Truva Adı ve Şehrin Konumu
Bugün Marmara Denizi ile Çanakkale Boğazı ve Edremit körfezi arasında kalan ve Biga Yarımadası olarak bilinen toprakların, antik çağlardaki adı TROAD veya TROAS olarak bilinirdi. Anadolu’nun kuzeybatı köşesindeki bu yörede, arkeologlarca, çeşitli antik yerleşmeler tesbit edilmiştir. Bunların en önemlisi, yöreye ismini vermiş veya yöreden ismini almış olan TROİA kentidir.
Dilimize Fransızca’dan TRUVA olarak geçmiş bu kentin eski Yunanca’dan doğrudan yapılacak çevirisinin “TROİA” veya “TROYA” olması gerektiği otoritelerce kabul edilmiştir.
Anadolu Yarımadasının kuzeybatı kesiminde, Çanakkale’nin yaklaşık 30 km güneybatısında, Çanakkale Boğazı’nın Ege Denizi’ne açıldığı noktadan 6 km kadar içerdeki Hisarlık denen yerde bulunan höyük tipinde bir yerleşmedir. 200 m uzunluğunda ve 150 m genişliğindeki höyük, ovadan 31 m, deniz yüzeyinden ise 38,5 m yüksektir.
Truva Şehrinin Kısa Tarihçesi
Troya, M.Ö 3. ve 2. binyıllarda canlı bir kültür kenti, yerleşik tarım topluluklarını yöneten bir krallığın merkeziydi. M.Ö 13. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir yanın geçirdi. Bu yangının ünlü Troya Savaşının sonunda çıktığı düşünülmektedir. Bundan sonra yeniden imar edilen kent M.Ö 1000 yıllarında terk edildi. M.Ö 700 dolaylarında Yunanistan’dan gelen göçmenler Troya’ya yerleşmeye başladılar. Bu yeni yerleşim ” İlion ” adıyla M.S 5. yüzyıla değin sürdü. M.Ö 6. yüzyıl sonundan başlayarak bölgeye sırasıyla Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Pergamon Krallığı ve Romalılar egemen oldu. M.Ö 85′te Romalıların yağmaladığı kenti aynı yıl Romalı general Sulla yeniden kurmaya girişti. Augustus ve daha sonraki imparatorlar sağladıkları ayrıcalıklarla kentin gelişmesinde rol oynadılar. M.S 330′da Konstantinopolis (İstanbul) başkent ilan edildikten sonra “İlion” yavaş yavaş geriledi ve unutuldu.
Kazılar sonucunda Troya’da üst üste kurulmuş, yedi ayrı kültürü temsil eden 4 mimari katın oluşturduğu 9 yerleşme saptanmıştır.
Truva Efsanesi, Savaş ve Tahta Atı
Zamanımızdan takriben 3200 yıl önce Çanakkale Boğazı yakınlarında “Troya isimli bir kent varmış. Bu kentin, barışsever; fakat cesur insanları, kralları, Priamos’un idaresi altında uzun yıllar barış içinde çok mutlu bir hayat sürmüşler.
Tanrılar, bu mutluluğu onlara çok görmiş olacaklar ki Troyalıların başına bir çorap örmeye karar verdiler.
Birgün, Kral Priamos’un karısı Hekabe çok kötü bir rüya gördü. Rüyasında, karnından ateşler çıkmakta ve ateşin dumanı, bütün Troya surlarını sarmaktaydı. Hekabe, bu rüyasını önce karısına; daha sonra da bir kahine anlattı. Kahinin yaptığı yorum, hiç de iç açıcı değildi. Ona göre, Hekabe, hamileydi ve doğacak olan çocuk, ilerde Troyalıların başına büyük dertler açacaktı. Onun için bebek doğar doğmaz öldürülmeliydi. Bu kehanete inanan Kral Priamos, çocuk doğduktan sonra bir adamını bebeği öldürmek için görevlendirdi. Savunmasız yeni doğmuş bir bebeği öldüremeyen Troya’lı onu o zamanki adı “İDA” olan “Kazdağı”na götürüp, bir ormana bıraktı. Nasıl olsa, yabani hayvanlar onu öldürür diye aklından geçirdi. Ama bebeği, yabani hayvanlardan önce bir çoban buldu. Bu çocuk ilerde gerçekten Troya’lıların başına birçok dertler açacak olan Paris’ti.
O sırada Tanrıların yaşadığı Olympos dağında, ilginç bir kargaşa cereyan etmekteydi.
Kral Peleus ile Deniz perisi Thetis’in evlenme merasimine kavga tanrıçası Eris, huzursuzluk çıkartır gerekçesiyle davet edilmemişti. Bu işe çok gücenen Eris intikam almaya karar verdi. Üzerinde “EN GÜZELE” yazılı, altından bir elmayı, şölenin yapıldığı salonun ortasına bırakıverdi. Doğal olarak bütün tanrıçalar, bu elmaya sahip olmak istediklerinden uzun tartışmalar oldu. Sonunda 3 büyük tanrıça dışında diğerleri çekildiler. Ama Kudret tanrıçası Hera, Zeka tanrıçası Pallas Athena ve Aşk tanrıçası Afrodit elmaya sahip olmakta ısrar ettiler. Her üçü de tanrı Zeus’a giderek, onun hakemlik yapmasını istediler. Baba tanrı Zeus, onların hiçbirini gücendirmek istemediği için diplomatça davranıp, bu işlerden pek anlamadığını söyledi. Asıl amacı ise bu belayı Olympos’tan uzaklaştırmaktı. Onların Olympos’un tadını kaçıracaklarını anladığı için, hakemliği bir ölümlünün yapması gerektiğini söyledi. – “Gidin” diye gürledi tanrıların babası “Irmakları bol İda dağına, orada Paris adında Troya’lı bir prems yaşamaktadır. Bu işlerden en iyi anlayan odur.”
Schliemann ve Troya’nın Keşfi
1822′de Almanya’da, Mecklenburg kasabasında dünyaya gelmiş, daha küçük yaşta iken İlyada’yı ( Şair Homeros’un yazdığı, Troya savaşını konu alan, Yunan Edebiyatının büyük destanı ) okuyup, Troya savaşlarının heyecanını derinden duymuş Heinrich Schliemann, Troya’yı keşfedecek yeterli hayal gücüne sahipti. İlyada’yı dah iyi anlayabilmek için, çeşitli lisanlar öğrenen Schliemann herkesin bir masal şehri olarak kabul ettiği antik Troya kentini bulmayı, daha erken yaşlarda kafasına koymuştu. Ona göre İlyada’da anlatılanların hepsi tarihi gerçeklerdi. Şimdi yapılacak iş, İlyada’nın rehberliği ile, Troya kentini bulmak ve bu efsanevi kentin varlığını bütün dünyaya kabul ettirmekti. Ancak bunu gerçekleştirmek için sınırsız paraya ihtiyaç vardı. Para, gezmek ve kazıları desteklemek için çok gerekliydi. Gerek hırsı, gerek büyük şansı sayesinde kısa zamanda çok para kazandı, Özellikle Kırım Savaşı sırasında, Rus ordusuna karaborsadan sağladığı malzemelerin satılışından ve altına hücum sırasında, Kaliforniya’da bankacılıktan büyük bir servet yaptı. Hayatı boyunca yaptığı üç veya dört büyük servetten sonra, artık arkeolojiye dönmeye karar verdi. Troya’nın keşfi dışında hayatta en çok arzu ettiği şeylerden bir tanesi de Büyük Çin Seddini görmekti. Hayallerini gerçekleştirmeye uzaktan başlayıp önce Çin’e gitti. Özel rehberler tutarak tutarak Çin Seddi’ni gezdi.Bir ara kulelerden birinin en üstüne tırmanıp büyük bir tuğla parçasını sırtına alarak kan ter içinde aşağıya kadar taşıması, Scliemann’ın arkeoloji ile ilk tanışmasıdır.
Çin gezisi, Schliemann’ı bir müddet Troya düşüncesinden uzaklaştırmıştı. Ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu. Yazar mı olsaydı, yoksa filolog mu ? Paraya olan tutkusunu kendisi de pek beğenmiyordu. Dünyanın yarısını gezdi, 12 veya 13 lisan öğrendi. Rus eşinden 3 çocuk sahibi oldu. 43 yaşında saçları kırlaşmış olmasına rağmen hala hayatına nasıo bir yön vereceğine karar vermiş değildi. Huzursuz ve mutsuzdu. Tekrar Amerika’ya gitti. Orada da uzun süre kalamayıp, bir müddet sonra Paris’e döndü, metresiyle birlikte önemli toplantılara katılıyor, çok lüks bir hayat yaşıyor ama birtürlü huzura kavuşamıyordu. Neden yaşıyordu ? Neden mutsuzdu ? Neden yeri yurdu olmayan bir dilenci gibi dünyanın her tarafında dolaşıp duruyordu ?