Divan Edebiyatı Konu Anlatımı, Ders Notları , Özet


DİVAN EDEBİYATI

İslamiyet'in kabulüyle birlikte, medrese ve saray çevresin- de oluşan Divan edebiyatı (XIII.-XIX. yy), günümüzde yaşayan bir edebiyat olmamakla birlikte Türk tarihinde uzun bir dönem (altı yüz yıl) yaşamış bir edebiyattır. Bu gerçeği bilerek,  ulusal kültürümüz içinde bu edebiyatın  "değer" olarak kalan yanlarını, yapıtlarını, önemli temsilcilerini tanımamız gerekir.


Genel Özellikleri

  • İslami kültürün etkisiyle, medrese ve saray çevresinde doğup gelişmiştir.

  • Medrese eğitimi görmüş, sarayda eğitim almış kişilerin geliştirdikleri yazılı, "yüksek zümre" edebiyatıdır.

  • Düzyazı örnekleri az olan, daha çok şiire dayalı (şairler edebiyatı) bir edebiyattır.
  • Arap ve Fars edebiyatının etkisinde oluşmuş; halktan uzak, sanatlarla süslenmiş, yabancı sözcüklerle ve ya- bancı dil kurallarıyla dolu bir dil kullanılmıştır.
  • Şairler şiirlerini, sözlük anlamıyla "meclis" anlamına gelen "divan"larda toplamışlardır. ("Divan edebiyatı" adı buradan gelir.)
  • Konular, halkın yaşayışından, yaşam gerçeklerinden kopuktur. Daha çok, hayal ürünü olan "aşk, eğlence, şarap ve kadın", şiirlerde önemli bir yer tutar.

  • Divan şiiri tarihten, peygamberler tarihinden, Kur'an' dan, çağının ilimlerinden, efsanelerden, atasözlerin- den... beslenmiştir.

  • Divan şiirinde soyut, düşsel bir doğa vardır. Bu şiirde geçen gonca, gül, sümbül, nergis, servi; bülbül, yılan gibi doğa öğeleri aslında birer simge (mazmun) olarak kullanılmıştır.

  • Divan şairleri gönüllerinin sultanı olan sevgililerinin kullarıdır. Bu sevgililer acımasız, umursamaz, şaire tepe- den bakan, küçük bir lütuf için onu yalvartan erişilmez kimselerdir. Boyları bile öyle uzundur ki, âşığın sesi onların kulaklarına ulaşamaz. Bu sevgililer nokta ağızlı, mu(kıl) belli, ok kirpiklidir...
  • Amaç, şiirde ustalık göstermek olduğundan (sanat için sanat anlayışı), şairler Farsça ve Arapça tamlamalara, söz oyunlarına, süslemelere şiirlerinde sıkça başvururlar.
  • Şiirde nazım birimi beyittir. Bentlerle oluşturulan şiirler de vardır.
  • Şiirde ölçü, Arap edebiyatından alınan aruz ölçüsüdür.
Ağırlıklı olarak tam ve zengin uyak kullanılmıştır.
  • Arap ve Fars edebiyatından alınan "gazel, kaside, mesnevi, rubai" gibi nazım tür ve şekilleri ağırlıklı olarak kullanılmıştır.


ÖRNEK 1

Divan şiiriyle ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?

A)  Yabancı sözcüklerle ve kurallarla yüklü bir dil kullanılmıştır.
B)  Ölçü olarak aruz kullanılmıştır.
C) Kavramlar,  ortaklaşa kullanılan kalıplaşmış sözlerle anlatılmıştır.
D) Konular genellikle gerçek yaşamdan alınmıştır.
E)  Şiirler "divan" adı verilen kitaplarda toplanmıştır.
(1997 ÖYS)

ÇÖZÜM
Divan şiirinde konular gerçek yaşamdan alınmamıştır. Bu şiirin soyut bir dünyası vardır.
Yanıt: D




NAZIM ŞEKİLLERİ

1. Gazel: Beyitlerle ve aruz ölçüsüyle yazılan aşk ve şarap şiirleridir. Az da olsa, düşünsel ve tasavvufi konularda yazılan gazeller de vardır. En az 5, en çok 15 beyitten oluşur. Uyak düzeni "aa, ba, ca..." biçimindedir. Gazellerde ilk beyit matla (doğuş), son beyit makta (kesme, bitiş) adını alır. Gazelin en güzel beytine (şairin, ustalığını en iyi sergilediği beyte) beytü'l-gazeldenir. Makta beytinde şairin mahlası (takma adı) geçer. Gazeller, Divan edebiyatının en önemli türüdür. Gazel türünde ustalık göstereme- yen şairin, adını duyurması zordur.

2. Kaside: Devlet ve din büyüklerini övmek amacıyla, beyitlerle ve gazel gibi uyaklanarak (aa, ba, ca...) yazılan şiirlerdir. Çoğunlukla 33-99 beyitten oluşur. Matla ve makta beyitleri kasidede de vardır. Kasideler, nesib (betimleme), girizgâh (geçiş), methiye (övgü), fahriye(övünme), taç ve dua bölümlerinden oluşur. Nesib (betimleme) bölümünün konusuna göre de kasideler, bahariye, şıtaiye, sayfiye gibi adlar alır.

Not: Kasideler, konularına göre de adlandırılır: Tanrının birliğini anlatanlara "tevhid", Tanrıya yakarmak için yazı- lanlara  "münacat",  Peygamberi övmek için yazılanlara

"methiye" denir.



3. Mesnevi: İranlılardan alınmış bir nazım şeklidir. Beyitlerle ve aruzun kısa kalıplarıyla yazılır. Her beyit kendi içinde uyaklıdır (aa, bb, cc...). Din, ahlak ve tasavvuf konularıyla,   bir kentin,   semtin güzelleri ve güzellikleri (şehrengiz), evlenme ve sünnet düğünleri (surname) gibi oluşan mesneviler toplamına "hamse (beşleme)" denir.

4. Rubai: Fars edebiyatından (Ömer Hayyam bu alanın türüdür. Uyak dizilişi "aaba" biçiminde olup kendine özgü birkaç aruz kalıbıyla yazılır. Konu olarak "aşk, tasavvuf felsefesi, yaşamın geçici oluşu" işlenir.

Eslaf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şi'ri kadim
Bir meş'aledir devredilir elden ele
(Yahya Kemal Beyatlı)
Bu rubaide Divan şiirinin güzelliği ve kalıcılığı söz konusu işlenmiştir. Eski şiir sonsuza dek elden ele devredilecek bir meşaledir." denilmektedir.

5. Tuyug: Tek dörtlükten oluşan, "aaba" biçiminde  oluşturulmuştur. Ali Şir Nevai ve
Kadı Burhanettin'in "tuyug"ları önemlidir. Aruzun bir tek kalıbıyla (fâilâtün / fâilâtün / fâilün) yazılır. 16. yüzyıldan sonra pek tuyug yazılmamıştır.


Gamzenin gitmez gönülden yâresi
 Derdime çok isterdim derman veli
Yoğ imiş la'linden özge çâresi
(veli: lakin, meğer; la'l: dudak)
(Atayi)


6.  Şarkı: Dörtlüklerle ve bestelenmek amacıyla yazılan aşk şiirleridir. Halk edebiyatındaki türkü ve koşma gibi türlerin etkisiyle oluşmuştur. Uyak düzeni "aaaa, bbba, ccca" biçiminde olup her dörtlükten sonra aynen tekrarlanan "nakarat" bölümü bulunur. Bu türün ilk örnekleri Nedim tarafından yazılmıştır.

Sevdiğim cânım yolunda hâke yeksan olduğum
İyddir çık naz ile seyrana kurban olduğum
Ey benim aşkıyla bülbül gibi nâlân olduğum
İyddir çık naz ile seyrana kurban olduğum

Cümle yârân sana uşşak olduğun bilmez misin
Cümlenin tâkatların tâk olduğun bilmez misin
Şimdi âlem sana müştâk olduğun bilmez misin
İyddir çık naz ile seyrana kurban olduğum...
(İyd: bayram)
(Nedim)

  • Siyah dizilen dizeler "nakarat"tır.


7. Terkib-i Bent: Tarihten, yaşamdan yakınmaların, felsefi, dini-tasavvufi konuların işlendiği bir nazım şeklidir. Her biri kendi içinde uyaklanan ve 5-10 beyitten oluşan bentlerle, bu bentleri birbirine bağlayan vasıta beyitlerinden oluşur. Bağdatlı Ruhi ve Ziya Paşa, bu türün usta şairleridir.

Not:  "Mersiye"ler  (ölüm  acısını  işleyen  şiirler),  terkib-i bent biçiminde yazılmıştır. Baki'nin ünlü "Kanuni Mersiye- si" de terkib-i bent biçimindedir.


8. Terci-i  Bent: Vasıta  beyti değiştirilmeden yinelenen, tanrının büyüklüğünü, evrenin sonsuzluğunu ve bilinmezliğini işleyen, "terkib-i bent" biçimindeki şiirlerdir.


Uyarı:  Terci-i bent,  birçok yanıyla terkib-i bentle aynıdır. Terci-i bentler, vasıta beytinindeğiştirilmeden kullanılması bakımından terkib-i bentten ayrılır.



9.  Müstezat:  Gazelin  her  dizesine,  o  beyitte  kullanılan aruz kalıbının bir parçasına uygun bir kısa dize eklenerek oluşturulan nazım biçimidir. Amaç, ses tekrarıyla hoş bir ahenk (ses uyumu) yaratmaktır.


Uyarı: Servet-i Fünuncuların kullandıkları "serbest müstezat" Divan şiirindeki müstezat biçiminin gelişmişi sayılmamalıdır.



10. Kıta: İlk beytinin dizeleri birbiriyle uyaklı olmayan, en az iki, en çok on iki beyitten oluşan nazım şeklidir. Çoğun- lukla felsefi düşünceler, eleştiri ve yergiler kıta biçiminde işlenir. Beyitler arasında anlam bütünlüğü vardır.



11. Musammat: Dört, beş, altı, yedi... dizeli bentlerle oluşturulan  ve  bentlerdeki  dize  sayısına  göre,  "murabba (dörtlü), muhammes (beşli), müseddes (altılı), müsebba (yedili)" gibi adlar alan nazım biçimidir.

ÖRNEK 2
Gazelin ilk beytine matla, genellikle şairin adı bulunan son
         I
beytine tegazzül, en güzel beytine beytül-gazel denir. Her
II                                                                                                                                                                                                 III
beyti aynı konudan bahseden gazele yek-âhenk, her beyti
                    IV
aynı derecede güzel olan gazele yek-âvâz adı verilir.
                   V

Bu parçadaki numaralı terimlerden hangisinin açıklaması yanlıştır?

A) I.                              B) II.                                    C) III.                                D) IV.                                E) V. (1995 ÖYS)

ÇÖZÜM
Gazelin son beytine "kesme, bitirme" anlamında "makta"
ya da şairin adı geçiyorsa "mahlas" beyti denir.
Yanıt: B


Bir avuç toprak atar bad-ı sabadan gayrı"

Yukarıdaki dizeler, Divan şiiriyle ilgili olarak aşağıda verilen yaygın yargılardan hangisiylebağdaşmaz?

A)  Bütün şiirlerde aruz ölçüsü kullanılmıştır.
B)  Yapıt, değişmez kurallara göre, güçlü bir düzen içinde ve çoklukla beyit beyit işlenir.
C) Söz ve anlam sanatlarına sık sık başvurulur.
D) Biçim ve söyleyiş kaygısı oldukça ağır basar.
E)  İnsandan kopuk, insanı anlatmayan soyut bir dünyası vardır.
(1981 ÖYS)

ÇÖZÜM

Fuzuli'den alınan bu beyitte, A, B, C, D'de belirtilen genel özellikler vardır ya da beyit o kurallara, özelliklere uygun bir şiirden alınmıştır. En azından, bunun aksini savunacak bir ipucumuz yoktur. Ancak E'de söylenenlerle bu beyitte söylenenler bağdaşmaz;  çünkü burada yalnız,  kimsesiz bir insan var. Öyle ki öldüğünde üzerine bir avuç toprak atacak kimsesi bile yok rüzgârdan başka.
Yanıt: E




ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİ
XIII. yüzyıl
Bu yüzyılda Anadolu'da  "Oğuzca",  yazılı edebiyatın dili olmaya başlamıştır. Bu dönemin önemli şairlerinden Hoca Dehhani, dindışı konuları; Sultan Veled, tasavvufi konuları işlemişlerdir.


XIV. yüzyıl
"İskendername"  adlı mesnevisiyle  Ahmedi,  "Garipname" adlı  yapıtıyla  Âşık  Paşa,  ayrıca  tuyuglarıyla  Kadı Burhanettin bu dönemin önemli kişilikleridir.


XV. yüzyıl
Ali Şir Nevai: "Muhakemetü'l-Lügateyn" adlı eserinde,Türkçe ile de şiir yazılabileceğini, Türkçenin üstünlüğünü göstermeye çalışmış, "Mecalisü'n-Nefais" adlı tezkiresinde de önemli şairleri tanıtmıştır.
Şair, Çağatay Türkçesiyle de dört divan yazmıştır. Edebiyatımızda hamse (beş mesnevi) sahibi ilk şairdir.
Bu dönemin diğer iki şairi de, Harname (satirik mesnevi), Hüsrev ü Şirin (mesnevi) adlı eserlerin sahibi Şeyhi ve Hazreti Muhammet'in yaşamını anlatan ve günümüzde Anadolu'da en çok bilinen ve okunan "Vesiletü'n-Necat" (mevlid) adlı mesneviyi yazan Süleyman Çelebi'dir. Türki-i Basit (sade Türkçe) yanlısı bir tutum takınmış, şiirlerinde halk söyleyişlerine de yer vermiş olan Necati ve sonraki şairler üzerinde güçlü bir etki bıraktığı bilinen Ahmet Paşa, dindışı konularda yazan şairlerdir.


XVI. yüzyıl
Bu yüzyılda Zati, Hatayi, Taşlıcalı Yahya gibi birçok şair bulunmakla birlikte, bu dönemin en önemli şairleri Baki, Fuzuli ve Bağdatlı Ruhi'dir.


Baki:  Dindışı  gazelleriyle  ve  Kanuni'nin  ölümü  üzerine yazdığı Mersiye'siyle (terkib-i bent biçiminde) tanınan şair, şiirlerinde gösterdiği ustalıktan dolayı "Sultan-üş Şuara" diye nam salmıştır.

Baki, çağının İstanbul Türkçesini şiir dili olarak benimsemiştir.  Dili yer yer ağırdır.  "Mersiye"sinin ilk beyti tümüyle Farsçadır. Tasavvuf ve din konularıyla hiç ilgilenmemiştir."Divan"ından başka yapıtı yoktur.

Fuzuli: Hem gazel hem de kaside biçiminde şiirler yazmıştır. Azeri lehçesiyle yazdığıDivan'ından başka, Arapça ve Farsça divanları da vardır. "Su Kasidesi", Hz. Mu- hammet için yazdığı bir "na't"tır. Coşkun bir lirizmle şiirler yazan Fuzuli, "Leyla vü Mecnun" ve"Şikâyetname" adlı eserleriyle günümüz edebiyatında da önemli bir yere ve üne sahiptir.


Bağdatlı Ruhi: Topluma yönelik yergilere ağırlık veren, devrin insanlarını, ahlakça düşük yönlerini, ikiyüzlülüklerini eleştiren "Terkib-i Bent"iyle tanınır.



XVII. yüzyıl
Nef'i: Divan edebiyatında kaside türünün en başarılı temsilcisi ve hiciv ustasıdır. Kasidelerinde ağır bir dil kullanmakla birlikte gazellerini yalın bir dille yazmıştır. IV. Murat tarafından çok korunmasına karşın, Vezir Bayram Paşa için  yazdığı  hicviye  nedeniyle  boğularak  öldürülmüştür. Nef'i'nin, biri Türkçe, diğeri Farsça iki "Divan"ı ve hicviyelerini topladığı "Siham-ı Kaza (Kaderin Okları)" adlı eseri vardır.


Nabi: Divan şiirinde didaktik (öğretici) öğelere yer vererek şiirde yeni bir yol açmıştır. Şiire öz bakımından da yenilik getirmiştir. Özellikle din ve töreyle ilgili öğütler vermiş, toplumsal  yapıyı  ve  yaşamın  kötü  yanlarını  ele  almıştır. "Hayriye" ve "Hayrabat" adlı mesnevileri, gezi notlarından yararlanarak yazdığı "Tuhfetü'l-Haremeyn"i,  süslü düzyazıları ile mektuplarını topladığı "Münşeat"ı vardır.
Ayrıca bu yüzyılda, gazel türündeki şiirleriyle Şeyhülislam Yahya ve rubaileriyle de Azmizade Haleti tanınmış şairlerdir.



XVIII. yüzyıl
Nedim: Divan edebiyatında, birçok yönden "yerlileşme" hareketinin en önemli temsilcisidir. Gazellerinde, özellikle Divan şiirinde ilk örneklerini de verdiği "şarkı"larında yalın bir dil kullanmıştır.  Bu dönemde,  Nedim'le birlikte  Halk edebiyatının etkileri de Divan şiirinde görülmeye başlanmış; halk söyleyişleri ve deyimleri kullanılır olmuştur. Nedim; duygularını, bilinen "mazmun"lar dışında, kendine özgü buluşlarla anlatmış, soyut konulardan uzaklaşarak gerçek yaşamı şiire sokmuş ve soyut betimlemeler yerine gözleme  dayalı  gerçek  betimlemeler  yapmıştır.  Nedim, hece  ölçüsünü  kullanarak  yazdığı  bir  "türkü"yü  de  Divan'ına koymuştur. Bu dönemde, yaptığı yeniliklerden dolayı tepki alan Nedim'in değeri Tanzimat'tan sonra ortaya çıkmıştır.


Not: Mazmun; edebiyat terimi olarak, "belli bir kavramı anlatan, çağrıştıran kalıplaşmış söz" anlamındadır. Bunlar, Divan şairlerinin ortak kullandığı kalıplaşmış sözlerdir. Örneğin, "boy" yerine "servi", "kaş" yerine "yay", "diş" yerine "inci" kullanılması... Divan edebiyatı, bu yönüyle bir "mazmunlar edebiyatı"dır.



Şeyh Galip: Mevlevi tarikatından olup bu tarikatın anlayışını, renkli ve süslü bir şiir diliyle anlatmıştır. Şiirlerini, yeni ve değişik "mecaz"larla "sembol"lerle yazarak, Nedim gibi Divan şiirine yenilikler getirmiştir. Dili, yabancı sözcük ve dil kurallarıyla yüklüdür. Şair, o dönemde şiirde çok yaygın olan  "Nabi  tarzı"na  cephe  almış,  hatta  "Hüsnü  Aşk" mesnevisini,  Nabi'nin  "Hayrabat"  mesnevisinden  daha üstün bir eser yaratmak amacıyla yazmıştır.



XIX. yüzyıl
Bu  yüzyılda,  Osmanlıda  her  alanda  olduğu  gibi,  Divan edebiyatında da gerileme yaşanmıştır. Şiirde, yüzyıllarca aynı soyut konuların, aynı anlatımla, aynı nazım biçimleriyle yinelenmesi, çöküşün asıl nedenidir. İçerikleri değişse de nazım şekilleriyle Tanzimat edebiyatında etkileri bir süre daha devam eden Divan edebiyatının bu yüzyıldaki temsilcileri  Enderunlu  Vasıf,  Keçecizade  İzzet  Molla, Leskofçalı Galip ve Yenişehirli Avni'dir.





DİVAN EDEBİYATINDA DÜZYAZI

Divan edebiyatında düzyazı şiire oranla çok az yer tutar. "Divan nesri (düzyazısı)", konusu, amacı ve buna bağlı anlatım özellikleri bakımından üçe ayrılır:

1. Sade nesir: Geniş halk kitlelerine seslenme amacını taşıyan öğretici düzyazılar, kuru anlatımlı ve yabancı sözcüklere olabildiğince az yer veren örneklerdir. Kur'an tef- sirleri, bazı hadis kitapları, menkıbevi İslam tarihlerinin bir kısmı, dini - destani halk kitapları, halk hikâyeleri... bu üslupla kaleme alınmıştır.


"Konşiya hediye vireler, azdan çokdan...
Mesele: Konşı evine destursuz  basmayalar.  Mesele: Sağ koldan, sol koldan dahi önünden ardından kırkar ev  konşıdur.  Nafaka  vireler,  ton  vireler,  kurban  eti vireler... Mesele: Konşı nesnecik virse az görmeyeler, hor bakmayalar, uğrayıcak güler yüzle bakalar, ödünç vireler,  sayru  (hasta)  olsa  soralar,  çağırırsa  meded derse varalar..."
(Bu satırlar, komşuluk ilişkileriyle ilgili bir "sade nesir"den alınmıştır. Bunlar edebi değer taşıyan yazılar değildir.)


2. Orta nesir: Divan edebiyatı bir "yüksek zümre" edebiyatıdır. Bu edebiyatta düzyazı, normal olarak süslü, sanatlı,  çok  yabancı  tamlamalı  ve  çok  yabancı  sözcüklüdür. Ancak, tarihler, gezi yazıları, bilimsel içerikli yazılar biraz daha kolay anlaşılır bir üslupla yazılmıştır. "Orta nesir" diye adlandırılan bu örnekler arasında XVII. yüzyılın bilim adamı Kâtip Çelebi'nin"Cihannüma", "Keşfü'z Zünun", "Mizan-ül Hak" gibi yapıtları; aynı yüzyılın tarih yazarı Naima'nın "Naima Tarihi", Koçi Bey'in IV. Murat'a sunduğu siyasal rapor olan "Koçi Bey Risalesi", Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"si sayılabilir.




3. Süslü nesir (inşa): Yabancı sözcüklerle ve yabancı dil kurallarıyla aşırı ölçüde yüklü olan bu nesir örneklerinde amaç süslü ve sanatlı söyleyiş incelikleri yaratmaktı. Bu ürünlerde"seci" adı verilen iç uyak (nesir kafiyesi) çok kullanılırdı. 15. yüzyılda Sinan Paşa "Tazarruname (Yakarışlar Kitabı)" adlı yapıtıyla secili süslü nesrin en güzel örneklerinden birini vermiştir:
"Ey gözlerin nurı, gönüllerin sürurı; başımızın tâcı, ehl-i dilin mirâcı; gönül hanesinin ziyası,dil hastasının şifası..."
(Tazarruname'den alınan bu sözlerde siyah dizilen sözcüklerin ikişer ikişer uyaklı olduğu görülüyor.)
Süslü nesre "inşa", bu yazıları yazanlara "münşi", süslü yazıların toplandığı kitaplara"münşeat" denmiştir. Divan yazan münşiler de vardır.
Read more

Kloroplast Nedir?


Kloroplastta fotosentezi gerçekleştirmek üzere bulunan thylakoidler, iç zar ve dış zar, stromalar, enzimler, ribozom, RNA ve DNA gibi oluşumlar vardır. Bu oluşumlar hem yapısal hem de işlevsel olarak birbirlerine bağlıdırlar ve her birinin kendi bünyesinde gerçekleştirdiği son derece önemli işlemler vardır. Örneğin kloroplastın dış zarı, kloroplasta madde giriş-çıkışını kontrol eder. İç zar sistemi ise “thylakoid” olarak adlandırılan yapıları içermektedir. Disklere benzeyen thylakoid bölümünde pigment (klorofil) molekülleri ve fotosentez için gerekli olan bazı enzimler yer alır. Thylakoidler “grana” adı verilen kümeler meydana getirerek, güneş ışığının en fazla miktarda emilmesini sağlarlar. Bu da bitkinin daha fazla ışık alması ve daha fazla fotosentez yapabilmesi demektir.
Bunlardan başka kloroplastlarda “stroma” adı verilen ve içinde DNA, RNA ve fotosentez için gerekli olan enzimleri barındıran bir de sıvı bulunur. Kloroplastlar sahip oldukları bu DNA ve ribozomlarla hem kendilerini çoğaltırlar, hem de bazı proteinlerin üretimini gerçekleştirirler.Fotosentezdeki başka bir önemli nokta da bütün bu işlemlerin çok kısa, hatta gözlemlenemeyecek kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmesidir. Kloroplastların içinde bulunan binlerce “klorofil”in aynı anda ışığa tepki vermesi, saniyenin binde biri gibi inanılmayacak kadar kısa bir sürede gerçekleşir.
Bilim adamları kloroplastların içinde gerçekleşen fotosentez olayını uzun bir kimyasal reaksiyon zinciri olarak tanımlarlarken, işte bu hız nedeniyle fotosentez zincirinin bazı halkalarında neler olduğunu anlayamamakta ve olanları hayranlıkla izlemektedirler. Anlaşılabilen en net nokta, fotosentezin iki aşamada meydana geldiğidir. Bu aşamalar “aydınlık evre” ve “karanlık evre” olarak adlandırılır.
Güneş dünyadaki en önemli enerji kaynağıdır. Bu enerji ancak bitkiler tarafından alınarak hayvanların ve diğer can-lıların kullanabileceği kimyasal enerjiye dönüştürülür. Bit-kiler ışık enerjisini ancak fotosentez olayı ile kullanılabilir hale getirirler. Kısacası fotoserrtezde ışık, enerji kaynağı-dır. Bundan dolayı ışıksız ortamda fotosentez olmaz.
Işık, klorofil tarafından emilerek fotosentez başlatılır. Klorofilin yeşil ışığı yansıtmasından dolayı bitkiler yeşil renkli olarak görülür.
                 
Işıksız fotosentez olmadığı nasıl anlaşılır?
Saksı bitkisinin yapraklarından birinin üzerini kalın bir kağıtla kapatıp 3-4 gün bekletelim.
Kapattığımız kağıdı yapraktan ayırıp başka yapraklar-la beraber iyot çözeltisine daldırdığımızda diğer yap-rakların koyu mavi renk aldığını görürüz.
İyot nişastanın ayıracıdır. Mavi renk alan yapraklarda besin yapıldığı, ışık almayan bölgede ise mavi rengin oluşmadığını görürüz. Bundan da besin yapılmadığı yani fotosentez olmadığı anlaşılır. Işıksız ortamda fo-tosentez yapılmaz.  
                                                   
Fotosentezde oksijen çıktığı nasıl anlaşılır?
Su içerisinde bulunan Elodea bitkisinin üzerine bir cam tüpü kapatalım. Hazırladığımız düzeneği ışıklı or-tama koyduğumuzda su içerisinde tüpün içine doğru gaz çıktığını görürüz.gaz kibrit alevine yaklaştırıldığında bir parlama-nın olduğu görülür. Bu parlama olayı biriken gazın oksijen olduğunu kanıtlar.
Klorofilin fotosentezdeki rolü nedir?
Klorofil
a) Yapraklarda üretilir.
b) Kloroplastın içerisinde bulunur. şığı emerek fotosentezi başlatır.
- Bitkiye yeşil rengi verir.
- Işıksız bir ortamda klorofil bozulur ve bitki beyaz . (Albino) renk alır.  
Klorofiller, “klorofil-a” ve “klorofil-b” olarak ikiye ayrılırlar. Bu iki çeşit klorofil güneş ışığını soğurduktan sonra elde ettikleri enerjiyi fotosentez işlemini başlatacak olan fotosistemler içinde toplarlar. Thaylakoid’in detaylı yapısının anlatıldığı resimde de görüldüğü gibi fotosistemler kısaca, thylakoid’in içinde yer alan bir grup klorofil olarak tanımlanabilir.
Yeşil bitkilerin tamamına yakını bir fotosistem ile tek aşamalı fotosentez gerçekleştirirken, bitkilerin %3′ünde fotosentezin iki aşamalı olmasını sağlayacak iki farklı fotosistem bölgesi bulunur. “Fotosistem I”, ve “Fotosistem II” olarak adlandırılan bu bölgelerde toplanan enerji daha sonra tek bir “klorofil-a” molekülüne transfer edilir. Böylece her iki fotosistemde de reaksiyon merkezleri oluşur. Işığın emilmesiyle elde edilen enerji, reaksiyon merkezlerindeki yüksek enerjili elektronların gönderilmesine, yani kaybedilmesine neden olur. Bu yüksek enerjili elektronlar daha sonraki aşamalarda suyun parçalanıp oksijenin elde edilmesi için kullanılır. Bu aşamada bir dizi elektron değiş tokuşu gerçekleşir.
“Fotosistem I” tarafından verilen elektron, “Fotosistem II” den salınan elektron ile yer değiştirir. “Fotosistem II” tarafından bırakılan elektronlar da suyun bıraktığı elektronlarla yer değiştirir. Sonuç olarak su, oksijen, protonlar ve elektronlar olmak üzere ayrıştırılmış olur
Fotosentez için gerekli olan maddeler nelerdir?Bitki bunları nereden alır?
                                          Fotosentez Icin Gerekli Olanlar
a)Kendi Uretebildigi                                b)Disaridan Hazir Olarak aldiklari
 • KLOROFIL                                               •  SU
 •KLOROPLAST                                          •KARBONDIOKSIT
 • ENZIMLER                                                •MINERALLER
                                                                       • ISIK  ve ISI
 • Karbondioksitin yapısındaki, karbon ve oksijenler glikozun yapısına katılır.
• Suyun yapısındaki hidrojenler glikozun yapısına katı-lırken oksijen de atmosfere verilir.
Sonuç:
Fotosentez ile ışık enerjisi besinlerin yapısındaki bağ enerjisine dönüştürülür ve atmosfer oksijen bakı-mından zenginleşir. Bitkiler ve diğer canlılar da fotosentez sonucu oluşan bu besin ve oksijeni kullanarak yaşamlarını sürdürürler.
Aydınlık evre
Bitkilerin fotosentez işleminde kullanacakları tek enerji kaynağı olan güneş ışığı değişik renklerin birleşimidir ve bu renklerin enerji yükü birbirinden farklıdır. Güneş ışığındaki renklerin ayrıştırılması ile ortaya çıkan ve tayf adı verilen renk dizisinin bir ucunda kırmızı ve sarı tonları, öbür ucunda da mavi ve mor tonları bulunur. En çok enerji taşıyanlar tayfın iki ucundaki bu renklerdir. Bu enerji farkı bitkiler açısından çok önemlidir çünkü fotosentez yapabilmek için çok fazla enerjiye ihtiyaçları vardır. Bitkiler en çok enerji taşıyan bu renkleri hemen tanırlar ve fotosentez sırasında güneş ışınlarından tayfın iki ucundaki renkleri, daha doğrusu dalga boylarını soğururlar, yani emerler.
Buna karşılık tayfın ortasında yer alan yeşil tonlardaki renklerin enerji yükü daha az olduğu için, yapraklar bu dalga boylarındaki ışınların pek azını soğurup büyük bölümünü yansıtırlar. Bunu da kloroplastların içinde bulunan klorofil pigmentleri sayesinde gerçekleştirirler. İşte yaprakların yeşil gözükmesinin nedeni de budur.Fotosentez işlemi bitkilerin yeşil görünmesine neden olan bu pigmentlerin güneş ışığını soğurmasından kaynaklanan hareketlenme ile başlar. Acaba klorofiller bu hareketlenme ile fotosentez işlemine nasıl başlamaktadırlar? Bu sorunun cevabının verilebilmesi için öncelikle kloroplastların içinde bulunan ve klorofilleri içinde barındıran Thylakoid’in yapısının incelenmesinde fayda vardır.
“Klorofiller, “klorofil-a” ve “klorofil-b” olarak ikiye ayrılırlar. Bu iki çeşit klorofil güneş ışığını soğurduktan sonra elde ettikleri enerjiyi fotosentez işlemini başlatacak olan fotosistemler içinde toplarlar. Thaylakoid’in detaylı yapısının anlatıldığı resimde de görüldüğü gibi fotosistemler kısaca, thylakoid’in içinde yer alan bir grup klorofil olarak tanımlanabilir.
Yeşil bitkilerin tamamına yakını bir fotosistem ile tek aşamalı fotosentez gerçekleştirirken, bitkilerin %3′ünde fotosentezin iki aşamalı olmasını sağlayacak iki farklı fotosistem bölgesi bulunur. “Fotosistem I”, ve “Fotosistem II” olarak adlandırılan bu bölgelerde toplanan enerji daha sonra tek bir “klorofil-a” molekülüne transfer edilir. Böylece her iki fotosistemde de reaksiyon merkezleri oluşur. Işığın emilmesiyle elde edilen enerji, reaksiyon merkezlerindeki yüksek enerjili elektronların gönderilmesine, yani kaybedilmesine neden olur. Bu yüksek enerjili elektronlar daha sonraki aşamalarda suyun parçalanıp oksijenin elde edilmesi için kullanılır. Bu aşamada bir dizi elektron değiş tokuşu gerçekleşir.
“Fotosistem I” tarafından verilen elektron, “Fotosistem II” den salınan elektron ile yer değiştirir. “Fotosistem II” tarafından bırakılan elektronlar da suyun bıraktığı elektronlarla yer değiştirir. Sonuç olarak su, oksijen, protonlar ve elektronlar olmak üzere ayrıştırılmış olur.
                                              
Karanlık evre
Fotosentezin ikinci aşaması olan Karanlık Evre ya da Calvin Çevrimi olarak adlandırılan bu işlemler, kloroplastın “stroma” diye adlandırılan bölgelerinde gerçekleşir. Aydınlık evre sonucunda ortaya çıkan enerji yüklü ATP ve NADPH molekülleri, karanlık evrede kullanılan karbondioksiti, şeker ve nişasta gibi besin maddelerine dönüştürürler.1Burada kısaca özetlenen bu reaksiyon zincirini kaba hatlarıyla anlayabilmek bilim adamlarının yüzyıllarını almıştır. Yeryüzünde başka hiçbir şekilde üretilemeyen karbonhidratlar ya da daha geniş anlamda organik maddeler milyonlarca yıldır bitkiler tarafından üretilmektedir. Üretilen bu maddeler diğer canlılar için en önemli besin kaynaklarındandır.
Fotosentez reaksiyonları sırasında farklı özelliklere ve görevlere sahip enzimler ile diğer yapılar tam bir iş birliği içinde çalışırlar. Ne kadar gelişmiş bir teknik donanıma sahip olursa olsun dünya üzerindeki hiçbir laboratuvar, bitkilerin kapasitesiyle çalışamaz. Oysa bitkilerde bu işlemlerin tümü milimetrenin binde biri büyüklüğündeki bir organelde meydana gelmektedir. Sayısız çeşitlilikteki bitki hiç şaşırmadan, reaksiyon sırasını hiç bozmadan, fotosentezde kullanılan hammadde miktarlarında hiçbir karışıklık olmadan milyonlarca yıldır uygulamaktadır.
Ayrıca fotosentez işlemi ile, hayvanların ve insanların enerji tüketimleri arasında da önemli bir bağlantı vardır. Aslında yukarıda anlatılan karmaşık işlemlerin özeti, bitkilerin fotosentez sonucu canlılar için mutlaka gerekli olan glukozu ve oksijeni meydana getirmeleridir. Bitkilerin ürettiği bu ürünler diğer canlılar tarafından besin olarak kullanılırlar. İşte bu besinler vasıtasıyla canlı hücrelerinde enerji üretilir ve bu enerji kullanılır. Bu sayede bütün canlılar güneşten gelen enerjiden faydalanmış olurlar. Canlılar fotosentez sonucu oluşan besinleri yaşamsal faaliyetlerini sürdürmek için kullanırlar. Bu faaliyetler sonucunda atık madde olarak atmosfere karbondioksit verirler. Ama bu karbondioksit hemen bitkiler tarafından yeniden fotosentez için kullanılır. Bu mükemmel çevirim böylelikle sürer gider.
Fotosentez İçin Gerekli Olan Her şey
Gibi Güneş Işığı da Özel Olarak Ayarlanmıştır
Bu kimyasal fabrikada her şey olup biterken, işlemler sırasında kullanılacak enerjinin özellikleri de ayrıca tespit edilmiştir. Fotosentez işlemi bu yönüyle incelendiğinde de, gerçekleşen işlemlerin ne kadar büyük bir hassasiyetle tasarlanmış olduğu görülecektir. Çünkü güneşten gelen ışığın enerjisinin özellikleri, tam olarak kloroplastın kimyasal tepkimeye girmesi için ihtiyaç duyduğu enerjiyi karşılamaktadır.
FOTOSENTENZIN SONUCLARI
Milimetrenin binde biri büyüklükte yani ancak elektron mikroskobuyla görülebilecek kadar küçük olan kloroplastlar sayesinde gerçekleştirilen fotosentezin sonuçları, yeryüzünde yaşayan tüm canlılar için çok önemlidir.Canlılar havadaki karbondioksitin ve havanın ısısının sürekli olarak artmasına neden olurlar.56 Her yıl insanların, hayvanların ve toprakta bulunan mikroorganizmaların yaptıkları solunum sonucunda yaklaşık 92 milyar ton ve bitkilerin solunumları sırasında da yaklaşık 37 milyar ton karbondioksit atmosfere karışır. Ayrıca fabrikalarda ve evlerde kaloriferler ya da soba kullanılarak tüketilen yakıtlar ile taşıtlarda kullanılan yakıtlardan atmosfere verilen karbondioksit miktarı da en az 18 milyar tonu bulmaktadır.
Buna göre karalardaki karbondioksit dolaşımı sırasında atmosfere bir yılda toplam olarak yaklaşık 147 milyar ton karbondioksit verilmiş olur. Bu da bize doğadaki karbondioksit içeriğinin sürekli olarak artmakta olduğunu gösterir. Bu artış dengelenmediği takdirde ekolojik dengelerde bozulma meydana gelebilir. Örneğin atmosferdeki oksijen çok azalabilir, yeryüzünün ısısı artabilir, bunun sonucunda da buzullarda erime meydana gelebilir. Bundan dolayı da bazı bölgeler sular altında kalırken, diğer bölgelerde çölleşmeler meydana gelebilir. Bütün bunların bir sonucu olarak da yeryüzündeki canlıların yaşamı tehlikeye girebilir. Oysa durum böyle olmaz. Çünkü bitkilerin gerçekleştirdiği fotosentez işlemiyle oksijen sürekli olarak yeniden üretilir ve denge korunur. Yeryüzünün ısısı da sürekli değişmez. Çünkü yeşil bitkiler ısı dengesini de sağlarlar. Bir yıl içinde yeşil bitkiler tarafından temizleme amacıyla atmosferden alınan karbondioksit miktarı 129 milyar tonu bulur ki bu son derece önemli bir rakamdır.
Atmosfere verilen karbondioksit miktarının da yaklaşık 147 milyar ton olduğunu söylemiştik. Karalardaki karbondioksit-oksijen dolaşımında görülen 18 milyar tonluk bu açık, okyanuslarda görülen farklı değerlerdeki karbondioksit-oksijen dolaşımıyla bir ölçüde azaltılabilmektedir
Yeryüzündeki canlı yaşamı için son derece hayati olan bu dengelerin devamlılığını sağlayan, bitkilerin yaptığı fotosentez işlemidir. Bitkiler fotosentez sayesinde atmosferdeki karbondioksidi ve ısıyı alarak besin üretirler, oksijen açığa çıkarırlar ve dengeyi sağlarlar. Atmosferdeki oksijen miktarının korunması için de başka bir doğal kaynak yoktur. Bu yüzden tüm canlı sistemlerdeki dengelerin korunması için bitkilerin varlığı şarttır.
Bu mükemmel sentezin hayati önem taşıyan bir diğer ürünü de canlıların besin kaynaklarıdır. Fotosentez sonucunda ortaya çıkan bu besin kaynakları “karbonhidratlar” olarak adlandırılır. Glukoz, nişasta, selüloz ve sakkaroz karbonhidratların en bilinenleri ve en hayati olanlarıdır. Fotosentez sonucunda üretilen bu maddeler hem bitkilerin kendileri, hem de diğer canlılar için çok önemlidir. Gerek hayvanlar gerekse insanlar, bitkilerin üretmiş olduğu bu besinleri tüketerek hayatlarını sürdürebilecek enerjiyi elde ederler. Hayvansal besinler de ancak bitkilerden elde edilen ürünler sayesinde var olabilmektedir.

Read more

ÜnLü Türk Matematikçileri Kimlerdir? Hayatları ve Eserleri


MOLLA LÜTFİ (? - 1495)

İ15. yüzyılda, Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıd dönemlerinde yaşamış meşhur matematikçilerdendir. Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun talebesi olmuş, Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya aktarmıştır. Böylece Sinan Paşa, onun vasıtasıyla matematik öğrenmiştir. Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Fatih, Molla Lütfi’yi, özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir. Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a dönmüştür. Önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapmıştır.

Molla Lütfi, çevresindeki devlet erkanına ve bilginlere latife yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Fatih Sultan Mehmet’le bile iki arkadaş gibi şakalaşırdı. Kendisini çekemeyen bazı kimselerin, dinsizlik suçlamaları nedeniyle kovuşturmaya uğradı ve Sultan Beyazıd döneminde idam edildi. Ölümü üzerine pek çok kimse yas tutmuş, tarihler düşmüş ve şehit sayılmıştı.

Molla Lütfi’nin, çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. Taz’ifü’l-Mezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde ise meşhur Delos problemi incelenmiştir. Molla Lütfi’nin, bu problemi, İzmir’li Theon’un eserinden öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmir’li Theon, İskenderiye kütüphanesinin müdürü Eratosthenes’e atıfla, Delos adasında büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin, Apollon rahibine müracaat ederek bu salgının geçmesi için ne yapmak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkarmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik problemi ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramıyınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söyleme maksadında olduğunu bildirdikten sonra, problemlerin orta orantı ile çözüleceğini ifade etmiştir. Molla Lütfi, işte bu hikayeye dayanarak eserini yazmıştır. Kitabında, küpün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp ilave etmek demek olmayıp, onu sekiz defa büyütmek demek olduğunu açıklar. Molla Lütfi Mevzuatü’l Ulüm (Bilimlerin Konuları) adlı eserinde de yüz kadar bilimi tasnif etmiştir.İlk doktoralı matematikçimiz . İstanbul Yüksek Mühendis mektebi'ni bitirdikten (1914) sonra Berlin Üniversitesi'nde Albert Einstein'in yanında doktorasını yaptı (1919). Türkiye'ye dönünce, bitirdiği okulda öğretim ü-yesi olarak çalışmaya başladı. Üniversite reformunu hazırlayan kurulda yer aldı. Yeni kurulan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde analiz profesörü ve dekan olduğu gibi Yüksek Mühendis Mektebi'nde de ders vermeye devam etti. Yüksek Mühendis Mektebi İstanbul Teknik Üniversitesi'ne dönüştürülünce buradan ayrıldı ve yalnızca İstanbul Üniversitesi'nde çalış-maya devam etti. Daha sonra burada ordinaryüs profesör oldu. 1948 yılında Fen Fakültesi Dekanlığı'na getirildi.
Kerim ERİM - (1894 - 1952)1940 - 1952 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ne bağlı Matematik Enstitüsü-'nün başkanlığını yaptı. Türkiye'de yüksek matematik öğretiminin yaygınlaşmasında ve çağ-daş matematiğin yerleşmesinde etkin rol oynadı. Mekaniğin matematik esaslara dayandırıl-masına da öncülük etti. Matematik ve fizik bilimlerinin felsefe ile olan ilişkileri üzerinde de çalışmalarda bulunan Erim'in Almanca ve Türkçe yapıtları bulunmaktadır.Bunlardan bazıları şunlardır: 

Nazari Hesap(1931), Mihanik(1934), Diferansiyel ve İntegral Hesap(1945), Über 
SELMAN AKBULUTProf. Dr. Selman Akbulut, 1971 yılında California Üniversitesi (Berkeley) Matematik Bölümü'nden mezun olmuştur. Prof. Dr. Akbulut, 1975 yılında aynı üniversitede doktora eğitimini tamamlayarak, 1976 yılında Wisconsin Üniversitesi'nde yardımcı doçent olarak göreve başlamıştır.

1978 - 1980 yılları arasında Rutgens Üniversitesi'nde, 1980 - 1981 yıllarında Michigan State Üniversitesi'nde Yardımcı Doçent; 1983 - 1986 yılları arasında aynı üniversitede Doçent olarak çalışmalarda bulunan Prof. Dr. Akbulut 1986 yılında profesörlüğe yükselmiştir ve halen Michigan State Üniversitesi'nde görev yapmaktadır.

Prof. Dr. Akbulut, 1975 - 1976, 1980 - 1981 yıllarında Advanced Study Institute'da, 1982 - 1983 yıllarında Max - Planck Enstitüsü ve 1984 - 1985 yıllarında California Üniversitesi, Mathematical Sciences Research Institute'de çalışmalarda bulunmuştur.

Prof. Dr. Akbulut, Türk Matematik Derneği, Amerikan Matematik Derneği ve Doğa - Türk Matematik Dergisi Editörler Kurulu'na üyedir.

Prof. Dr. Selman Akbulut'un Uluslararası Science Citation Index'ce taranan hakemli dergilerde çıkmış 29 yayını vardır ve bu yayınlara 1991 yılı sonu itibariyle 239 atıf yapılmıştır.
HAREZMİ Horasan bölgesinde bulunan harezm(bugünkü Türkmenistan'ın Khiva )şehrinde dünyaya gelen Harezmi'nin tam adı Abdullah bin Musa el-Harezmi'dir. Harezm'de temel eğitimimini alan Harezmi gençlinin ilk yıllarında Bağdat'taki ileri bilim atmosferinin varlığını öğrenir. İlmi konulara doyumsuz denilebilecek seviyedeki bir aşkla bağlı olan Harezmi ilmi konularda çalışma idealini gerçekleştirmek için Bağdat'a gelir ve yerleşir. Devrinde bilginleri himayesi ile meşhur olan abbasi halifesi Mem'un Harezmideki ilm kabliyetten haberdar olunca onu kendisi tarafından Eski Mısır, Mezopotamya, Grek ve Eski hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesinin idaresinde görevlendirilir. Daha sonra da Bağdat Saray Kütüphanesindeki yabancı eserlerin tercümesini yapmak amaıyla kurulan bir tercüme akademisi olan Beyt'ül Hikme 'de görevlendirilir. Böylece Harezmi Bağdat'ta inceleme ve araştırma yapabilmek için gerekli bütün maddi ve manevi imkanlara kavuşur. Burada hayata ait bütün endişelerden uzak olarak matematik ve astronomi ile ilgiliaraştırmalarına başlar. Bağdat bilim atmosferi içerisinde kısa zamanda üne kavuşan Harezmi Şam'da bulunan Kasiyun Rasathanesin'de çalışan bilim heyetinde ve yerkürenin bir derecelik meridyen yayı uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovasına giden bilim heyetinde bulunduğu gibi Hint matematiğini incelemek için Afganistan üzerinden Hindistana giden bilim heyetine başkanlık da etmiştir. Harezmi 'nin latinceye çevrilen eserlerinden olan ve ikinci dereceden bir bilinmeyenli ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerinin çözümlerini inceleyen El-Kitab 'ul Muhtasar fi 'l Hesab 'il cebri ve 'l Mukabele adlı eseri şu cümleyle başlar : "Algoritmi şöyle diyor: Rabbimiz ve koruyucumuz olan Allah 'a hamd ve senalar olsun" Eserleri:

Matematik İle İlgili Eserleri 
1)El-Kitab'ul Muhtasar fi'l Hesab'il Cebri ve'l Mukabele
2) Kitab al-Muhtasar fil Hisab el-Hind 
3) el-Mesahat 


SALİH ZEKİ 
(1864 - 1921)
XIX. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş, değerli eserler vererek, 57 yaşında hayata gözlerini kapamış, bir ilim ve fikir adamıdır. Salih Zeki Bey, 1864 yılında İstanbul'da doğmuştur. Ortaöğrenimini Darüşşafaka'da görmüş, yüksek öğrenimini Paris'te elektirk mühendisliği bölümünü bitirmiştir.
Salih Zeki, Darüşşafaka ve Mühendis Mektebi'nde matematik ve fizik dersleri okutmuştur. Daha sonraki çalışmalarının tümünü üniversiteye vermiştir. Bugünkü gerçek üniversitenin kurucusu salih Zeki'dir. Türkiye'ye, matematik, fizik ve fen derslerini batılı yöntemleriyle ilk getiren odur. Birçok gazete ve dergide çıkan güzel yazılarıyla Türk gençliğini edebiyat kadar matematiğe yönelten ve matematiği sevdiren yine o olmuştur.
Salih Zeki, aydın fenciler silsilesinin en dikkate değer son halkasıdır. İlk ve ortaöğrenimin ihtiyacı olan matematik, geometri, cebir, astronomi, trigonometri ve fizik kitaplarından başka binlerce sahifeyi bulan, yüksek seviyedeki Darülfünun ders kitapları yazmış; felsefi konularda telif-tercüme eserler bırakmış, bilim tarihi ile ilgili incelemeler yayınlamış, bizzat Mizan-ı Tefekkür adlı bir matematik kitabı yazmış, anıt bir eser olarak Kamus-ı Riyaziyat'ı hazırlayarak bunun ilk cildini yayınlamıştır
ULUĞ BEY (1393 - 1449)Türk matematikçilerinden birisi olan Uluğ Bey, Timur'un erkek torunlarından hükümdar olanlardan birinin oğludur. Asıl adı Mehmet'tir. Fakat o, daha çok Uluğ Bey adı ile ünlü olmuştur. 1393 yılında Sultaniye kentinde doğmuştur. Timur'un öldüğü sıralarda Uluğ Bey Semerkant'ta bulunuyordu. Semerkant ve Maveraünnehir, Mirza Halil Sultan'ın saldırısı ve işgali üzerine babasının yanına gitmek zorunda kalmıştır. Babası buraları yeniden yönetimine alarak on altı yaşında olan Uluğ Bey'e yönetimini bırakmıştır. Uluğ Bey, bu tarihten sonra, hem hükümeti yönetmiş ve hem de öğrenimine devam etmiştir.

Uluğ Bey, bilgin ve olgun bir padişahtı. Boş zamanını kitap okumak ve bilginlerle ilmi konular üzerinde konuşmakla geçirirdi. Tüm bilginleri yöresinde toplamıştı. Uluğ Bey, dikkatlice okuduğu kitabı kelimesi kelimesine hatırında tutacak kadar belleği vardı. Matematik ve astronomi bilgileri oldukça ileri düzeydeydi. Bir söylentiye göre, kendi falına bakarak, oğlu Abdüllatif tarafından öldürüleceğini görmüş ve bunun üzerine oğlunu kendisinden uzak tutmayı uygun görmüştür. Baba ile oğlu arasındaki bu soğukluk, Uluğ Bey'in küçük oğluna karşı olan yakınlığı ile daha da şiddetlenmiş ve sonunda Uluğ Bey'in korktuğu başına gelmiştir.

Uluğ Bey, Semerkant'ta bir medrese ve bir de rasathane yaptırmıştır. Kadı Zade bu medreseye başkanlık etmiştir. Rasathane için yörede bulunan tüm mühendis, alim ve ustaları Semerkant'a çağırmıştır. Kendisi için de bu rasathanede bir oda yaptırarak tüm duvar ve tavanları gök cisimlerinin manzaralarıyla ve resimleriyle süsletmişti. Rasathanenin yapım ve rasat aletleri için hiç bir harcamadan kaçınmamıştır. Bu gözlemevinde yapılan gözlemler, ancak on iki yılda bitirilebilmiştir.

Gözlemevinin yönetimini Kadı Zade ile Cemşid'e vermiştir. Cemşid, gözlemlere başlandığı sırada ve Kadı Zade de gözlemler bitmeden ölmüştür. Gözlemevinin tüm işleri o zaman genç olan Ali Kuşçu'ya kalmıştır. Bu gözlem üzerine Uluğ Bey, ünlü Zeycini düzenlemiş vebitirmiştir. Zeyç Kürkani veya Zeyç Cedit Sultani adı verilen bu eser, birkaç yüzyıl doğuda ve batıda faydalanılacak bir eser olmuştur. Zeyç Kürkani bazı kimseler tarafından açıklanmış ve Zeyç'in iki makalesi 1650 yılında Londra'da ilk olarak basılmıştır. Avrupa dillerinin birçoğuna, çevrilmiştir. 1839 yılında cetvelleri Fransızca tercümeleriyle birlikte, asıl eser de 1846 yılında aynen basılmıştır.
Zeyç Kürkani'nin asıl kopyalarından biri Irak ve İran savaşlarından sonra Türkiye'ye getirilmiş ve halen Ayasofya kütüphanesindedir. Bir hile ile oğlu Abdüllatif tarafından 1449 yılında öldürülmüştür.
ÖMER HAYYAMDoğum: 18 Mayıs 1048, İran - Ölüm: 4 Aralık 1131, İran 

Ömer Hayyam, son derece karışık politik yapıya sahip bir bölgede yaşamıştır. 1038-1040 yılları arasında, Selçuklular Mezopotamya, Suriya, Filistin ve İran’ın büyük bölümünü de kapsayan bir coğrafyaya hakim olmuşlardı. 1055 yılında Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey Bağdat’ı da ele geçirmişti. Hayyam’ın gençliği, Selçuklu egemenliğindeki topraklarda geçmiştir. 

Hayyam, gençlik yıllarında felsefe öğrenimi görmüştür. Bu yıllarda edebiyatla da ilgilenmeye başlamıştır. Hayyam bir dönem şiir de yazmıştır. Ancak Hayyam’ın en başarılı olduğu alan matematik ve astronomidir. Hayyam, yaşadığı bölge itibarıyla, eğitimin çok zor olduğu bir ortamda büyümüştür. Bu konuda, Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı eserinin girişinde eğitim yıllarının çok zor geçtiğini anlatmıştır. 

Hayyam, sıradışı bir matematikçiydi. Çok üstün bir zekası vardı. 25 yaşından önce Aritmetik problemleri adlı eseri de dahil olmak üzere bir çok eser yazmıştır. 1070 yılında Orta Asya’daki en eski şehirlerden biri olan Samarkand’a yerleşmiştir. Samarkand’ın önemli hukukçularından Abu Tahir, kendisini desteklemiş ve ünlü eseri Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı çalışmasında kendisine yardımcı olmuştur. 

Selçuklu’ların kurucusu Tuğrul Bey, Eshafan şehrini, imparatorluğun başkenti yapmış ve 1073 yılında da torunu Malik Şah’ı Eshafan şehrinin yönetmek üzere görevlendirmiştir. Malik Şah, Hayyam’ı Eshafan’a davet ederek orada bir gözlemevi açmasını istemiştir. Hayyam bu isteği kabul etmiş ve gözlemevini kurmuştur. Bu gözlemevinde sonraki 18 yıl çalışmış ve bilim adamlarına başkanlık etmiştir. Bu yıllarda Hayyam çok önemli gözlemler yapmış ve astronomi tabloları çıkarmıştır. 

Hayyam, Eshafan’da yaptığı gözlemlerin sonucunda bir yılı, 365,24219858156 gün olarak ölçmüştür. Bu ölçüm neredeyse tam olarak kesin doğru bir ölçüm kabul edilebilir. Aynı zamanda bu ölçüm, o ana dek yapılan en doğru ölçüm olma özelliğini de taşımaktadır. 

1092 yılında başgösteren olaylar, Hayyam’ın bilimsel çalışmalarını ve sakin yaşamını bozmuştur. 1092’de Malik Şah ölmüş ve veziri Nizam al-mulk öldürülmüştür. Bu olaylar sonucu yönetimi iki yıl, Malik Şah’ın ikinci karısı sürdürmüş ancak bu dönem bir çok kargaşaya sebep olmuştur. Bu yıllarda, ortodoks Müslümanlar tarafından Hayyam’ın çalışmaları sürekli engellenmiştir ve Hayyam, birkaç defa saldırıya uğramıştır. Bu olumsuz duruma karşın Hayyam, bilimsel çalışmalarını 1118 yılına kadar Eshafan’da sürdürmüştür. 

1118 yılında Malik Şah’ın üçüncü oğlu Sanjar Selçuklu hükümdarı olmuştur. Bu dönemde Hayyam’ın Eshafan’dan ayrıldığı ve Selçuklu’ların yeni başkenti olan Türkmenistan’daki Merv şehrine yerleştiği bilinmektedir. 

Hayyam’ın en önemli cebir çalışması, Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı eserden önce yazdığı cebir notlarında kübik denklemlerin (üçüncü derece denklemlerin) çözümünü göstermiştir. 

Hayyam’ın en önemli eseri, yukarıda da belirtildiği üzere, Cebir problemlerinin ispatı üzerine adlı çalışmasıdır. Bu çalışmasında, üçüncü derece denklemlerin çözümünü, kesişen konik parçalarını kullanarak yapmıştır. Hayyam, konik parçaları kullanarak, üçüncü derece denklemlerin çözümü için yöntem geliştiren ilk matematikçidir. 

Hayyam, üçüncü derece denklemlerin birden fazla çözümü, yani kökü olabileceğini söylemiştir. Bazı denklemlerin iki kökünü bulsa da üç kökünü birden bulamamıştır. 

Hayyam’ın kaybolan eserlerinden birinde Pascal üçgenini de incelediği düşünülmektedir. Ancak Pascal üçgenini ilk inceleyen matemtikçi, Hayyam değildir. Al-Karaji’nin bu konuda bir çalışması önceki dönemlerde olmuştur.CAHİT ARFCahit Arf 1910 yılında Osmanlı İmpratorluğu sınırları içerisindeki Thessalonikide doğdu. Doğumundan iki yıl sonra Balkan savaşları başladı. Savaşdan dolayı Arf''ın ailesi İstanbul'a taşındı. Ve 4 yaşındayken İstanbul'da okula başladı.Kendisi o günleri şöyle dile getirir: " Okulda diğer çocuklarla oyun oynayamadım çünkü üzgündüm. Sonra eğitimime Beşiktaş Sultanişi'nde devam ettim. Yangından sonra Beşiktaşı terkettik ve başka bir yere gittik. Sonunda Sülaymaniye'de bir ev kiraladık. Sonra stanbul Sultanişine kaydımı aldırdım. Aynı şey ordada oldu. Ailem beni beni oradan almadı ve okul iyi gidiyordu. " 1919 yılında Arf'ın ailesi yine taşındı, bu sefer Ankara'ya, fakat bir süre sonra İzmir'e kalıcı olarak yerleşmeden önce kısa bir süreliğine İstanbul'a tekrar döndüler. Cahit Arf'ın matematiğe ilgisi İzmir'de okuduğu yıllarda hocasının Euclid Geometrisi problemlerini çözmede onu teşvik etmesiyle başlamıştır. 1926 ailesi Cahit Arf''ı okuması için Fransa'ya gönderdi. " Beni anlamın arkadaşlarıyla yaşamam için Fransa'ya gönderdiler. Orada St. Louis Lycee kayıt yaptırdım. Fazla Fransızca bilmiyordum sadece okulda konuşulan kadar... Matematik sınavından en iyi dereceleri ben alıyordum bu yüzden üç yıllık Lycee yı iki yıl içinde bitirdim fakat sonra babamın frankları bitmeye başlamıştı, ve Türkiye'ye geri dönmek zorunda kaldım. " Arf eğitimine Paris'te devam edebilmek için burs kazandı ve Fransa'ya geri döndü. İki yıl sonra Ecole Normale Superiure'yi bitirdi. Cahit Arf doktorasını tamamlamak için İstanbul'a öğretmen olarak geri döndü. Ardından İstanbul Üniversitesi Matematik Bölümüne kabul edildi. Ve matematik çalışmalarına devam etme kararı aldı. 1937 de Helmut Hasse' nin denetiminde doktorasın yapmak için Göttingen Üniversitesine gitti. 1938 de doktora çalışmasını bitirdi. Arf Almanya'dan döndüğü İstanbul Üniversite'sinde 1962 yılına kadar çalıştı. 1943 yılında profesörlüğe yükseldi ve 1955 te ise Ordinaryus Profesör ünvanını aldı.1963 yılında İstanbul'daki Robert Kollejinde öğretmenlik yaptı. 1964-1966 yılları arasında Birleşik Amerika'da Princeton enstitüsünde yüksek çalışmalar yaptı ve 1967 'de geri döndü. Ve Orta Doğu Teknik Üniversitesine katıldı. 1980 'de emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul'da yaşadı. Cahit Arf bilimsel ve teknik araştırmaların Turkiye'deki merkezi olan TÜBİTAK'ın kurulmasında belirgin bir rol oynadı. 1985 1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği başkanlığını yaptı. Arf, matematiğe yepyeni çalışmaları ile yaptığı katkıları dolayısıyla birçok ödül almıştır ve kariyerinde en çok ayırt edici olan ödül ise İnönü ödülüdür. Bu şekilde Karadeniz Teknik Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesinden birçok onursal doktoralık almıştır. Arf, Türkiye'de günümüz matematikçilerinin birçoğunun eğitimine yalnızca ders notları ile değil aynı zamanda konferans ve seminerlerindeki parlak tartışmaları ile de katkıda bulunmuştur. Arf ile yakın temas kurma olanağına sahip olanlar onun matematiğe ve genelde bilime olan bağlılığından derin etkilenmişlerdir. Özellikle genç matematikçilere yardım etmiş ve onlara güzel tavsiyeler vererek bol bol cesaretlendirmiştir. Arf'ın en önemli çalışmalarının birçoğu cebrik sayılar teorisi üzerineydi ve o topolojide birçok uygulama bulan Arf invaryantlarını keşfetmiştir. Onun ilk çalışması özellikle karakteristiği 2 olan cisimlerde quadratik formlara ilişkindi. O, yalnızca kendi keşfi olan Arf invaryantları ile tanınmamakta hatta bir cebirsel geometri uygulaması olan Hasse-Arf teoremi ile de hatırlanmaktadır. Halka teorisinde de Arf halkaları kendi adıyla anılmaktadır. Arf çalışmalarına ek olarak uygulamalı matematikte serbest sınırlar ile sınırlandırılmış elastik düzlem yüzeyler üzerine birkaç makale ve istatiksel mekanikte küme genişlemelerinin cebrik yapılarına ilişkin bir makale yazmıştır. Cebir ve Sayılar Teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum 1990'da 3 ve 7 Eylül tarihleri arasında Arf'in onuruna Silivri'de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve Geometri üzerine ilk konferanslarda 1984'te İstanbul'da yapılmıştır. Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. O, bir kalp rahatsızlığı ile bu dünyaya gözlerini yummuş ve İstanbul'da defnedilerek İstanbul üniversitesinde bir tören düzenlenmiştir.
Ali KUŞCUTürk-İslam Dünyası astronomi ve matematik alimleri arasında, ortaya koyduğu eserleriyle haklı bir şöhrete sahip Ali Kuşçu, Osmanlı Türkleri'nde, astronominin önde gelen bilgini sayılır. "Batı ve Doğu Bilim dünyası onu 15. yüzyılda yetişen müstesna bir alim olarak tanır." Öyle ki; müsteşrik W .Barlhold, Ali Kuşcu'yu "On Beşinci Yüzyıl Batlamyos'u" olarak adlandırmıştır. Babası, Uluğ Bey'in kuşcu başısı (doğancıbaşı) idi. Kuşçu soyadı babasından gelmektedir. Asıl adı Ali Bin Muhammet'tir. Doğum yeri Maveraünnehir bölgesi olduğu ileri sürülmüşse de, adı geçen bölgenin hangi şehrinde ve hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmektedir. Ancak doğum şehri Semerkant, doğum yılının ise 15. yüzyılın ilk dörtte biri içerisinde olduğu kabul edilmektedir. 16 Aralık 1474 (h. 7 Şaban 879) tarihinde İstanbul'da ölmüş olup, mezarı Eyüp Sultan Türbesi hareminde bulunmaktadır. Ölüm tarihi; torunu meşhur astronom Mirim Çelebi'nin (ölümü, Edirne 1525) Fransça yazdığı bir eserin incelenmesi sonucu anlaşılmıştır. Mezar yerinin 1819 yılına kadar belirli olduğu ve hüsn-ü muhafazasının yapıldığı; ancak 1819 yılından sonra, Ali Kuşcu'ya ait mezarın yerine, zamanının nüfuzlu bir devlet adamının mezar taşının konmuş olduğu anlaşılmaktadır.
Uluğ Bey'in Horasan ve Maveraünnehir hükümdarlığı sırasında, Semerkant'ta ilk ve dini öğrenimini tamamlamıştır. Küçük yaşta iken astronomi ve matematiğe geniş ilgi duymuştur. Devrinin en büyük bilginlerinden; Uluğ Bey , Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddün Cemşid ve Mu'in al-Din el-Kaşi'den astronomi ve matematik dersi almıştır. Önce,Uluğ Bey, tarafından 1421 yılında kurulan Semerkant Rasathanesi ilk müdürü, Gıyaseddün Cemşid'in, kısa süre sonra da Rasathanenin ikinci müdürü Kadızade Rumi'nin ölümü üzerine, Uluğ Bey Rasathaneye müdür olarak Ali Kuşcu'yu görevlendirmiştir. Uluğ Bey Ziyc'inin tamamlanmasında büyük emeği geçmiştir. Nasirüddün Tusi'nin Tecrid-ül Kelam adlı eserine yazdığı şerh, bu konuda da gayret ve başarısının en güzel delilini teşkil etmektedir. Ebu Said Han'a ithaf edilen bu şerh, Ali Kuşcu'nun ilk şöhretinin duyulmasına neden olmuştur.
Kaynakların değerlendirilmesi sonucu anlaşılmaktadır ki; Ali Kuşcu yalnız telih eseriyle değil, talim ve irşadıyle devrini aşan bir bilgin olarak tanınmaktadır. Öyle ki; telif eserlerinin dışında, torunu Mirim Çelebi, Hoca Sinan Paşa ve Molla Lütfi (Sarı Lütfi) gibi astronomların da yetişmesine sebep olmuştur. Bu bilginlerle beraber, Ali Kuşcu'yu eski astronominin en büyük bilginlerinden birisi olarak belirtebiliriz.

ESERLERİ:
Ali Kuşcu'nun özellikle, matematik ve astronomi ile ilgili eserleri, gerçek ilmi kişiliğini ortaya koymaktadır. Bu eserlerinin adları şunlardır;
Risale-i fi'l Hey'e (Astronomi Risalesi)
Risale-i fi'l Fehiye (Fetih Risalesi)
Risale-i Hisap (Aritmetik Risalesi)
Risale-i Muhammediye (Cebir ve Hesap konularından bahseder)
Tecrid'ül Kelam (Sözün Tecridi)
Risale-i Adudiye
Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım)
Vaaz
İstiarad
AHMET FERGANİ9. yüzyılın başlarında dünyaya geldiği kabul edilen ünlü matematik ve astronomi bilgini Ahmet Ferganî, çağının bilim ve kültür merkezlerinden olan Türkistan'ın Fergana bölgesindendir. Bilim ve kültür tarihimizin birinci elden kaynakları olan tezkireler (biyografik eserler)de doğum tarihi ile ilgili bir bilgi bulunmamakla birlikte kendisi gibi bir astronom olan babasının adının Muhammed, dedesinin ise Kesir olduğu kayıtlıdır.
Ahmet Ferganî, ilk öğrenimini ünlü bilginlerin yetiştiği Fergana'da yaptı ve büyük bir ihtimalle astronomi konusundaki bilgilerini babasından aldı. Belli bir seviyeye geldikten sonra da mevcut bilgilerine yeni bilgiler katmak amacıyla da, çağının bilim, kültür ve aynı zamanda halifelik merkezi olan Bağdat'a geldi. Ömrünün yarısına yakınını burada geçiren Ferganî, kısa sürede matematik ve astronomi konularındaki bilgisini Bağdat bilim çevresine kabul ettirip, bilimin gelişmesine olan katkılarıyla bilim tarihinde adlarından övgüyle bahsedilen Abbasi halifelerinden Me'mun ve el-mütevekkil döneminin en ünlü bilginleri arasına girdi
861 yılında halife el-Mütevekkil tarafından Nil ırmağı kıyısında yapılan ölçüm işlerini yürütmesi için Mısır'a gönderilen Ferganî'nin, bundan sonraki yaşamı bilinmiyor.
Read more

Paranın İnsan Hayatındaki Önemi ve Etkisi Nedir?


Paranın ne olduğunu tek kelimeyle anlatmak istersek para araç demektir. İnsanlar para sayesinde isteklerini yerine getirir, kendi hayat düzenlerini kurarlar. İnsanların yaşam standartları, gidebilecekleri yerler,alabilecekleri eşyalar kısacası günümüzde hemen hemen her şey insanların cebindeki paraya bağlıdır.
Tabi para her zaman insanlara güzel şeyleri getirmez bazen de çok para insanın başına kötülük ve bela getirebilir. “ Büyük başın büyük derdi olur ” sözü bu dediklerime çok güzel bir örnektir. Ama günümüz Türkiyesi’nde sokaktaki 100 kişiye sorsak “çok paranız olup ta başınızda belanın mı olmasını? Yoksa ne paranız nede belanız olmasın diye sorduğumuzda ? ” eminim ki % 80 i param olsun ben belalarına razıyım diyecektir. Çünkü paranın yokluğu paranın olduğu zaman başına getireceği dertlerden çok daha acı ve kötüdür. Çünkü günümüzde bazı kesimler parasız insana gereksiz insan gözüyle bakmaktadır.Sonuç olarak paranı varlığı bir dert yokluğu ayrı bir derttir.
İnsanlar her gün televizyonda zenginlerin yaşantılarını,gece kulüblerinde eğlenmelerini,gezmelerini görerek gıpta ile bakmaktadırlar.Ve zengin olmak yani çok paraya sahip olmak istemektedirler. Hele bir kriz içerisinde olduğumuz şu günlerde paranın değeri bir kat daha artmıştır.İnsanların parasızlık ve açlık yüzünden gözleri dönmüş her türlü hırsızlığı,kap-kaççılığı yan kesiciliği gasp olayını çok kolay yapabilecek hale gelmişlerdir.
Günümüzde insanların çoğu parasıyla sevgi ve saygınlık görmekte,istediği insanın ilgisini çekmeyi başarmakta,hayatını dilediğince sürdürebilme özgürlüğüne sahip olmaktadır. Sonuç olarak paranın insan hayatındaki önemi ve etkileri saymakla bitmeyecek kadar çoktur.Keşke herkes gönlünce istediği kadar paraya sahip olsa yada paranın insan hayatındaki değeri ve önemi bu kadar fazla olmasa keşke
Read more