Batı ile doğu düşüncesinde özne-nesne dualitesinin yeri ve bölünmüş özne
Dünyayı algılayan “ben” ve “benim dışımdaki şeyler"-özne/nesne- ayrımına dayanan düşünsel paradigmaya köken aldığı Descartes felsefesine atfen Kartezyen düşünce adı verilmektedir.Gerçi “ben ve sen/diğerleri” şeklinde yerleşik dünya görüşü Descartes’ten öncesine uzanır.Batı düşüncesi için bu görüşün izleri "antik yunana" kadar takip edilebilmekle birlikte bu paradigmayı batı düşünce tarihine köklü biçimde yerleştiren kurumun Hıristiyanlık dini ve katolik kilisesi olduğunu özellikle belirtmek gerekir.
Önce bölünmenin iki boyutta gerçekleştiğini ;"dışsallaştırılmış -nesneleştirilmiş" tanrı/kilise ve dinin öznesi (kul) şeklinde işleyen ilk bölünmeyi,insanın iç dünyasında iyi ve kötü niteliklerinin birbirinden ayrılmasıyla gerçekleşen ikinci bölünmenin izlediğini ifade edelim.Sonra,iyi ve kötü nitelikleriyle bir ve bütün olan insanın “önce Musevi sonra Hıristiyan dininin etkisiyle” nasıl ortadan ikiye bölündüğünü ve bu bölünmenin gerçekleşmesi esnasında hasıl olan şeytan fikrinin işlevine bir bakalım.
A.Birinci bölünme:Dışsallaştırılmış(nesneleştirilmiş) “tanrı-doğa” ve kul -özne
Musevi ve Hıristiyan tanrısı antropomorfik (insan benzeri) özellikleriyle ;kendisine hizmet edilmesini ve saygı gösterilmesini (kulluk edilmesini) bekleyen , seven, bazen öfkelenen ,öğüt veren, ahit (anlaşma) yapan,anlaşmaya uymayınca celallenen, cezalandırdıktan sonra bağışlayan ,hayal kırıklığına uğrayan bir tanrı (ve aslında baba figürü ) olarak tasavvur edilmiştir.Doğu düşünce ve inanç geleneğinin insan ruhuna ve doğaya “immanent-içkin” tanrısına tezat , açıkça insan ve dünyasının dışına yerleştirilmiş ;kartezyen öznenin karşısına bir nesne olarak çıkan tanrıdır bu.
Ünlü Mitolog Joseph Campbell, İslamı, Hıristiyan ve Musevi dinleriyle aynı kategoriye,batı mitolojisi içerisine koyarak ele alıyor.Zira üç din , dinin öznesinin(kul) nesne- tanrı ile ilişkisi bakımından birbirine benzemektedir. İslam ve Hıristiyan düşüncesinin tüm batı felsefe geleneğini etkilediği aşikardır . Tanrı algısı , doğa ve toplum algısından soyutlanmış olmadığından böyle bir paradigma ile hareket eden insan tanrıya olduğu kadar doğa ve diğer insan varlıklara da nesne gibi davranacaktır.
“Özne-nesne” paradigmasının ortaya ilk çıkışına, hayatta kalma iç güdüsü,doğa ile mücadele, doğayı dönüştürürken kurulan üretim ilişkileri ,kültürel olgular (ebeveynlik yapma, arkadaşlık kurma-yakınlaşma) neden olmuştur.Kültür geliştikçe gelişen dinsel kurumlar ile kabul gören geleneksel değerler paradigmayı sağlamlaştırmış, gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamıştır.
Kartezyen özne tarafından ,"tanrı" kadar "doğa ,kültürel kurumlar ve toplum" insanın ilişki kurduğu ve içine girip çıkabildiği “dışsal yapılar” olarak algılanır.İnsan,tanrıdan olduğu gibi doğa ve toplumdan da soyutlanmıştır.Bu öznel algının doğal sonucu yalnızlık,derin bir yalıtım hissi , tanrı ve toplum tarafından dışlanma korkusudur.
B.İkinci bölünme:İyi ve kötü nitelikleriyle kendi içinde bölünmüş özne
Diğer yandan Hıristiyan düşüncesi ,”tanrı ve onu temsil eden kilise ile bireyi” keskin mevcudiyet sınırlarıyla ayırır.Mümin (ve ortalama insan), günah sayılan insani niteliklerini bilinçdışına bastırıp,böylesi niteliklerin olsa olsa kendi dışındaki dünyaya ait olduğu iddiası ile (içindekileri projekte ederek) bilinç ekseninde yatay düzlemde ( iyi ve kötü nitelikleri bakımından) bölünmüş olur.Bu durumda kötü nitelikler inkar edildikten sonra dış dünyaya yansıtılmıştır.
İnsandan dışlanan kötü nitelikler (ki bu şüphesiz kötülüğün gücünü de içerir) Hıristiyan dünyasında tamamen ,İslam dünyasında ise kısmen şeytana atfedilir.Bu yüzden İslam şeytanının kudreti ,hıristiyan şeytanının kudretinden azdır. Hıristiyan düşüncesi şeytanın gücünü fazlasıyla önemser, dünya üzerinde giriştiği hakimiyet savaşı ile inananları kendi safında yer alacak şekilde korkutur.
Ve hatta öznenin tinsel başarısını şeytana karşı tanrı saflarında yer alarak kazanacağı ilahi bir zafere indirger.
Hıristiyan şeytanının insana atfedilen ruhsal kötücül niteliklerin projeksiyonu sonucu yaratıldığından bahsetmiştik..İslam’ın "varla yok arası" şeytanı ise yadsımanın gölgesinde yaşamını sürdürmeye çabalayan mecaz anlamında hayali bir varlıktır.Tümüyle ortadan kaldırılması mümkün olmaz.Zira din, inananlarına “iyi ve kötünün dünyadaki bir arada var olabilmesinin nasıl mümkün olduğunu izah edebilmekle yükümlüdür. İnanan sorar:Kötülüklerin müsebbibi kimdir? Bu yüzden İslam’da şeytana “ismen” ihtiyaç duyulur ama fiilen yadsınır,yok sayılır.
İslam ülkelerinde bu yüzden; satanist fanteziler,okültist öğretiler,hatta günümüz roman-sinema geleneğinde sık örneklerine rastlanan “karanlıklar imparatorluğundan dünyaya eğemenlik kurmak üzere dönen şeytanın” baş rol oyuncusu olduğu korku türü "roman ve filmler" batı dünyasında gördükleri ilgiyi görmezler.İslam dünyası şeytanın gücünden temelli korkmaz.Şeytan,İslam coğrafyasında ancak insan kulağına kötücül niyetlerini fısıldama gücüne sahip , sapkın ve zavallı bir mahlukattır.Mümin fısıltı ve vesveselerden bir takım ritüelistik araçlarla kolayca sakınır.
Şeytanın İslam'da tümüyle yadsınması ,ona ait niteliklerin dışsallaştırılmasına (fiilen toplumun içinde yer alan kimi unsurlara dönüşerek ete kemiğe bürünmesine) ve projektif idantifikasyon denilen bir mekanizma ile dışsallaştırılan şeytani güçler ile bilincin özdeşleşmesine imkan vermez.Yadsıma ve projektif idantifikasyon mekanizmlarının birlikte kullanılması ile oluşan bu paradigma;güçlü bir şeytanın olmayışı ve olağan bilincin şeytani özelliğinin bulunmayışı insan ruhuna tam bir emniyet telkin etmekle birlikte bilincin "iyi ve kötü kabul edilen genel değerler bağlamında" aşılamaz sınırlar ile bölünmesine de yol açmaktadır.
Nietzsche'nin tabir ettiği "sürü" nün bu versiyonu ,farklı bilinç ürünlerine karşı koyma bağlamında şüphesiz hıristiyan versiyonundan daha güçlü ve dayanıklıdır(fanatiktir)
O halde İslam özneyi "iyi ve kötü değerler" bakımından ikiye bölerken ,kötüyü bastırmaz aksine psikotik düzeyde savunma mekanizmasını kullanarak kuvvetle "inkar eder-yadsır".."Kötü ve şeytan" ,kafirdir;içerden birisi değildir..İçerden birisi olsa idi hatalı ve anlaşılır birisi olacaktı.Ancak "kötü-şeytan" dışardan birisi "alien" filminde simgeselleştirilen türde anlaşılmaz-bilincine erişilmez ama tuhaf olmakla berarber yenilgiye mahkum bir varlıktır.Böyle bir varlık bilinç olarak değil "bilinçsizlik " olarak anlaşılır...
Hıristiyan anlayışı ise "kötü ve şeytanı" miras aldığı "yunan ve roma dinsel geleneğine" kısmen bağlı kalarak yadsıyarak yok etmemiş ,bilinç dışı alana bastırmakla yetinmiştir.Bastırdıktan sonra dış dünyaya yansıtmış (projekte etmiş) ve kötülüğün kendi dışındaki dünyada yaşamasına izin vererek(olağan karşılayarak) kendisi iyi ile "identifiye olmuş-özdeşleşmiş"tir.İyi bir hıristiyan konumundan ,"şeytani olanla"- "onun karşısında konumlanan kişi "olarak ilişki kurmayı başarması ile insan psişesi bölünmüş olsa dahi içeriğini dünya üzerinde simgeselleştirerek muhafaza etmeyi başarmıştır.
C.Geleneksel doğu düşüncesi özne-nesne dualitesine yer vermez…
Musevi,Hıristiyan ve İslam kültürünü yaygın olduğu coğrafyalardan uzağa, orta ve güney asyaya doğru yöneldiğimizde ,tanrıyı öznenin dışında bir alana yerleştiren, kurumsallaştıran türden bir geleneğe rastlamıyoruz. İlk kez doğuya açılıp da "Budizm,Taoizm" gibi mistik doğu düşünceleri ile yüzleşen batılı bir şaşkınlık geçiriecektir.. Zira, o güne dek alışık olmadığı,akıl edemediği bir bakış açısıyla doğanın,insanların ve tanrının anlaşılabildiğini görür ve afallar.
Ne var ki analitik çalışmaya alışmış batılı "anlağı",biran önce bir anlam şeması oluşturarak karşılaştığı şeye bir kategori içerisinde yer bulur ve şaşkınlığını giderir.Batrılı anlağına göre “tüm şeyler” kategorilerine göre tasnif edilmiş ve birbiri ile ilintilendirilmiş olmalıdır [b]Doğu düşüncesi ile bir batılının ilişkisi aynı zemin üzerinde gerçekleşemez.[/b]
D.Psikanalizin Hıristiyan düşüncesinin böldüğü insanın yeniden bütünlenmesindeki rolü:
Psikanalizin yaptığı müdahale,batı inanç ve düşüncesinde bastırılan ve dışsallaştırılan şeytanı alıp ait olduğu yere insan ruhuna yerleştirmesi olmuştur.Şeytanın yadsındığı İslam dünyasının ümmeti psikanalizin bu müdahalesinden muaf kalacaktır kuşkusuz.
Meleğin ve şeytanın insan ruhunun değişik temsilleri olduğu anlaşıldığında yatay düzlemde (bilinç/bilinçdışı) bölünen özne birleşmeye başlayacaktır. Gerek Freudyen psikanaliz gerekse Jungian analitik terapi, bilinçdışı ile bilinç arasındaki bölünmüşlüğü giderecek şekilde "pandoranın kutusunu" açmaya çalışır.İnsan kötülük ve günah addedilen düşünce ve edimleri ile yüzleşmeli ve kendisinden nefret etmeden bütünleşmelidir..
Yatay düzlemde bölünmüşlüğü giderilen insan diğer insanlara "kendisine uzak yabancı varlıklar" ,doğaya da "içine girilip kullanılacak bir yapı" olarak bakmaz.İnsan kendi yüzünü gördüğünde yaşamın gerçek yüzünü de görmüş olur.
Psikanaliz , doğu düşüncesine ait bütünleşik özne paradigmasını batının anlayış çerçevesine uygun biçimde yorumlamaktadır.Bu yorumu batılı enstrümanları - analitik düşünceyi kullanarak yapmaktadır kuşkusuz.Zira meditasyon,yoga ,koan ve savaş sanatları gibi doğu uyguamaları batı düşüncesine yabancı enstrümanlardır.
E.Varoluşçu felsefe akımı ve psikoterapi özne-nesne dualitesi hakkında ne düşünür?
Dilthey ve Heidegger gibi düşünürler ile varoluşçuluk akımından etkilenen psikoterapi ekolünü izleyen psikoterapistler ; “özne-nesne” ayrımını kartezyen düşünce geleneğinin bir ürünü ,"varolanı" varlığa yabancılaştıran bir anlayış olarak görerek karşı çıkarlar.Doğu düşüncesinde yer bulamayan,batı düşüncesinin ise sımsıkı sarıldığı “özne-nesne ayrılığı” karşısına “biz ve birlik” kavramları çıkartılır.
"Bana karşı sen”,”bize karşı onlar” varlığı gözden kaçıran sorunlu bakış açılarıdır.
Varoluşçuluğun ve varoluşçu psikoterapi ekolünün "özne-nesne dualitesi" karşısında önerdiği şey;"insanın parçalarıyla değil ,bütünüyle ilişki kurmaktır." İnsanın bilince ve duygulara sahip bir varlık olarak algılanması gerektiğinden , "empatinin insanları birbirine yaklaştırıcı-bütünleştirici" etkisinden söz ediyor;her şeyin "bir'e"ait olduğunu,şeylerin bir bütünün parçaları olduğunu savlayan doğu bilgeliğini içselleştirerek "hayata dair olgu ve insanları" her ne iseler o halleri ile kabul etmeye dönük bir anlayışa ve erdeme dönüştürmeyi öneriyor.
Ben-sen ayrımının söz konusu olmadığı otantik yaşantıların ,hayatın ancak bazı anlarında gerçekleştirilebileceğini ve ben- sen ayrımının kimi zaman insanı ruhsal yaralanmlardan koruyan bir kalkan olabileceğini unutmadan, otantik yaşantı süresini artırmak üzere çaba göstermeyi öneriyor.
0 Yorumlarınız