirken, saltanat kurumunu bir anayasa organı olarak tanımamış, padişahın yetkilerini de ele geçirmiş bulunuyordu.
Read more

Albert Einstein Kimdir – Atom Bombasının İcadı ve Formülü


Hayatlarını, çalışmalarını,buluş ve eserlerini okuyup öğrendiğiniz bilim adamlarının çoğu,mikroskoplar, teleskoplar , bir takım makineler ya da laboratuar aletleriyle çalışmışlardır. Sorunlarını çözmek,düşüncelerini,tasarılarını,fikirlerini gerçekleştirip uygulamak için deneyler yapmışlardır.
Albert Einstein (Aynştayn)başka tür bir bilim adamıdır. İcatlarını, buluşlarını laboratuarda değil, kafasının içinde,aklında yapan kuramsal (teorisyen) bir fizikçidir.Aynştayn, teorilerini ispatlamak için deneyler yapmak gereğini duymamıştır. Bütün dehasını,yeteneklerini,fikirlerini geliştirmek karşısına aldığı soru ve sorunları cevaplayıp çözümlemek , düşüncelerini matematik formüllerine dönüştürmek, böylece ortaya koymak yolunda harcamıştır.
Aynştayn’ın bazı teorileri, bu teorilerin ileri sürüldüğü , ortaya konulduğu zamanın çok ilerisindedir.Öyle ki,söz konusu teorilerin uygulamaya dökülebilmesi için, bilimsel araç ve gereçlerin daha gelişmiş, daha mükemmellerinin icat edileceği zamana kadar uzun yılların geçmesi gerekmişti. Bu teorilerden birinde hiç kimsenin görmemiş olduğu belirli bir yıldızın varlığı öne sürülüyordu. Bir başka teori, evrende bulunan bütün maddelerin en küçük parçası,bölünmez cüzü olarak kabul edilen atomla ilgiliydi. Gerçekte atomun daha küçük zerreciklerden oluştuğu açıklanıyordu. Nitekim her iki teorinin de doğru olduğu ispatlanmıştır.
Albert Aynştayn,dünyaya,insanlığa,evrenin kanunlarının açıklanmasında yardımcı ve yararlı olan sayısız yeni matematiksel formül vermiştir. Işık, enerji, hareket, yerçekimi, uzay ve zaman gibi esrarengiz kavramlar konusunda, bunların anlaşılması,çözümlenmesi bakımından,dünyaya Aynştayn kadar yararlı olmuş bir kimse daha yoktur.
Aynştayn, Almanya’da küçük bir şehir olan Ulm’da doğmuştu. Babasının küçük bir elektrik aletleri fabrikasına sahip olduğu Münih şehrinin varoşlarında (dış, kenar mahallelerinde)yetişti. Çocukken.ilerde nasıl bir adam olacağının en ufak belirtilerine sahip değildi. Öğretmenleri onu “donuk,zihni tersine işleyen” bir çocuk diye tanımlıyorlardı.
Gerçekte Aynştayn son derece zekiydi.12 yaşındayken kendi kendine geometri öğrenmişti.
ATOM BOMBASININ TEMEL FORMÜLÜ
2. Dünya Savaşı’na kesin son sağlayan atom bombası, Aynştayn’ın 1905 yılında ortaya koyduğu bir gerçeğin ürünüdür. Eskiden bir maddenin yaratılamayacağı ve yok edilemeyeceği kuramı geçerliyken, Aynştayn maddenin enerjiye ,enerjinin de maddeye dönüşebileceğini ileri sürmüştür.
E =enerji M= kitle C=ışığın hızı
olarak kabul edildiğinde,bu gerçeği
E=MC2
formülü ile ortaya koymuştur.
Babası fabrikada çalışması için zorladı.Fakat Aynştayn öğrenimine devam etmek arzusundaydı. Özellikle matematik ve fizikle ilgileniyordu.
Bir fizik öğretmeni olmağa karar verdi. İsviçre’de Zürih şehrine gitti. Orada Politeknik Akademisi’ne girdi. İyi dereceyle mezun oldu. Öğrenimini tamamlarken,sonradan eşi olacak Mileva Mareç adında bir öğrenciyle de tanışmıştı.
Okulu bitirdikten sonra fizik öğretmeni olarak uygun bir iş bulamadı. Özel dersler veriyordu ama el ine, geçen para azdı. Ancak o da güçlükle boğazına yetiyordu. 1902 yılında, İsviçre Patent Ofisinde memur oldu. İşin parası azdı ama kolaydı. Çok az vaktini alıyor, asıl ilgilendiği şeylerle meşgul olabilmesi için bol zamanı kalıyordu.
Bundan sonraki üç yılın her dakikasını,zaman ve uzay konusunda yeni matematiksel açıklamalar getirecek bazı formüller üzerinde harcadı. 1905 yılında henüz 26 yaşındayken, kendine dünya ölçüsünde ün kazandıracak olan “İzafiyetin Özel Teorisi” isimli eserini bastırdı. Bazı bilim adamları,bu eseri “dünya tarihinde en önemli belge” diye tanımışlardır.
Aynştayn’ın İzafiyet Teorisi, bilim adamı arkadaşları arasında pek coşkuyla karşılanmadı. Bunun nedeni, onların kendi çalışma ve eserlerindeki nice yanlış ve yanıltının ortaya dökülmesiydi. 1912 de karşı tavır silindi.Herkes onun büyüklüğünü kabul etti. Teorisi çok karmaşıktı. Fakat matematikçilerin ve fizikçilerin uzun yıllardan beri bocaladıkları,çözümleyemedikleri sayısız sorunu cevaplandırıyordu.
İsviçre Patent Dairesindeki silik,belirsiz katip,dünya çapında ün kazanmıştı. Avrupa üniversitelerinde dersler vermeğe çağrıldı. Profesörlerden biri “yeni bir Kopernik doğmuştur” dedi. 1914 yılında, Berlin Üniversitesinde fizik profesörü oldu. Orada, Nobel Armağanını kazandığı 1921′e kadar dokuz yıl kaldı.
1933 yılında ansızın bütün hayatı yön değiştirdi. Adolf Hitler adında hırslı,kana susamış bir çılgın, Almanya’da diktatör olmuştu.Hitler ve omuzdaşları,”üstün Cermen ırkı” saplantısıyla Yahudilere karşıydılar. Aynştayn Hitler’e ve Nazilerin zorbalıklarına, zulümlerine karşı bir tavır takındı. Hitler de onun evini yıktırdı, malına mülküne el koydu.Tutuklanması için büyük paralar vaat etti. Dünyanın onurlandırdığı Aynştayn,yersiz,yurtsuz bir mülteci durumuna düşmüştü. Sonra Amerika’dan çağrıldı. 1933 yılında Princeton’a geldi. 22 yıl orada yaşadı. 1940 yılında Amerikan vatandaşlığına geçti.
1945 yılında 2. Dünya Savaşını sonuçlandıran atom bombası Amerikalılar tarafından atıldığı zaman,Aynştayn bilimin ölüm ve yıkımlar amacıyla kullanılmasından büyük üzüntüye kapıldı. Bütün uluslara bir çağrıda bulundu.Barışçı bir dünya devletinin kurulmasını istedi. 1955 de öldüğü zaman 76 yaşındaydı.
Read more

İklim Kuşakları Nelerdir?


İklim Kuşakları
İklim kuşaklarını yeryüzünün üstüne düşen güneş ışınlarına göre ayırma işi Antik Çağ’dan beri yapılmaktadır. Buna göre dönenceler arası (23,5° kuzey ve güney enlemleri arası) tropik kuşak, dönencelerle kutup kuşakları arasındaki bölge ılıman iklim kuşağı, kutup daireleri (66,5° kuzey ve güney enlemleri) ile Kuzey ve Güney kutupları arasında kalan bölge de soğuk bölge olarak anılmıştır. Bu, Güneş ışınlarının astronomik olarak dağılışına göre yapılmış bir ayrımdır; günlük ve yıllık oynamaların daha az olmasına yol açarak nemli okyanus iklimini oluşturan denizlerin etkisi hesaba katılamamıştır. Deniz iklimi ile kıtaların iç bölgelerinde görülen kara iklimi birbirlerinden oldukça farklı olabilir. Örneğin, İzlanda’nın güneyindeki Faroe Adaları ile Sibirya’daki Yakutsk yaklaşık aynı paralel (62) üstünde yer alırlar, ama Gulf Stream’in kıyılarından geçtiği Faroe Adaları’nda ocak ayı ısısı +3,2 dereceyken, kara ikliminin egemen olduğu Yakutsk’ta –43,3 derecedir. Buna karşılık ortalama temmuz sıcaklığı birincide +10,6 dereceyken, ikincide +19,0 derece olur.
Herkes tarafından benimsenmiş ideal bir iklim kuşakları ayrımı yoktur. Kuşaklar genellikle yalnızca ısı ve yağışa göre belirlenmiş ve bunların canlılar dünyası, yani bitki ve hayvanlar üstündeki etkilerine göre düzenlenmiştir. Doğal olarak, belirli bir iklimin egemen olduğu yerde de orman, step, çöl ya da tundra gibi belirli bir bitki örtüsü bulunur.
MATEMATİKİ İKLİM KUŞAKLARI
Eksen eğikliği etkisiyle aydınlanma süreleri birbirinden farklı olan ve her iki yarımkürede birbirinin simetriği şeklinde ortaya çıkan alanlara matematiki iklim kuşakları denir.
Matematiki iklim kuşakları ile sıcaklık kuşakları birbirinden farklıdır. Çünkü matematiki iklim kuşaklarında eksen eğikliği, sıcaklık kuşaklarında ise sıcaklıklar esas alınmıştır.
Ekvator’la Ekliptik arasındaki açı 23˚27’ dan daha büyük olsaydı;
Dönenceler Ekvator’dan uzaklaşırdı. Kutup daireleri de Kutup noktalarında uzaklaşırdı.
Tropikal kuşak ve Kutup kuşağı genişler, Orta kuşak daralırdı.
Güneş ışınlarının dik geldiği alanlar genişlerdi.
Gece ve gündüz arasındaki zaman farkı artardı (Ekvator hariç).
Mevsimlik sıcaklık farkları artardı.
Ekvator çevresinde ortalama sıcaklık azalırdı.
Ekvator’la ekliptik arasındaki açı 23˚27’ dan küçük olsaydı yukarıdaki sonuçların tam tersi olurdu.
Eksen eğikliği olmasaydı;
Güneş ışınları sadece Ekvator’a dik açıyla gelirdi.
Mevsimler oluşmazdı.
Gece gündüz süreleri her yerde yıl boyu eşit olurdu.
Dünya’nın yaşanabilir alanı daralırdı.
Orta kuşak sürekli bahar mevsimini yaşardı.
Kutuplar sürekli alacakaranlığı yaşardı.
Ekvator daha sıcak, kutuplar daha soğuk olurdu.
SICAKLIK KUŞAKLARI
Sıcaklık kuşaklarının sınırları deniz seviyesine indirgenmiş sıcaklık esas alınarak belirlenir. Sıcaklık kuşaklarının oluşmasında Yer’in şekli, kara ve denizlerin dağılışı, sıcak ve soğuk su akıntıları ile genel hava dolaşımı etkili olmuştur.
Sıcak Kuşak: Yıllık ortalama deniz seviyesi sıcaklıklarının 20˚C ve üzerinde olduğu alanları kapsar. Sıcak kuşakta yaz şartları egemendir.
Orta Kuşak: Yıllık ortalama deniz seviyesi sıcaklıklarının 10˚C ve 20˚C arasında olduğu alanları kapsar. Yılda dört mevsimin belirgin şekilde yaşandığı tek kuşaktır. Her türlü yaşam faaliyetine en uygun şartları taşır.
Soğuk Kuşak: Yıllık ortalama deniz seviyesi sıcaklıklarının 10˚C’nin altında olduğu alanları kapsar. Soğuk kuşakta kış şartları egemendir. Bu nedenle, her türlü yaşam faaliyeti açısından en olumsuz kuşaktır.
Sıcaklık kuşaklarının Kuzey ve Güney Yarımkürelerde farklı genişlikte olmasının temel nedeni; kara ve denizlerin dağılışıdır. Esasen, eksen eğikliğinin doğurduğu sonuçlar istisna kabul edilirse, Kuzey ve Güney Yarımküre arasında oluşan farklılıkların tamamının sebebi de kara ve denizlerin dağılışıdır.

Read more

Elif Şafak Kimdir?


Elif Şafak’ın nasıl olupta bir anda Türkiye’nin en populer yazarları arasına girdiğini gösteren bir çalışmayla karşınızdayız.Türkiyede özgürlükler demokrasi gibi kavramlar kullanılarak ecnebi borusu öttürülmeye Amerika yı Ab’yi arkasına alanların türlü kılıfları geçirerek kahraman olma sevdaları sürmektedir.
Image
“Elif Şafak” Denen Kadın Kimdir?
1971 yılında Strasbourg’da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde yaptı. İlk (öykü) kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997′de (İletişim), ikinci romanı Şehrin Aynaları 1999′da (İletişim) üçüncü romanı Mahrem (Metis) 2000 yılında basıldı. Elif Şafak, Pinhan ile 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü kazandı. Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisidir ve ODTÜ Siyaset Bilimi Bölümü’nde doktorasını sürdürmektedir.
Gördüğünüz gibi Elif Şafak BİLGİ ÜNİVERSİTESİ’ nde araştırma görevlisidir. Yani bir akademik kariyer sahibi örnek aydınlarımızdan olma yolunda ilerlemektedir.
Bu ne kadar düşündürücü öyle değil mi?Bu ülkede dikkatli vatandaşlar Bilgi Üniversitenin ne olduğunu kim tarafından kurulduğunu neye hizmet ettiğini finansmanını kimlerin sağladığını biliyorlar.
Şimdi neler yaptığına Bakalım
İngilizce ve Türkçe romanlarıyla tanınan Elif Şafak, Ermeni konferansının hangi koşullarda düzenlendiğini ve ne ifade ettiğini ABD’nin en önemli gazetelerinden Washington Post için yazdı.
Şafak, “İnkar duvarında bir çatlak” başlıklı yazısında şu ifadeleri kullandı:
“Ben bir Türk diplomatın kızıydım. Annemin ilk görevi İspanya’daydı. Madrid’e 1980′lerin başında taşındık. Bu dönemde ASALA Avrupa’daki Türk vatandaşlarına, özellikle de diplomatlara saldırılar düzenliyordu. Dolayısıyla Ermeni kelimesi benim için ‘Annemi öldürmek isteyen terorist’ demekti. Şu basit soruyu sormam yıllar aldı: Ermeniler neden bizden nefret ediyor? Birçok Türk için ülkemin tarihi 1923′te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlıyor, Ermeniler’in soykırım iddiaları ise 1915 yılına, yani Cumhuriyet öncesine denk geliyordu. Yani bizmle ilgili değildi.Ancak bugün durum değişti. Ermeni konferansına katılmak üzere İstanbul’dayım. Burada olmamız,Başbakan’dan destek almış olmamız ülkemde bazı şeylerin ne kadar ilerlediğini gösteriyor.
Ancak 2002′de ABD’ye gelip Ermeni aydınlarla tanışana kadar iddialarla yüzleşme ihtiyacını hiç duymadım. Olaylardan sonra hayatta kalanların röportajlarını izledim, anılarını okudum,Ermeni dostalarımın aile sırlarını dinledim ve gördüm ki yalnızca korkunç şeyler yaşanmamış , bunların sistematik bir şekilde inkar edilmesi her şeyi daha da kötü duruma getirmiş. 1915 ülkemde daha önce hiç olmadığı gibi tartışılıyor. Zor olduğunu biliyorum .Ama inkardan tanımaya giden yolculuğun yapılabilir olduğunu düşünüyorum.
“Bu tür kendine arkasına ecnebi desteği alarak var olmaya son on yılda kurulan özel üniversitelerin her birinde bir kürsü kapmış olmalarıdır. Bilgi Üniversitesi , Bahçeşehir Üniversitesi gibi yüklü para karşılığında öğrenim yapılan okulların hepsi de , Türk milli varlığına zehir kusanları barındırmakta , onlara ders verme fırsatı sağlamaktadır”
“Malum Ermeni konferansı da bu özel üniversitelerin salonlarında yapılmıştı. Değirmenin suyunun nerden geldiği belli olan bu üniversitelerde ders okutan sözde aydın ve yazarlardan otuzsekizi , 31 Temmuz 2006 tarihinde evlere şenlik bir bildiri daha yayınladılar. “Bir grup aydın” imzasıyla yayınlanan bildirlerde yazılan hakaretler ayyuka çıkmıştır”(Müge Karahanlı)
Kürtlere toprak talep eden SÖZDE aydın ve yazarların listesi
Prof. Dr. Ahmet İnsel (Galatasaray Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi)
Doç. Dr. Ahmet İçduygu (Koç Üniversitesi Uluslararasi İliskiler Bölümü)
Ali Bayramoğlu (Gazeteci-yazar)
Ayşe Gül Altınay (Sabancı Üniversitesi)
Ayhan Bilgen (MAZLUM – DER Başkanı)
Can Paker (TESEV Başkanı)
Derya Sazak (Gazeteci-yazar, Milliyet)
Ece Temelkuran (Gazeteci-yazar, Milliyet)
Elif Şafak (Yazar-Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi)
Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu (Bilgi Üniversitesi , Gazeteci)
Eyüp Can (Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni)
Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem (Dicle Üniversitesi Hukuk Fakultesi Kamu Hukuku Bölüm Başkanlığı)
Yard. Doç.Dr. Ferhat Kentel (Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi)
Prof. Dr. Fuat Keyman (Koç Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi)
Prof. Dr. Gencay Gursoyİbrahim Betil (Toplum Gönüllüleri Vakfı Başkanı)
Kutbettin Arzu (Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı)
Mesut Öztürk (Eski Van Belediye Başkanı)
Sabih Ataç (Eski Batman Baro Başkanı)
Dr. Mesut Yeğen (ODTU Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi)
Doç. Dr. Mithat Sancar (Ankara Üniversitesi , Hukuk Fakültesi)
Prof. Dr. Murat Belge (Yazar – Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Başkanı)
Muharrem Erbey (Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Danışmanı)
Mustafa Karaalioğlu (Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni)
Nebahat Akkoç (KAMER Başkanı)
Necdet İpekyuz (Eski Diyarbakır Tabip Odası Başkanı)
Osman Kavala (TESEV Yönetim Kurulu Üyesi)
Oya Baydar (Barış girişimi – yazar)
Ömer Laçiner (Birikim Dergisi Editörü)
Rojbin Tugan (Hukukçu-İnsan Hakları Aktivisti , Hakkari)
Salim Uslu (HAK – İŞ Genel Başkanı )
Sedat Yurtdaş (DTP Başkan yardımcısı – yazar)
Sezgin Tanrıkulu (Diyarbakır Baro Başkanı)
Sahismail Bedirhanoğlu (Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı)
Tahir Dadak (Kalkınma Kooperatifi , Diyarbakır)
Tarhan Erdem (Gazeteci-yazar)
Yusuf Alataş
Zozan Özgökçe (Van Kadın derneği başkanı )
Ünlü olmanın en kestirme yolu
SEVGİLİ okuyucularım, aranızda mutlaka günün birinde “ünlü” olmak isteyenler vardır. O takdirde bu yazımı dikkatle okusunlar… Çünkü her insan isminin bilinmesini, bir gün ünlü olmayı ister.
Bunun için ille de kendi alanınızda başarılı olmak zorunda değilsiniz. Hele Türkiye’de hiç değilsiniz.
Örneğin göz alıcı bir bayansanız, magazin dünyasında yer alıp isminizi duyurmak, ya da duyulmuş isminizi sürekli gündemde tutmak istiyorsanız, baldır bacak vaziyetlerine girmeniz yeterlidir. Soyunursunuz, paralı zampara erkeğinizle kameralara yanaşıp çekimler yaptırırsınız, boşanırsınız, basılırsınız, aynı anda birkaç kişiyle “düzeyli birliktelik” yaşarsınız!
Gazeteci iseniz başka gazetecilerle saçma sapan polemiklere girersiniz. Gerçek konuları yazmaya korkarsınız da, isminizin duyulması ve ün kazanmak için böyle daha kolay uğraşlar bulursunuz.
Öteki mesleklerde de durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Türkiye’de ciddi işlerle uğraşan saygın kimselerin ünlü olması çok zordur.
***
“Ünlü” olmanın başka yolları da var. Hem de soyunup dökünmeden! Örneğin kendi çapında amatör bir yazarsınız. Ses getirmek, ün kazanmak, isminizi duyurmak istiyorsunuz. O halde ne yapmalısınız? Size hemen bir öneride bulunayım!
Bir kitap, roman, yazı vesaire yazıp örneğin Türklüğe hakaret edersiniz. TCK uyarınca hakkınızda dava açılır. Bu aşamada isminiz hemen gündeme gelir. Entel ve şeriatçı takımı sizden söz etmeye, sizi savunmaya başlar.
Sonra devreye AB girer. Türklüğe hakaret etmenizin “fikir ve ifade özgürlüğü” olduğunu bizim hükümete bildirir.
Duruşma günü öncesinde yargıya el altından haber gönderilir:
“Kendisini mahkûm ederseniz AB bize çok kızar. Burada ulusal çıkarımız olduğundan AB’yi karşımıza alamayız. Kararınızı ona göre verin.”
Duruşma öncesinde isminiz artık gündemdedir! Kitabınızda yer alan, Türklüğe hakaret içeren, aşağılayan birkaç sayfa sizi ünlü yapmaya yetmiştir. Bu kadar basit!
Artık bütün medya sizden söz etmektedir. Duruşmada olay çıkacaktır, karşıt gruplar gelecektir falan filan!.. Bu arada gazeteciler size gelecek, söyleşiler yapacak, kazandığınız üne ün katılacaktır!
Duruşma günü geldiğinde savcı beraatinizi isteyebilir, mahkeme sizi karşısında bile görmeden beraat kararı verebilir. Zaten ceza verilirse Türkiye’deki entel ve şeriatçı basın, hep birlikte kıyameti koparacaktır:
“Vay efendim bu ne rezalet, Türklüğe hakaret niye suç olsun ki! Nerede kaldı fikir ve ifade özgürlüğü… Bu kafayla biz AB’ye nasıl gireriz!..”
***
Bütün bunlar olurken sadece Türkiye’de ün kazanmazsınız. Bu kadarı sizi zaten kesmez! Devreye “yurtdışı” da girer. Yabancı basın da sizden söz eder, bu yargılamanın utanç verici olduğunu vurgular. Duruşmanıza yabancı temsilciler, AB komiserleri, yabancı diplomatlar da getirilir ki, yargıya bir kez daha gözdağı verilsin.
Yargılandınız ve mahkemeye bile çıkmadan beraat ettiniz!
Başbakan sizi mutlaka telefonla arayacak ve bu karardan duyduğu memnuniyeti dile getirip kutlayacaktır.
Başbakan şehit analarının telefonuna çıkmadı, “Ben onlarla ne konuşacağım” diye kestirip attı. Olsun varsın, önemli olan Türklüğe hakaretten beraat edeni arayıp kutlamaktır! Ne de olsa Başbakan dahil hepimiz “Türk değil, Türkiyeli” değil miyiz!
Evet, bu telefonla birlikte isminiz yine manşetlerde, birinci sayfalarda geçecek ve ününüze ün katılmış olacaktır!
***
Sevgili okuyucularım, Türkiye’de “ünlü” olmak kolaydır. Yeter ki kafayı çalıştırın, işin ucundan tutmasını bilin! Öyle skandal yaratmaya, soyunmaya, aptalca polemiklere girmeye, her gün sevgili değiştirmeye, baldır bacak sergilemeye, Danıştay’ı basmaya hiç gerek yoktur.
Ben size bu yazımla, bu işin sadece bir adet püf noktasını bugün açıkladım.
Bir kitap yazın. İçeriği hiç önemli değil. Birkaç sayfasında Türklüğe sövün, hakaret edin yeter. Ya da herhangi bir gazetede, dergide yazın, televizyona çıkmayı başarırsanız aynı doğrultuda birkaç cümle söyleyin…
Yani Türklüğe bu yöntemle hakkınızda dava açılmasını sağlayın!
Sadece birkaç hafta sabredeceksiniz. Sonrası otomatik olarak kendiliğinden gelecek, hem ülkemizde, hem de yurtdışında ün kazanacaksınız! Hem hayallerinize kavuşacak, hem de Başbakan tarafından aranıp kutlanacaksınız! Onun aramasıyla kazandığınız büyük onur (!) size zaten ömür boyu yetecektir!
Valla benden bu kadar. Size ünlü olmanın en kolay ve en beleş yolunu gösterdim. Ötesini siz ayarlayacaksınız. Kafayı çalıştıran kazanır!
Şansınız bol, ünlülük günleriniz hayırlı olsun.
Emin ÇÖLAŞAN
kaynak:sevgiadasi.com
Read more

Kaplıca ve Ilıca Nedir – Aralarındaki Farklar Nelerdir


Jeotermal kaynak… kısaca yer ısısı olup, yerkabuğunun çeşitli derinliklerinde birikmiş ısının oluşturduğu, kimyasallar içeren sıcak su, buhar ve gazlardır.
Kaplıca… Mineralize termal suların ve bunlara ait çamurların, banyo, içme, solunum yolu ile kullanılması, ayrıca iklim kürü, fizik tedavi, rehabilitasyon, mekanoterapi, beden eğitimi, masaj, psikoterapi, diyet vb. yan tedavilerle birleştirilmesi ile oluşturulan kür uygulamalarının uzman hekim denetiminde yapıldığı sağlık tesislerine kaplıca denilmektedir.
Ilıca… Madensuyunun yer yüzüne çıktığı kaynağa kaynarca, madensularından yararlanmak üzere kaynarcaların çevresinde kurulan tesislere de genel olarak ılıca denmektedir. Kaplıca da denilir.
Mineralize termal suların ve bunlara ait çamurların, banyo, içme, solunum yolu ile kullanılması, ayrıca iklim kürü, fizik tedavi, rehabilitasyon, mekanoterapi, beden eğitimi, masaj, psikoterapi, diyet vb. yan tedavilerle birleştirilmesi ile oluşturulan kür uygulamalarının uzman hekim denetiminde yapıldığı sağlık tesislerine kaplıca denilmektedir.http://img2.blogcu.com/images/t/a/t/tatilturizm/kaplica_2.jpg
Madensuyunun yer yüzüne çıktığı kaynağa kaynarca, madensularından yararlanmak üzere kaynarcaların çevresinde kurulan tesislere de genel olarak kaplıca ya da ılıca denmektedir. Kaplıca sularından banyo ve içme kürleriyle yaralanılmaktadır. İçme kürü olarak yararlanılan kaplıcalara içmece de denilmektedir.
Kaplıca teriminin kökeni kaynarcanın üzerine hamam yapılması nedeniyle türetilen “kaplı ılıca” terimidir.
Kaplıca sularının özellikleri
Şifalı su olarak kullanılabilen termomineral sular şu biçimde sınıflandırılabilir :
Termal Sular :
Doğal sıcaklıkları 20ºC üzerinde olan, litrelerinde 1 gr’ın altında çözünmüş mineral içeren sulardır. Bunlar Akratopegal Sular’dır.
Termomineral Sular :
Hem doğal sıcaklıkları 20ºC üzerinde olan hem de litrelerinde 1 gr’ın üzerinde çözünmüş mineral içeren sulardır. Bunlar Akratotermal Sular’dır.
Özel Termomineral Sular :
Bazı özel mineralleri belirli en az (eşik) değerlerin üzerinde içeren özel balneolojik sular da tanımlanmıştır :
Karbondioksitli Sular : 1 gr/lt üzerinde çözünmüş serbest CO2 içeren sular.
Tuzlu Sular : 1 gr/lt üzerinde tuz (Nacl) içeren sular.
Tuzlalar : 14 gr/lt üzerinde tuz (Nacl) içeren sular.
Radonlu Sular : 666 Bq/lt veya 18 nanocurie/lt üzerinde radon ışınımı içeren sular.
Radyumlu Sular : 10¯7 mg/lt üzerinde radyum ışınımı içeren sular.
Kükürtlü Sular : 1 mg/lt üzerinde -2 değerlikli kükürt içeren sular.
İyotlu sular : 1 mg/lt üzerinde iyot içeren sular.
Florürlü Sular : 1 mg/lt üzerinde florür içeren sular.
Demirli Sular : 20 mg/lt üzerinde +2 değerlikli demir içeren sular.
Arsenikli sular:
Çamurlu Sular ve Çamurlar :
Karma Sular :
Yukarıdaki sınıflandırmada herhangi bir özel su grubuna girmeyen termomineral sular karma sular olarak sınıflandırılırlar. Bu sularda en sık bulunan anyonlar klorür (Cl) sülfat (SO4¯) ve bikarbonat (HCO3¯) ve katyonlar ise sodyum (Na), kalsiyum (Ca) ve magnezyum (Mg) dur. Karma balneolojik sular içerdikleri iyonlardan baskın olanlarına göre adlandırıldıklarından 20 milivalin üzerindeki düzeylerde taşıdığı anyon ve katyonlar o suya adını verir.
Bir kaynarca suyunun fiziksel ve kimyasal özelliği bir başkasına, hatta çok yakındaki bir kaynaktan çıkan maden suyunun özelliğine benzemez. Bu nedenle tıbbi tedaviye yardım amacıyla kullanımında özenli olmak gerekir. Öte yandan kaplıca sularının hastalıkların iyileştirilmesine katkıda bulunma ölçüsü hakkında ayrıntılı ve kesin bilimsel açıklama yoktur.
Fiziksel Özellikler
Maden suları fiziksel özellikleri bakımından çok sıcak, sıcak ve soğuk sular olarak sınıflandırılır.

Kimyasal Özellikler

Kimyasal özellikleri bakımından ise bikarbonatlı, sülfatlı, tuzlu, kükürtlü, karbon dioksitli, demirli, arsenikli, iyotlu, karışık ve radyoaktif madensuları vardır.
Read more

Azmi Hamzaoğlu Kimdir ?


En güzel yıllarımı Kabataş’ta geçirdim
Sinop Ayancık'ta 1956 yılında doğan Azmi Hamzaoğlu, ilk ve ortaokulu Ayancık'ta okuduktan sonra 1970 yılında yatılı olarak Kabataş Erkek Lisesi'ne gelir. Ortaokulu birincilikle bitiren Azmi Hamzaoğlu, 1973 yılında Kabataş'tan da birincilikle mezun olur. Üniversite sınavından yüksek bir puan alan ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nin şu anda bilgisayar mühendisliğine karşılık gelen bölümüne girmek isteyen Azmi Hamzaoğlu'na babası engel olur. Gerisini kendi ağzından dinliyoruz:

Babamla aramda ciddi bir sürtüşme oldu. Hiç istemeyerek Tıp Fakültesi'ni seçtim. İlk iki sene istemeyerek gittim. Nasıl olsa tekrar imtihana girer kazanırım, beni buradan alırlar diye düşünüyordum. Baktım ki sonuç öyle değil, babamın hiç öyle bir hoşgörüsü yok. O zaman bu işi iyi yapmalıyım dedim ve 3. sınıftan sonra ders çalışmaya başladım. 1973-1979 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi'nde okudum. 

1979 yılında doktor oldum. 1979 yılı Nisan ayı sonunda Tıp Fakültesi'ni bitirdim, Mayıs ayında İ.Ü.Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği'nde asistanlığa başladım. 1979-1983 yılları arasında İ.Ü.Tıp Fakültesi'nde uzmanlık eğitimimi gördüm ve 1983 yılında Ortopedi ve Travmatoloji uzmanı oldum. 1983-1985 yılları arasında eş durumundan İstinye Devlet Hastanesi'nde mecburi hizmetimi yaptım. İstinye Devlet Hastanesi'nde ortopedi kliniği yoktu, burada ortopedi kliniğini kurdum. 1985-1987 yılları arasında 16 ay askerlik yaptım. Askerlik sonunda tekrar İstanbul Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji bölümünde akademik kariyerime geri döndüm ve 1989 Ekim ayında doçent oldum. 1989 Aralık ayında ABD'ye çalışmaya gittim. Orada iki yıl Minnesota Omurga Cerrahisi Merkezi'nde çalıştım. Şu anda da dünyanın en iyileri arasında sayılan bir omurga cerrahisi merkezi idi. Türkiye'ye döndüm ve 1991 yılında ABD'ye kalıcı olarak dönmek istedim ama eşim ve ailem istemediği için dönemedim.
1991 yılında Japonya'ya, University of Hokkaido'ya çalışmaya gittim. Japonya'nın en iyi ortopedisti ile çalıştım. 1996 yılında profesör oldum. 1992 – 2003 yılları arasında Florance Nightingale Hastanesi'nde yarı zamanlı çalışmaya başladım. 2003 yılından beri aynı hastanede tam zamanlı olarak çalışıyorum. Burada hem ortopedi kliniğini, hem de Türkiye'deki ilk omurga cerrahisi merkezini kurduk. 1979 – 2003 yılları arasında toplam 24 yıl üniversitede görev yaptım. Zamanımın yetmediğine inandığım ve bilimsel açıdan da yararlı olacağını düşündüğüm için artık tek bir merkezde çalışmaya karar verdim. 2003 yılında hastanemizin üniversitesi olan Kadir Has Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği'nin Rektörü olarak göreve başladım. Şu an halen kürsü başkanıyım. Benimle beraber, 2 doçent, 1 ortopedi uzmanı, 1 beyin cerrahı, 3 asistan var. Ekipte benim dışımda toplam 11 kişi çalışıyor.
 
Babanızın zorlamasıyla tıp fakültesine başlamışsınız ama sonrasında bu kadar başarı gelmiş. Tıp sizin için uygun bir seçim miydi, sonradan böyle düşündünüz mü?
Çocukluğumda, gençliğimde aklımın ucundan geçmiyordu benim tıp. Başlangıçta bu işe hiç ısınmamıştım. Ama 3.sınıfta madem bu işi yapacaksam, iyi yapmam lazım dedim. Beraberinde sevgi geldi. Tıp Fakültesi'nin son yıllarında anladım ki geriye dönüş yok. 21-22 yaşından sonra yeniden üniversiteye girmek, başka bir bölüm seçmek kolay değildi. Okulda da çok iyi beraberliklerimiz olmuştu.
Kabataş Erkek Lisesi'nden de arkadaşlarımız vardı. Onlardan çok öğretim üyesi var şu anda. Kardiyoloji'de çok büyük bir isim Prof. Kamil Adalet, şu an Uludağ Üniversitesi Kardiyoloji bölümünde Prof. Ali Rıza Kazazoğlu, Dr. Sermet İşcan Ürolog, Taksim Hastanesi’nde Dr. Muzaffer Er ve İstanbul Tıp Fakültesi K.B.B. Kliniği'nde Cerrahi Klinik Şef Muavini Prof. Dr. Kemal Değer arkadaşımız var. İyi bir grubumuz vardı. Şu an Haseki Hastanesi Başhekimi ve Ortopedi Kliniği Şefi olan Op.Dr. Haldun Ertürk vardı. Şu anda Samatya Hastanesi Ortopedi Kliniği'nde olan Mahmut Karamehmetoğlu vardı. Kadın doğumda büyük bir isim Prof. Cihat Şen Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde. Yaklaşık 10-15 kişilik aynı dönem Kabataş'lı olup, aynı dönem tıp fakülteli olan bir gruptuk.
 
Kabataş'taki yıllarınız nasıldı?
Kabataş Erkek Lisesi'ndeki yıllarım en güzel yıllarımdı. Birinci sıradadır benim için. Kabataş Erkek Lisesi'ndeki yıllar gençlikten erkekliğe geçtiğimiz bir dönem. Sosyal hayattaki her şeyi ağabeylerimizden öğreniyorduk. Türk gelenekleri çerçevesinde çok iyi ilişkilerimiz vardı. Çoğunlukla okuldaki yatılı öğrenciler Anadolu'dan olduğu için bir çok şehrin kültürünü birlikte yaşıyordunuz. Hiç bir çıkar ilişkisi olmadan, hiçbir menfaat ilişkisi olmadan çok iyi dostluklar vardı. Şu anda dahi hiç bir art niyet beslemeden herkes birbirinin yardımına koşuyor. 24 saatinizi birlikte geçiriyorsunuz. Hafta sonları da çok iyi bir sosyal hayatımız vardı. Okul çok disiplinliydi, öğretmenler o dönem Türkiye'de yetişmiş en iyi öğretmenlerdi. Her şeyi dolu dolu yaşıyorduk. Bir de okulun yerini düşünün, bir çok insanın hayatı boyunca öyle bir yerde yaşaması imkansız. Sabah kalkıyorsunuz denizi görüyorsunuz, akşam denizin kokusuyla uyuyorsunuz.
 
Kabataş Erkek Lisesi'ne gelme fikri nasıl oluştu?
Benim bulunduğum ilçede lise yoktu. Ya benim Sinop'a yatılı veya ev tutarak gitmem gerekiyordu, ya da o dönemde çevremizdeki ailelerin önerdiği Kabataş Erkek Lisesi, Haydarpaşa Lisesi, kızlar için Çamlıca Kız Lisesi veya İstanbul Kız Lisesi gibi sayılı okullardan birine gidebilecektim. Şimdiki gibi Robert Kolej, Alman Lisesi gibi okulları bilen ve çocuklarını yollayan yoktu. O okullar genellikle İstanbullular'ın tercih ettiği okullardı.
 
Hiç korkmadınız mı? Yabancı bir şehre, büyük bir şehre yatılı olarak geliyorsunuz?
Çekinmemek mümkün değil. Tamamen Anadolu'daki dar ve kapalı bir sosyal çevreden, Osmanlı kültürüyle yetişmiş, hiyerarşik düzeni korunan bir aileden, anne babanın gözetiminde olunmayan bir yere geliyorsunuz. O, bence insanın kendi ayakları üzerinde durması ve kendi kişiliğini bulması için bizim hayatımızdaki en önemli dönem. Çünkü her şeyi kendiniz yapmak zorundasınız, her şeyle kendi kendinize mücadele etmek zorundasınız. Ailenin bir tek sorumluluğu var. Sadece aileden aylık yeterli miktarda para geldikten sonra bizden keyifli kimse yoktu.
 
Güzel bir birliktelik olduğundan söz ettiniz. Arkadaşlarınızla ilişkileriniz devam ediyor mu?
On yıl öncesine kadar çok sık görüşürdük. Türkiye çok değişti, İstanbul değişti. İletişim, ulaşım değişti. Herkesin uğraşısı anormal arttı. O anormallik içinde de herkesin sorumlulukları arttı. Evlilik, çocuklar… Senede birkaç defa da olsa görüşmeye çalışıyorum. Giderek zorlaşıyor ama şimdi herkes tarafından 50'li yaşlara gelindiği için tekrar gündeme geldi bu buluşmalar. 35-50 yaşları arasında, herkes kendi ekonomik bağımsızlığı için uğraştı. Aile hayatı da dengeli bir hale geldikten sonra yeniden başlandı görüşmelere.
 
Çok değerli hocalardan eğitim aldınız, size yön verdiğini düşündüğünüz biri var mı içlerinde?
O dönemdeki en önemli hocalardan biri rahmetli Jet Nail vardı. Matematik'te inanılmaz bir beyindi. Şadi Bey vardı diğer bir matematik hocası. Kimya hocası Hayrünnisa Besen vardı. Prof. Ali Uras'ın kız kardeşi. Son derece kültürlü, son derece bilimsel, iyi bir kimya hocası. Hem çok iyi kimya öğretir, hem de hayatımızla, geleceğimizle ilgili çok önemli konuşmalar yapardı. Biyoloji hocası Zeliha Hanım vardı, iki elle resim yapardı. Selahattin Sel vardı. Bizim o dönemki hocalarımız Türkiye'nin konularında en iyi hocalarıydı, hepsi çok değerli hocalardı. Sınıfta dikkatsiz davranmak, hocaların dikkatini çekecek bir şey yapmak mümkün değildi. Çok iyi bir müdürümüz vardı, Adnan Dinçer. Efsanevi bir okul müdürü idi. Çok iyi bir fizik hocamız vardı, Vahit Bey. Hepsini saygı ve sevgiyle hatırlıyorum.
 
Türkiye'de verilen tıp eğitimi yeterli mi sizce? Daha iyisi için neler yapılabilir?
Tıp fakültelerinin sayılarının azaltılması lazım. Her yerde tıp fakültesi açmak ve tıp fakültesi öğrencisi yetiştirmek şu anda pratik değil. Hekim dağılımının planının 10 yıllık çıkarılması lazım. Ve öğrenci sayısının azaltılması, nitelikli hale getirilmesi gerekli. Belli ana üniversitelerin dışında söylüyorum, öğrenciler için gerekli zamanın sağlanması lazım. Ben İstanbul Tıp Fakültesi'nde okurken 175 öğrenciydik, şu an 400 civarında. Sayıyı artırmakla kaliteyi artıramıyorsunuz. Kaliteye yönelik çalışma yapmakla uğraşılmalı. Hekim, okuldan sonra kendi gayretiyle kendini yetiştirmeye çalışıyor. Ama okuldayken daha iyi yetiştirilse, sonra bu kadar zaman harcaması gerekmez. Sistemin kurulması gerekiyor.
 
Ortopediyi neden seçtiniz?
Tamamen bir çocukluk arkadaşımın rahatsızlığıyla oldu. Arkadaşımda kemik iltihabı vardı. Ben 3.sınıf öğrencisiyken İstanbul'a geldi tedavi için. Aynı evde kalmaya başladık tedavi süresinde. Ve ben O'nu ortopedi kliniğine götürdüm her gün pansuman için. Gidip gelirken bu fena bir dal değil diye düşünmeye başladım. 3., 4. sınıftayken orada gece nöbetlerinde çalışmaya başladım. Daha sonra ortopediyi çok sevdim, klinikteki insanların bana yaklaşımları etkili oldu, ikili ilişkilerden sonra da ortopedi ihtisası yapmaya karar verdim.
 
O döneme kadar hangi bölümleri düşünüyordunuz?
Kalp cerrahı olmaktı düşüncem. Ama hiç pişman değilim. Verdiğim en doğru karardı. Şu anda gelecek vaat eden, hekimlikte dünyada tercih edilen dalların başında geliyor. Ve ABD'de ihtisas yapmak için en zor olan dallardan biri. Çünkü mevcut sosyal hayat, teknoloji ve teknolojinin getirdiği imkanlardan yararlanarak yapılan sportif faaliyetler, motorlu araçlardaki teknolojinin çok ilerlemesi her türlü iş kazasını, trafik kazasını ön plana çıkarttı. Son 15 yıl içinde radyoloji ve anestezi ile birlikte çok gelişen bir bilim dalı oldu. Dünyadaki en popüler bilim dallarından biri.
 
Tıp alanını seçeceklere öneriyorsunuz o zaman?
Tabii ama çok zor bir dal. Ortopedi, kadın doğum, çocuk, kalp cerrahisi gibi branşlarda normal bir sosyal hayatınız, aile hayatınız olması mümkün değil. Eşiniz ve çocuklarınız, diğer branşlardaki insanların aile hayatına göre çok daha fazla özveride bulunuyor. Çok önemli ve iyi bir branş. Tekrar seçseydim yine aynı branşı seçerdim.
 
Çok yoğun olduğunuzu biliyoruz, günde kaç saat çalışıyorsunuz?
Haftada 6 gün çalışıyorum, cumartesi dahil. Haftada 4 gün ameliyat, cuma ve cumartesi hasta muayenesi yapıyorum. Acil ameliyatları cuma, cumartesi, gece ve gündüz her saatte alıyoruz. Haftada ortalama 15-20 ameliyat yapıyorum. Haftada 300 – 400 hasta görüyorum. Yani ayda 1.500 – 2.000 arası hasta görüyorum. Yıllık 1.000'e yakın ameliyat yapıyoruz. Senede 6 haftam yurtiçi, yurtdışı toplantılarda geçiyor. Günlük çalışma saatim her gün 7:00'de toplantıyla başlıyor, gece ortalama 11:00'e kadar sürüyor. Şu anda hastanenin bahçesine Türkiye'nin ilk Ortopedi ve Travmatoloji Hastanesi'nin Omurga Cerrahisi Merkezi'ni bina olarak yapacağız. Ve bu Türkiye'de ilk olacak. Hem yurtiçi hem yurtdışından bize eğitim için gelen çok insan var. Bence en önemli şey insanın bilgi birikimini ve tecrübesini geriden gelen insanlarla paylaşması ve ülkesini yurtdışında iyi bir şekilde temsil etmesidir.
 
Yurtdışında yıllarca çalıştınız, kıyaslarsanız Türkiye'nin dünya tıbbındaki yeri nedir?
Yurtdışı özellikle ABD, yıllar önce sistemlerini kurmuş ve branşlarını belli bir arşiv sisteminde oturtmuş. Çok ciddi bir bilgi birikimi var. Siz o 25-30 yıllık bilgi birikimini 1 sene içinde alıyorsunuz, sıfırdan başlamıyorsunuz. Ondan sonra onun üzerine yeni bilgiler ekliyorsunuz. Türkiye bunu 10 – 15 yıldır yapmaya başladı. Aramızdaki en büyük fark buydu. Ama şu an Türkiye tıpta ve bir çok branşta dünyada söz sahibi olmaya başladı. Bence bu çok önemli bir gelişme.
 
Türkiye'deki tıp gelişimini nasıl görüyorsunuz? Ne kadar yakınız onlara, ne kadar uzağız?
Hem çok uzak, hem çok yakın. Klinik uygulama bakımından, yani hasta muayenesi, hasta tedavisi, cerrahi tedavi ve uygulama teknikleri yönünden çok yakın, hatta bazı konularda ilerideyiz. Ama temel laboratuar araştırmaları yönünden çok geride. Daha yeni yeni temel araştırmalara ve laboratuarlara para yatırılmaya başlandı.
 
Birçok yeni özel hastanenin açıldığını görüyoruz, mevcut sistemdeki sorunlar mı yol açıyor buna? İnsanlar özel hastaneleri neden tercih ediyor?
Artık Türkiye'deki sağlık sistemi değişmeye başladı. Dünyadaki sisteme entegrasyon, yeni hükümetin yaptığı en doğru işlerin başında geliyor bence. Türkiye'de 5 ayrı hastane tipi vardı. Özel, Devlet, SSK, Üniversite ve Askeri hastanelerdi. Üniversiteler bir ülkenin beyni ve temeli, üniversite hastaneleri en fazla yatırım yapılması gereken, temel araştırmalar ve eğitim-öğretim için olan yerlerdir. Üniversite hastanelerinin asıl amacı hasta muayenesi, hasta tedavisi değil. Dünyada da bu böyle.
Hastaya hizmet yönünden Türkiye'de SSK ve Devlet hastanesi olmak üzere ciddi bir bölünmüşlük vardı. Yeni hükümetin çalışmalarıyla beraber genel sağlık politikası sistemi içinde toplanıp, her hastanın devlet hastanelerinden yararlanmasının yanı sıra özel hastanelerden de yararlanması sağlanmış oluyor.
Özel hastanelerin öne geçmesinin nedeni; artık insanlar için zamanın paradan daha önemli hale gelmesi. Burada hastaların devlet hastanesinden uzaklaştırılmasının iki ana nedeni var. Birinci neden, bu hastanelerde birikmelerin çok olması ve bürokratik engellerin çok olması.
İkinci neden, belli konularda çok özel dallarda çalışan hastanelerin kurulmuş olması. Bunlar üniversitelerden ayrılan çok değerli insanların kurmuş olduğu hastaneler. Zaman paradan daha önemli şu an. Herkes hizmeti en iyi, en kısa sürede veren yeri tercih etmeye başladı. Hizmete yönelik olaylarda özel hastaneler hastaya daha profesyonel davrandığı için özel hastaneler öne çıktı.

kabataslilar.org
Read more

E Vitamini Bulunan Besinler – E vitamini Eksikliği


Bu vitaminin vücutta neler yaptığı iyice anlaşılamamıştır. E Vitamini Kaynaklan : Elma, havuç, lahana, kereviz, yumurta, zeytinyağı, ayçiçeği yağı, ayçiçeği çekirdeği, yulaf unu, buğday özü, rafine edilmemiş buğdaydan ekmek, rafine edilmemiş buğday unu.
E Vitamini Eksikliği : Üreme organlarında bozukluk, cinsel soğukluk, vakitsiz yaşlanma, kan dolaşımının ağırlaşması, varis, karaciğer bozuklukları, kas zayıflığı.
Fazla E Vitamininin Etkisi : Kan basıncının çıkması (yüksek tansiyon)
E Vitaminini Yok Eden Şeyler . Pişirme, saklama,demir kapkacak.
G ünlük ihtiyaç . 20 ünite. Yorgunluk, gerilimlerde bu miktar artar.
Bu vitaminin vücutta neler yaptığı iyice anlaşılamamıştır.Günlük İhtiyaç:
1-3 yaş: 6 milligram
4-11 yaş: 7 milligram
12-51+ yaş arası bayanlar: 8 milligram
12-51+ yaş arası erkekler: 10 milligram
E vitamininin yararları:
* Kırmızı kan hücrelerinin sağlıklı gelişimi ve çoğalması için gereklidir.
* Kalbe yararlı olan HDL kolesterol oranını yükseltip, zararlı olan LDL kolesterolünü azaltır. Kandaki kolesterol oranını dengeye sokar.
* Kaslar ve cilt için de önemlidir.
* Hava kirliliğinden dolayı akciğerde ve ağızda oluşan olumsuz etkiyi azaltır.
* Bağışıklık ve sinir sistemini güçlendirir.
Henüz ispatlanmamış faydaları:
Kalp krizine, kansere, Alzheimer’e, katarakta karşı koruyuculuğu olduğu üzerinde ciddi veriler toplansa da, henüz bu konuda görüş birliğine varılmış değildir.
E vitamini eksikliği:
* Hemoliz
* Kreatinüri (idrarda üre çıkması)
* Adalelerde steroid depolanmasına yol açar.
Yüksek risk grubundakiler:
Çok fazla içki içenler, doğum kontrol hapı kullananlar, yeterli miktarda oksijen alamayanlar
Çok fazla alındığı takdirde…
Çok fazla alındığı takdirde, uyuşturucu kullanılmış gibi kişinin hareketlerinde değişiklikler olabilir.
E vitamini açısından zengin besinler:
* Ayçiçek Yağı: 1 yemek kaşığı (7 miligram)
* Fıstık Ezmesi: 1/4 kase (5.3 miligram)
* Badem: 1/2 kase (1.6 miligram)
* Ton Balığı: 3 köfte kadar (1.4 miligram)
* Somon: 3 köfte kadar (1.2 miligram)
* Mısırözü Yağı: 1 çay kaşığı (1.0 miligram)
* Zeytinyağı: 1 çay kaşığı (0.6 miligram)

E vitamini
Prof.Dr.Osman Müftüoğlu

  • Antioksidan yararları nedeniyle yaşlanmayı ve yaşlılık belirtilerini geciktirir.
  • Cildi korur ve destekler.
  • Damarları güçlendirir, destekler ve korur. Aterosklerozu yavaşlatır.
  • LDL-kolesterolün damarsal zararlarını azaltır.
  • HDL-kolesterolü artırır.
  • Bağışıklık sistemini destekler.
  • Beyin fonksiyonlarını korur.
  • “Maküler dejenerasyon” dahil yaşlanmaya bağlı birçok göz sorununu engeller ya da geciktirir.
  • Beta karoten, selenyum ve çinko, E vitamininin etkilerini güçlendir
Vitamin E, kanser ve kalp-damar hastalıklarının önlenmesinde önemli bir antioksidandır. Dolaşımı düzenler. Doku tamiri için gereklidir. Âdet öncesi şikâyetlerin tedavisinde yararlıdır. Yara iyileşmesinde iz oluşumunu azaltır. Kan basıncını düşürür. Kataraktı önler. Atletik performansı artırır ve bacak kramplarını rahatlatır. soruvecevap.blogcu.com Saç ve cildin sağlığının devamını sağlar. Kansızlığı önlemede yardımcıdır. Erken doğan bebeklerde görülebilen bir göz hastalığı olan “pre-matür retinopati” gelişimini önler. Antioksidan etkisiyle, serbest radikal oluşumunu engelleyerek hücreyi hasar görmekten korur. Vitamin A kullanımına yardımcı olur. Yaşlanmayı geciktirir ve yaşlılık lekelerini önleyebilir. Vitamin E eksikliği sinirlerde hasara yol açabilir. Eksiklik belirtileri, kısırlık, âdet sorunları, sinir-kas sisteminde bozukluk, kırmızı kan hücrelerinin yaşam süresinde kısalma, rahimde bozukluklar olarak sayılabilir. Diyetteki vitamin E eksikliği ile kalp hastalığı sıklığı arasında da bir ilişki vardır.
Destekleyici dozda E vitamini kullanılıyorsa bu miktar günde 100-400 İU arasında olmalıdır. Bu miktardaki E vitaminini olağan beslenmeyle almanız olanaksızdır. 100 gr ceviz ve bademde 25 mg, ayçiçeği çekirdeğinde 50 mg, yer-fıstıgında 10 mg E vitamini bulunabileceği düşünülürse, destek olarak düzenli E vitamini alımının gerekliliği daha iyi anlaşılır.
E vitamini içeren besinler, sıvı yağlar, yeşil yapraklı sebzeler, baklagiller, fındık-ceviz gibi kabuklu yemişler, tohumlu bitkiler, tüm hububatlardır. Yüksek miktarlarda vitamin E içeren gıdalar, kahverengi pirinç, mısır ezmesi, yenebilen deniz yosunları, yumurta, süt, yulaf ezmesi, sakatat, soya fasulyesi, tatlı patates, suteresi, buğday olarak sayılabilir. Vitamin E içeren bitkiler, kaba yonca, ketentohumu, ısırgan otu, yulaf sapı, ağaççileğinin yaprakları, kuşburnudur. Vitamin E’nin kandaki düzeyinin devamı için, vücudun çinkoya gereksinimi vardır. Eğer vitamin E ve demir hapları birlikte kullanılıyorsa günün farklı zamanlarında alınmalıdır. Demirin inorganik formları (ferro sülfat gibi) vitamin E’ye hasar verir. Organik formdaki demir (ferroglukonat ya da ferrofuma-rat) vitamin E’yi etkilemez. Kan pıhtılaşmasını önleyici ilaç kullananlar, günlük 1 200 İU’dan fazla E vitamini almamalıdır, yüksek tansiyonu olanlar ise günlük 200 İU gibi düşük dozlardan başlayarak arzulanan miktarlara yavaşça yükselmelidir. Antioksidan etkisinden yararlanmak için E vitamininin, çinko ve selenyumla birlikte alınması önerilir. Yaşlılığı geciktirme programlarında kullanılan doz 400-800 ünite civarındadır.
Read more

Türkiyenin Tarihi Eserleri


Tacettin Paşa (Kurşunlu) Camii
Çanaklı mahallesindedir. 1494 yılında yapılmıştır. 1945 depreminde tümüyle yıkılmıştır. 5 kubbeli son cemaat yeriyle 2 kubbeli ana mekandan oluşan özgün yapı sonradan düz çatı ile örtülmüştür. Ana mekanın yanlarındaki kubbeli zaviyeler özgündür. Ana mekanla zaviyeler arasındaki kemerli açıklıklar kapatılmıştır
Abdulgani (Namazgah) Camii
Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. Mehmet Paşa mahallesindedir. 1906 depreminde tamamen yıkılmış sadece minber ve mihrabı kalmıştır. Yıkılan caminin arsası üzerine mahalle sakinleri tarafından1915 yılında bir cami yaptırılmıştır.
Yörgüç Paşa Camii (Orta Camii)
Orta Cami mahallesi Kırımlı sokaktadır. Yörgüç Paşanın 1431 tarihli vakfiyesinden bu caminin masraflarını karşılayacak bir takım gelirler tayin ettiği anlaşılmaktadır.
Kale Camii
Taşkale mahallesindedir. 1659 yılında Köprülü Mehmet Paşanın eşi Ayşe Sultan tarafından yaptırılmıştır. Depremden fazla zarar görmediğinden orijinalliğini koruyabilmiştir. Üç kubbeli son cemaat yerinde ahşap oyma kapıyla ana mekana geçilir. Son cemaat yeri 1945’den sonra camekanla kapatılmıştır. Ahşap kapının sağında minareye açılan bir kapı solunda ise kadınlar mahfiline çıkan basamakların bulunduğu bir dehliz vardır. Kare planlı ana mekan oldukça yüksek bir kasnağa oturan kubbeyle örtülüdür.
Kubbe kasnağındaki üç vitraylı pencere sonradan yapılmıştır. Kadınlar mahfili ana mekanın kuzeyindedir. 7 köşeli mihrap nişi mukarnaslıdır. Yağlı boyalı mihrabın döşemesi altıgen ve yıldızlarla bezenmiştir. Kıvrık dal baklava çiçek bezemeli abanoz ağacından minber geç dönem özelliğindedir. Kubbedeki kalem işleri orijinal değildir. Tek şerefeli silindir gövdeli minare depremde yıkılmış yeniden yapılmıştır.
Taşhan
Ortacamii mahallesi 100. Yıl caddesi Taceddin Paşa sokağındadır. Eserin Geç Osmanlı döneminde yapıldığı bilinmektedir. İki katlı olarak inşa edilen Taşhan’da dolgu taş malzeme kullanılmıştır. Üç kapısı mevcuttur. Kapılardan biri kullanılmamaktadır. 2006 yılı içerisinde restorasyon çalışmalarına başlanacaktır.
Fazıl Ahmet Paşa Medresesi (Taş Medrese)
Fazıl Ahmet Paşa mahallesindedir. 1662 yılında Fazıl Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. Çatısı kurşunla kaplı iken daha sonra kiremitle örtülmüştür. 1943 depreminde çatlamalar olmuşsa da restore edilmiştir. 1964 yılına kadar çeşitli amaçlarla kullanılan medrese bu tarihten itibaren Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaya başlandı. 1974 yılında çatısı bakırla kaplandı. Yapının içi ve dışında pembe Karacaviran taşı kullanılmıştır. Dilimli kurşun kaplı kubbelerin aralarında
tuğladan kare biçimli bacalar bulunmaktadır. Basık kemerli kapıdan aralarında medrese odalarının yer aldığı revaklı dikdörtgen avluya girilir. Kubbeli medrese odalarında ocak ve kitap rafları vardır. Kare planlı dershane-mescit kubbeyle örtülüdür. Kubbe kasnağındaki vitraylı pencereler sonradan yapılmıştır. 2002 yılında mahalli olanaklarla restorasyon çalışmalşarına başlanarak 2003 yılının şubat ayında bitirilmiştir.İç avludaki sütunların arası ahşap malzeme ve çerçeve ile kapatılarak geniş kapalı kullanım alanları kazanılmıştır. Boya badana yapılmış olup elektrik tesisatı yenilenmiş kaloriferli hale getirilmiş ve kapalı alanların tabanları laminant parke ile kaplanmıştır.
Kurt Köprü
Vezirköprü ilçesinin Tekkekıran köyüne 3 km. mesafede olan ve İstavroz çayı üzerinde yer alan Kurt Köprü bir yüksek ayak üzerine iki büyük sivri kemerli gözden oluşmuştur. İki kemer arasında ve yanlarında olmak üzere sivri kemerli pencere şeklinde toplam üç adet kemer bulunmaktadır. Çayın iki yamacına gelen kısım doğal kaya ve toprakla desteklenmiştir. Köprünün geçit kısmı düz olup diğer yerlerinde olduğu gibi bir hayli tahrifata uğramıştır. Köprü ayağı kalın paye şeklinde olup alt kısmında dikdörtgen beş adet dalgakıranı mevcuttur. Köprünün pencere görünümü küçük kemerlerin başlangıcına kadar
olan kısma yer yer Roma ve Bizans dönemine ait mezar stelleri ve mimari parçaları yer yer kesme taş yer yer de düzensiz taşlardan oluşan moloz taş örgü sistemindedir. Kemer başlangıçlarından itibaren 13.-14. yy.da sıkça görülen ve Bizans dönemi mimarisinde de rastlanan 3 sıra tuğla bir sıra kesme taştan oluşan sağlam bir örgü sistemi görülmektedir. Üç sıra tuğla bir sıra taş örgü sistemi ana kemer gözlerinde de tuğlaların dikine yerleştirilmiş şekliyle tekrarlanmıştır. Küçük kemerde ise tamamen tuğla malzeme kullanılmıştır.
Köprüdeki mimari tarz ve örgü sistemi incelendiğinde 13.-14. yy.da yapılmış olabileceği izlenimini vermektedir. Ancak aynı dönemde aynı yerde bir köprü olduğundan bahsedilmektedir. Köprüye 1 km. mesafede anik bir köprü kalıntısı daha mevcuttur. Antik köprünün tahrip olması sonucu ve 13. yy.da yapıldığı ve çeşitli onarımlarla bu güne kadar ulaştığı daha akla yakındır. Vezirköprü’nün Tekkekıran ve Havza’nın Kayabaşı (Tahna) köylerini birbirine bağlayan köprü küçük onarımlarla kullanılabilir hale gelebilecek niteliktedir.
Bedesten Ve Arasta
İlçe merkezindedir. Ayşe Hanımın babası Yusuf Ağanın H. 1160 yılında yaptırdığı bilinmektedir. İç ve dış bedesten olmak üzere iki bölümdür. Dört kapısı ve içinde 110 dükkan vardır. İç bedesten kervansaray olarak kullanılmıştır. Ayşe tarafından vakfedilmiştir. Arasta bölümü bedestenin çevresinde gelişmiştir. Dört yandan basık kemerli kapılarla girilen bedesten kare planlı dört kubbeyle örtülü bir yapıdır. Kubbeler duvarlara bitişik tuğla kemerlere oturtulur. Kemer pandantif ve kubbeler düzgün tuğla örgüsüyle güzel bir görünüm kazanmıştır. Ana kubbeyi taşıyan tuğla kemerin ortada dayandığı bölümde içeri girinti
yapan kare mekan küçük kubbeyle örtülüdür. Dışarıdan ana kubbeler arasında görülen bu bölüm dua kubbesidir. Yuvarlak kemerli kapılarla girilen arastanın kuzeyinde tonozlu dükkanlar yer alır. Bedestene bakan yüzdeki dükkanlar yer kazanmak amacıyla üçgen biçiminde yapılmıştır.
Çifte Hamam
Ganioğlu mahallesinde Hacıköy caddesi üzerindedir. 1660 yılında Ayşe Hanım tarafından vakfedilmiştir. Bedestenin (arastanın) güney duvarına bitişiktir. Giriş kapısı önüne içerisi görünmesin diye duvar örülmüştür. Kapıdan kubbeli soyunmalığa girilir. Ortasında sekizgen şadırvan bulunan soyunmalığın camekanlı bölümünde ayakkabı bulunan nişler vardır. Dikdörtgen planlı soğukluk geniş bir kemerle kubbeli kare mekana ayrılmıştır. Sıcaklık
ortada kubbeyle örtülü kare mekan ile haç planlı eyvandan oluşmaktadır. Kare mekanın ortasında sekizgen göbek taşı eyvanların arasındaki halvet odacıklarda ikişer kurna vardır. Hamamların ikisi de birbirine benzemektedir. Bir tarafı kadın bir tarafı da erkek olarak halen kullanmaktadır
Saat Kulesi
İlçe merkezindedir. 1906 yılında Abdülhamit devrinde Sivas valisi Reşat Akif Paşa tarafından yaptırılmıştır. 1943 depreminde büyük hasar görmüş 1959 yılında tamiratı tamamlanmıştır. Dört taraflı saatleri çalışır durumdadır. Ayrıca Vezirköprü Kentsel Sit Alanı içerisinde sivil mimarlığa teşkil edecek bir çok Türk evi bulunmaktadır.
Namezgah Çeşmesi
Taşkale mahallesi Havza caddesi üzerinde bulunmaktadır. Namazgah caminin bitişiğindedir. Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Halen kullanılır durumdadır.
Kurşunlu – Taceddin Paşa Çeşmesi
Çanaklı mahallesi Taceddin sokağında bulunmaktadır. Kurşunlu caminin avlusundadır. Geç Osmanlı döneminde yapıldığı bilinmektedir.
Taceddin Paşa Hamamı
1491-1495 de Taceddin Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Şifa Hamamı
Mehmet Paşa Mahallesindedir. Mehmet Paşa tarafından ailesi için özel olarak yaptırıldığı söylenmektedir. Ahşap dikdörtgen soyunmalık sonradan eklenmiştir. Şadırvanlı kubbeli soğukluğun kuzeyinde tuvalet ve usturalık yan yanadır. İl halvet kare planlı sıcaklığın duvarlığı dikdörtgen nişlidir. Sıcaklığın doğusunda beşik tonozlu küçük bir mekan batısında başka bir halvet odacığı vardır. Halen çalışır durumdadır.
Ganioğlu Çeşmesi
Mehmet Paşa mahallesi Hacıköy caddesi üzerindedir. Geç Osmanlı döneminde yapıldığı bilinmektedir. Şu anda kullanılmamaktadır.
Kale Hamamı
Mehmet Paşa mahallesindedir. Kale Camine bitişiktir. Ayşe Hanım yaptırmıştır. Moloz taş malzeme ile yapılmıştır. Soyunmalık bölümündeki kubbesi dikkat çekicidir. Kesme taş ve tuğladan yapılmış kasnağın üstündeki kubbe ters dizilmiş kiremitlerle örtülüdür. Sivri kemerli kapıdan ortasında sekizgen şadırvanı olan soyunmalığa girilir. Soyunmalığı çeviren setlerin önünde ayakkabıların konulduğu nişler vardır. Soyunmalığın girişi beşik tonozlu diğer bölüm kubbe ile örtülüdür. Sıcaklık ortada kubbeli kare mekanı ile hac planlı eyvanlardan oluşur. Eyvanlar arasındaki halvet odacıkları kubbelidir. Halen kullanılmaktadır.
EsenKöy Kaya Mezerı
İlçeye 12 km uzaklıktaki Esenköy Zindankaya arkeolojik alanındadır. Yapı tekniği açısından Paflagon tipi mezardır. Üç sütun ve iki odadan oluşmaktadır. Demir Çağı eseridir. İlçenin en dikkate değer eserlerindendir. (Aşağıda en sağdaki fotoğrafta)
Ayrıca Vezirköprü Kentsel Sit Alanı içerisinde sivil mimarlığa örnek teşkil edecek bir çok Türk evi bulunmaktadır
Read more

Kravat Bağlama Yöntemleri Nelerdir – Kravat Nasıl Bağlanır ?


Klasik Kravatlarda Kullanabileceğiniz.Uzun Kravat Takmayı Sevenler İçin Kolay ve Pratik Bağlama Şekli
1- Dar olan Y ucu sabit tutulmak şartıyla, geniş olan X ucu, Y’nin üstünden geçirilerek çapraz konuma getirilir
2- X ucu,Y etrafında tam bir tur olacak şekilde dolandırılır.
3- X ucu kravatın Y ucunun altından geçirilir.
4- Y ucunun alt taraftan geçirilen X ucu yukarı noktada tutulur.
5- Yukarıda tuttuğumuz X ucu ,düğüm şeklini verdiğimiz ve oldukça gevşek bıraktığımız bağın içinden geçirilir ve sabitlenir.


                                                                    
1. Geniş uç "A" aşağı yukarı 30 cm.
dar ucun "B" aşağısına uzantılmalıdır.
Geniş ucu "A" dar ucun "B" üzerinden çapraz olarak geçirin

2. Geniş ucu "A", yaka ile oluşan ilmek
arasından geçirip aşağı dogru çekin.

3. Geniş ucu "A" dar ucun "B" altından
sola doğru geçirin ve tekrar ilmekten geçirin.

4. Geniş ucu "A" sol taraftan sağ tarafa getirin

5. Geniş ucu "A" tekrar ilmekten geçirin.

6. Geniş ucu "A", ön tarafta oluşan düğümün içinden aşağı doğru çekin.

7. İki elinizi kullanarak kravatı yakaya doğru dikkatlice sıkıştırın.


Read more

Türkçe'nin Dünya Dilleri Arasındaki Yeri Nedir?

Türkçe, dünya dilleri arasında yapı yönüyle sondan eklemeli diller grubunda; köken bakımından da Ural – Altay dil grubunun Altay dilleri ailesinde yer almaktadır. Ural – Altay dilleri, diğer dil aileleri gibi sağlam bir aile oluşturmazlar. Bu gruptaki diller arasındaki yakınlık, köken akrabalığından ziyade yapı yönüyle benzerlik şeklinde ortaya çıktığı için sınıflandırmanın dil ailesi yerine dil grubu olarak yapılması görüşü benimsenmektedir. Ural grubu dilleri konusunda derinlemesine yapılan araştırmalar, bu gruptaki dillerin akrabalığını kesinleştirmektedir. Doerfer, Nemeth, Bang, Clauson gibi bilginler, Altay dil ailesine giren dillerin köken akrabalığından ziyade kültür akrabalığı üzerinde dururken Menges, Poppe, Räsänen ve Ramstedt gibi bilginler araştırmalarına dayanarak bu diller arasındaki köken akrabalığını ispatlanmış sayarlar. Son yıllarda Altaiystik başlı başına bir araştırma alanı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Ural – Altay dilleri teorisi ve Altay dilleri teorisi hakkındaki araştırmalar geliştikçe bu konuda daha detaylı ve tutarlı bilgilere ulaşılacaktır. Altay dil ailesinin ortak özellikleri şöyle özetlenebilir: 1. Bu gruptaki dillerin hepsi yapı yönüyle eklemeli dildir. 2. Ön ekler (artikeller) yoktur. 3. Kelime türetme ve çekim son eklerle yapılırken köklerde değişme olmaz. Eklerdeki zenginlik ve çeşitlilik dikkat çekicidir. 4. Söz diziminde yardımcı unsurlar (tamlayanlar, belirtenler) önce, asıl unsurlar (tamlananlar, belirtilenler) sonra gelir: insanlık hâli, sözün doğrusu. Mustafa, türkü söylerken kendinden geçiyordu. Sıfatlar isimlerden önce kullanılır. yeşil ördek, anlayışlı öğrenci, kahraman ordu. Sayı bildiren kelimelerden sonra çokluk eki kullanılmaz:, beş kardeş, üç kafadar, bin konut. Cümleler, cümleyi oluşturan unsurların ilgisi bakımından, gelişmekte olan düşüncelerin akla geliş sırasına göre değil, tamamlanmış bir düşüncenin düzenli bir hiyerarşisi şeklinde kurulur. 5. Bu dillerde gramatik cinsiyet yoktur. Bu sebeple cümlelerde cinsiyet farkından kaynaklanan değişiklik yapılmaz: Müdür – müdire, memur – memure, Halit – Halide; he – she gibi. 6. Soru eki vardır. 7. Aynı şekilden kaynaklandığı saptanan ortak ekler vardır. Türkçe ile Moğolca arasında bu ortaklık daha belirgindir. 8. Altay dilleri ses özeliklerine göre karşılaştırıldığı zaman birtakım ortaklıklar görülmektedir. Bunlardan en belirgin olanı, ünlü uyumudur. Kelime başında l, r ve ñ ünsüzlerinin bulunmaması diğer bir ortaklıktır.
Read more