Türk
ve Dünya Edebiyatında DENEME Türünün Tarihsel Gelişimi, Önemli Temsilcileri
)
1. Tanımı
Bir yazarın
özgürce seçtiği herhangi bir konu üzerinde kesin yargılara varmadan, kişisel
görüş ve düşüncelerini serbestçe anlattığı yazılara deneme
denir.
Kendisinden önce
benzeri yazılar yazılmış olmakla birlikte 16. yüzyılda deneme kavramını ilk kez
kullanan Fransız yazarı Montaigne (Monteyn)'dir. Denemeler adını verdiği
yazıları, bir edebiyat türünün adı olmakla kalmamış, benzerlerinin de
yazılmasına yol açmıştır.
2. Özellikleri
Denemede konu
özgürce seçilir.
İnsanı ve
toplumu ilgilendiren her şey (yaşama, ölüm, aşk, sanat, felsefe, din, ahlâk,
töre, bilim, siyaset vb.) denemenin konusu olabilir.
Deneme yazarı
kendisiyle konuşur gibi yazar.
Dili doğru ve
güzel kullanır.
Düşünce ufku
geniş ve kendine özgü bilgi birikimine sahiptir.
Kendi
duygularının dışında başkalarının düşüncelerine de saygı
duyar.
Denemeci ele
aldığı konuyu içtenlikle anlatır.
Denemeci, bayağı
bir anlatıma inmeden terim ve felsefi kavramların ağırlığından uzak bir üslubu
tercih eder.
Denemeci,
denemenin sonunda kesin bir yargıya, bir sonuca varmak amacında
değildir.
Deneme, herhangi
bir konuda düşündürücü, öğretici, inandırıcı ve ufuk
açıcıdır.
Deneme rahat
okunan bir düşünce yazısıdır.
Denemecinin öne
sürülen her düşünce ya da savı doğrulama, kanıtlama gibi bir kaygısı yoktur.
Deneme, makale ve eleştiriden bu yönüyle ayrılır.
Deneme yazarı
birçok kaynaktan beslenir: Felsefî, sosyolojik, tarihî tema ve olayların
yanında bilimsel veriler ve ünlü kişilerin özdeyişleri olabilir. Yine de
denemeci seçtiği konuyu farklı bir yaklaşımla işler.
Denemenin
Amacı;
Okuyucuyu
düşünmeye yöneltmek,
Hayatın
gerçeklerini ortaya koymak,
Kültür
alanındaki değişme ve gelişmeleri fark ettirmek,
Birey-toplum
ilişkisini dile getirmek vb.
Konularına
ve Yazılış Amaçlarına Göre Denemeler;
Klasik
deneme,
Edebî
deneme,
Felsefî
deneme,
Eleştirel deneme
olmak üzere gruplandırılır.
Deneme
ile makale arasında ne fark vardır?
Denemelerde
kişisel düşünce yer alır. Söylenenlerin kanıtlanmasına ihtiyaç duyulmaz.
Denemelerde ele alınan konular, kesin sonuçlara bağlanmaz. Makalelerde ise bilgi
vermek, bir fikri açıklamak ön plandadır. Düşünce yönü ağır basar; kanıtlamaya
ve açıklamaya dayanır. Kesin bir sonuca ulaşmak
hedeflenir.
Dünya
edebiyatında:
Montaigne(zaten öncüsüdür),Bacon,Voltaire,J.J Roussesau'yu saymak
mümkündür.
Türk
edebiyatında ilk deneme
kitapları arasında Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurebahanei Laklakan (1928);
Ahmet Rasim’in pek çok yazısı; Mahmut Sadık’ın Takvimden Yapraklar (1912); Refik
Halit Karay’ın Bir Avuç Saçma (1939), Bir İçim Su (1931), İlk Adım (1941), Üç
Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944); Falih
Rıfkı Atay’ın Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmak (1953), Çile (1955), İnanç
(1965), Pazar Konuşmaları (1966), Kurtuluş (1966), Bayrak (1970) gibi
kitaplarını saymak mümkündür.
Türk
edebiyatında deneme türü, genellikle şair, romancı ya da hikâyeci kimliği öne
çıkan sanatçılar tarafından ortaya konan ürünlerden oluşmaktadır. Birinci
derecedeki vasfı “denemeci” olan yazar sayısı oldukça azdır. Nurullah Ataç
(18981957), Sabahattin Eyüboğlu (19081973), Suut Kemal Yetkin (19031980), Mehmet
Kaplan (19151986), Nurettin Topçu (19091975), Salah Birsel (1919 ), Vedat Günyol
(1912 ), Enis Batur (1952 ), Cemil Meriç (19171987), Mehmet Salihoğlu (1922 ),
Uğur Kökden (1934 ), Nermi Uygur (1925 ) bunlardan birkaçıdır.
Aşağıdaki örnek, çağdaş bir deneme yazarımız olan Vedat Günyol’un bir denemesidir.
Aşağıdaki örnek, çağdaş bir deneme yazarımız olan Vedat Günyol’un bir denemesidir.
--------------DENEME
TÜRÜNE ÖRNEK----------------
KÖRÜ
KÖRÜNE İNANMAK
Öyle köylüler
biliyorum ki; ayaklarının altını yakmışlar, bir tüfeğin tetiği altında
parmaklarının ucunu ezmişler, başlarını cendereye sokup gözlerini kan içinde
dışarı fırlatmışlar, yine de ağızlarından söz
alamamışlar.
Birini gözümle
gördüm. Öldüğünü sanarak bir çıkıra atmışlardı; boynundaki ip hala duruyordu; bu
iple, onu bütün gece bir atın kuyruğuna bağlayıp sürüklermişlerdi. Öldürmek için
değil, eziyet etmek için, yüz yerine hançer saplamışlardı. Kendisiyle konuştum;
bütün bunlara katlanmış, sonunda da kendini kaybetmiş; istedikleri sözü
söylemektense, bin kez ölmeyi göze almış. Çektiği acılar yanında ölüm hiç
kalırdı. Hem de bu adam o semtin en zengin çiftçilerinden biriydi. Nice insanlar
kendilerinin olmayan inanışlar için, başkarından aldıkları, ne olduğu doğru
dürüt bilmedikleri fikirler için ses çıkarmadan diri diri
yanmışlardır.
Montaigne
ÖLÜM
ÜSTÜNE
Madem ki ölümün
önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates'e; "Otuz zalimler seni ölüme
mahkum ettiler," denildiği zaman: "Tabiat da onları!" demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de herşeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamıyacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius."
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de herşeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamıyacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius."
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Montaigne Türk
ve Dünya Edebiyatında DENEME Türünün Tarihsel Gelişimi, Önemli Temsilcileri
)
1. Tanımı
Bir yazarın
özgürce seçtiği herhangi bir konu üzerinde kesin yargılara varmadan, kişisel
görüş ve düşüncelerini serbestçe anlattığı yazılara deneme
denir.
Kendisinden önce
benzeri yazılar yazılmış olmakla birlikte 16. yüzyılda deneme kavramını ilk kez
kullanan Fransız yazarı Montaigne (Monteyn)'dir. Denemeler adını verdiği
yazıları, bir edebiyat türünün adı olmakla kalmamış, benzerlerinin de
yazılmasına yol açmıştır.
2. Özellikleri
Denemede konu
özgürce seçilir.
İnsanı ve
toplumu ilgilendiren her şey (yaşama, ölüm, aşk, sanat, felsefe, din, ahlâk,
töre, bilim, siyaset vb.) denemenin konusu olabilir.
Deneme yazarı
kendisiyle konuşur gibi yazar.
Dili doğru ve
güzel kullanır.
Düşünce ufku
geniş ve kendine özgü bilgi birikimine sahiptir.
Kendi
duygularının dışında başkalarının düşüncelerine de saygı
duyar.
Denemeci ele
aldığı konuyu içtenlikle anlatır.
Denemeci, bayağı
bir anlatıma inmeden terim ve felsefi kavramların ağırlığından uzak bir üslubu
tercih eder.
Denemeci,
denemenin sonunda kesin bir yargıya, bir sonuca varmak amacında
değildir.
Deneme, herhangi
bir konuda düşündürücü, öğretici, inandırıcı ve ufuk
açıcıdır.
Deneme rahat
okunan bir düşünce yazısıdır.
Denemecinin öne
sürülen her düşünce ya da savı doğrulama, kanıtlama gibi bir kaygısı yoktur.
Deneme, makale ve eleştiriden bu yönüyle ayrılır.
Deneme yazarı
birçok kaynaktan beslenir: Felsefî, sosyolojik, tarihî tema ve olayların
yanında bilimsel veriler ve ünlü kişilerin özdeyişleri olabilir. Yine de
denemeci seçtiği konuyu farklı bir yaklaşımla işler.
Denemenin
Amacı;
Okuyucuyu
düşünmeye yöneltmek,
Hayatın
gerçeklerini ortaya koymak,
Kültür
alanındaki değişme ve gelişmeleri fark ettirmek,
Birey-toplum
ilişkisini dile getirmek vb.
Konularına
ve Yazılış Amaçlarına Göre Denemeler;
Klasik
deneme,
Edebî
deneme,
Felsefî
deneme,
Eleştirel deneme
olmak üzere gruplandırılır.
Deneme
ile makale arasında ne fark vardır?
Denemelerde
kişisel düşünce yer alır. Söylenenlerin kanıtlanmasına ihtiyaç duyulmaz.
Denemelerde ele alınan konular, kesin sonuçlara bağlanmaz. Makalelerde ise bilgi
vermek, bir fikri açıklamak ön plandadır. Düşünce yönü ağır basar; kanıtlamaya
ve açıklamaya dayanır. Kesin bir sonuca ulaşmak
hedeflenir.
Dünya
edebiyatında:
Montaigne(zaten öncüsüdür),Bacon,Voltaire,J.J Roussesau'yu saymak
mümkündür.
Türk
edebiyatında ilk deneme
kitapları arasında Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurebahanei Laklakan (1928);
Ahmet Rasim’in pek çok yazısı; Mahmut Sadık’ın Takvimden Yapraklar (1912); Refik
Halit Karay’ın Bir Avuç Saçma (1939), Bir İçim Su (1931), İlk Adım (1941), Üç
Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944); Falih
Rıfkı Atay’ın Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmak (1953), Çile (1955), İnanç
(1965), Pazar Konuşmaları (1966), Kurtuluş (1966), Bayrak (1970) gibi
kitaplarını saymak mümkündür.
Türk
edebiyatında deneme türü, genellikle şair, romancı ya da hikâyeci kimliği öne
çıkan sanatçılar tarafından ortaya konan ürünlerden oluşmaktadır. Birinci
derecedeki vasfı “denemeci” olan yazar sayısı oldukça azdır. Nurullah Ataç
(18981957), Sabahattin Eyüboğlu (19081973), Suut Kemal Yetkin (19031980), Mehmet
Kaplan (19151986), Nurettin Topçu (19091975), Salah Birsel (1919 ), Vedat Günyol
(1912 ), Enis Batur (1952 ), Cemil Meriç (19171987), Mehmet Salihoğlu (1922 ),
Uğur Kökden (1934 ), Nermi Uygur (1925 ) bunlardan birkaçıdır.
Aşağıdaki örnek, çağdaş bir deneme yazarımız olan Vedat Günyol’un bir denemesidir.
Aşağıdaki örnek, çağdaş bir deneme yazarımız olan Vedat Günyol’un bir denemesidir.
--------------DENEME
TÜRÜNE ÖRNEK----------------
KÖRÜ
KÖRÜNE İNANMAK
Öyle köylüler
biliyorum ki; ayaklarının altını yakmışlar, bir tüfeğin tetiği altında
parmaklarının ucunu ezmişler, başlarını cendereye sokup gözlerini kan içinde
dışarı fırlatmışlar, yine de ağızlarından söz
alamamışlar.
Birini gözümle
gördüm. Öldüğünü sanarak bir çıkıra atmışlardı; boynundaki ip hala duruyordu; bu
iple, onu bütün gece bir atın kuyruğuna bağlayıp sürüklermişlerdi. Öldürmek için
değil, eziyet etmek için, yüz yerine hançer saplamışlardı. Kendisiyle konuştum;
bütün bunlara katlanmış, sonunda da kendini kaybetmiş; istedikleri sözü
söylemektense, bin kez ölmeyi göze almış. Çektiği acılar yanında ölüm hiç
kalırdı. Hem de bu adam o semtin en zengin çiftçilerinden biriydi. Nice insanlar
kendilerinin olmayan inanışlar için, başkarından aldıkları, ne olduğu doğru
dürüt bilmedikleri fikirler için ses çıkarmadan diri diri
yanmışlardır.
Montaigne
ÖLÜM
ÜSTÜNE
Madem ki ölümün
önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates'e; "Otuz zalimler seni ölüme
mahkum ettiler," denildiği zaman: "Tabiat da onları!" demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de herşeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamıyacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius."
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de herşeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamıyacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius."
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Montaigne