cumhuriyet sonrası türkiye'deki toplumsal olayların görsel sanatlar üzerine yansımaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cumhuriyet sonrası türkiye'deki toplumsal olayların görsel sanatlar üzerine yansımaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sanatın Toplum Üzerindeki Etkisi


GÜZEL SANAT VE TOPLUM

          “Sanatsız kalan bir toplumun
            hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
M.Kemal ATATÜRK

Doç. Ahmet ATAN[1]



            Toplumları “Güzel’e ve Güzel Sanatlara “ zorlayan pek çok nedenler vardır. Yalnız bu tek başına ekonomik faktörle açıklanamaz. Ekonomi, bilim, felsefe, politika gibi disiplinler önemli birer faktördürler ama yaşamın sadece birer bölümleridir. Sağlıktan sanata, ekonomiden eğitime hemen her alan Güzel’den payını almalıdır.
            Sanatın, kendinden kaynaklanan özel niteliğinden dolayı, toplumun sosyal değişim ve gelişim sürecinde sanat, diğer tüm atılımlardan daha önce etkileşime uğradığı gözlenmektedir. Tarih boyunca Güzel ve Güzel Sanatlar’ın toplum içerisinde özel bir yeri olmuş, bir anlamda sosyal gelişimin ya da değişimin aynası olmuştur. Toplumsal gelişimin boyutu ile Güzel’e olan gereksinim arasında doğal bir uyum vardır.                                                                 
Yaklaşık 5000 yıllık tarihimiz, Güzel Sanatlarda uzun bir geçmişe sahip olduğumuzun göstergesi olarak kabul edilebilir. Türk Milleti olarak bilinen savaşçılığımız ve barışçılığımız yanında diğer bir karakter özelliğimiz de “Sanatçı bir Millet” olmamızdır. Atalarımızın, giyim-kuşamlarından barınaklarına, av ve ev aletlerinden silah kabzalarına varıncaya kadar gösterdikleri sanatkarane yaratıcılık 20. yüzyıl sanatlarına dahi kaynak olmaktadır. Muharebe meydanlarındaki cengaverliğimiz, Lale-gül bahçelerinde hissiyatlı bir bahçıvanlığa dönüşürken bu durum Türk Milleti olarak sanatçı karakter yapımızı ortaya koymaktadır.
            Batılı Türkoloji uzmanı Lord Kinros diyor ki; “ 17. yüzyılda Türklerin bir süre savaşı bırakıp bahçeleri ile uğraştığı günlerde Avrupa ilk defa Lale’yi tanıdı”. Aynı şekilde Lord Kinros başka bir tespitinde görüşünü şöyle ifade ediyor:” Zevk sahibi olduğu kadar savaşçı bir insan da olan Türk erkeği süslü silahlar kullanmış ve gümüş işlemeciliğini bir büyük sanat haline getirmiştir. Lord Kinros’un bu görüşüne göre demek ki Türk Milleti çelik yumağa sarılı kadife gibidir.
            Sanatçı ruh, Türk Milleti’nin karakter yapısında var olan belirgin özelliklerindendir. Tarihi gelişim sürecinde Türk Milleti’nin içinde bir potansiyel güç olarak duran sanat faaliyetlerinin baba’nın oğul’u, dede’nin torunu yetiştirmesiyle, yaygın sanat eğitimi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu usta çırak sanat eğitimi yıllar sonra yapılacak olan üniversitelerdeki Güzel Sanatlar Fakülteleri ve Bölümlerinin kuruluşuna öncülük ediyordu.
Toplumların siyasal, sosyal ve kültürel varlıklarının deposu tarihtir. Ancak, kültür varlıklarının iki deposu veya iki şahidi vardır. Bu iki şahidin birisi gelenek, ötekisi ise sanat eserleridir. Bu topraklar üzerinde Türk uygarlığının şahitleri yok olursa, Türk Milleti’nin var oluşunun ve büyük bir medeniyete sahip olduğunun ispatlanması güç olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin çocukları; şanlı bir imparatorluğun torunları ise, bu şanlı bir kültür varlığının sahipleri olduğunun göstergesidir. Ancak 1919 yılından başlayarak Anadolu büyük bir değişim hamlesi içine girmiştir. Bunu gören Türk ressam, mimar ve heykeltıraşları, Milli Mücadeleyi destekleyen bir birlik anlayışıyla, toplumsal değişim ve gelişim sürecine olumlu katkılarda bulunmuşlardır.
Anadolu Türkiye Cumhuriyeti’nin öz topraklarıdır. Bunun en kesin kanıtları Türk Kültür ve sanat eserleridir. Yüzyıllardır kan ve gözyaşı ile kurulan, korunan ve kollanan bu vatan toprakları, analarımızın, bacılarımızın el emeği göz nuru halı, kilim, yazma ve daha nice el işi işlemeleri ile, en güzel şekilde süslenmiştir. Bu özelliği ile Anadolu’nun kendine has bir kültürü, bir sanatı olduğunu biliyoruz. Ancak Türk toplumunun yüksek bir kültür ve sanat seviyesinde bulunduğunu, yeterince hem kendi toplumumuza hem de dünyaya tanıtmak gibi bir görev üzerimize düşmektedir.
Özellikle Türkiye’de cumhuriyetin ilanından sonra, Türk Toplumu arasında Güzel Sanatların yeri ve öneminin vurgulanması için, Devlet yönetimi özel bir gayret göstermiştir. O zamanlar ki; devletin başında Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bulunuyordu.
Dünya tarihini gözümüzün önüne getirirsek, gelmiş geçmiş büyük insanların her biri yalnız büyük asker, büyük devlet adamı, büyük ilim adamı ve büyük sanatçı olmuştur. Toplumlarına, bilim kültür ve sanat dünyasına böylece hizmet ederek göçüp gitmişlerdir. Her biri bugün saygı ve sevgi ile anılmaktadır. Ancak, bu güne kadar hiç biri Atatürk gibi, mensubu olduğu milleti esir olmaktan ve onun vatanını düşman istilasından kurtarıp, onu çağdaş bir millet düzeyine yükseltmek, onu diline, tarihine, sanatına kadar düzene koymak hareketlerine girişerek başarılı olmamıştır. Bunu ancak Türk Milleti’nin içinden çıkan dehalar zincirinin son halkalarından biri olan Atatürk yapabilirdi. Atatürk engin kültürlü bir devlet adamı, Özgür düşünceli bir eğitimci, halkını aydınlatmayı görev edinmiş bir hatip ve gerçek anlamda bir halk öğretmeni aşamasına erişmiş, bütün olanaklarını halkına, gençliğe, vatanına adamış saygın ve seçkin bir öncü Türk vatandaşı idi.
Atatürk’ün toplumu aydınlatma faaliyetleri doğrultusunda, Türk toplumu ve aydınları  arasında “Türk Sanatı” görüşü hakim olmaya başlamıştı. Hatta bu isim altında Sanatçı-yazar Celal Esat Arseven tarafından 305 sahifelik bir kitap yazılmış ve yayınlanmıştır. Bu eserin hazırlanış tarihine bakılırsa;1934 ile 1935 yılları arasında olmalıdır ki, Atatürk’ün Türk Kültür tarih ve sanatını araştırma faaliyetlerinin yoğun olduğu bir döneme rastlar. Zaten Türk toplumunu bilinçlendirme adına yürütülen faaliyetlere bakılırsa, Atatürk’ün bu faaliyetleri belli bir sistem içinde tasarlayıp uyguladıkları görülür. Atatürk’ün bu politik uygulamasını üç aşamada incelemek mümkündür. Bu hareketlerin birincisi, tanıtıcı, ikincisi teşvik edici ve güven verici, üçüncüsü de Türk Plastik Sanat Eğitimi Kurumlarını oluşturmak olmuştur.
Toplum olarak, güzel sanatlar olmadan da yaşayabiliriz. Fakat, o zaman; ruhumuz, iç dünyamız boş kalır; bir çöle benzemiş olur; bizler, barbarlaşırız ve o zaman da, belli bir uygarlığımız olduğu için, “uygar barbarlar düzeyine düşeriz !.” Güzel sanatlardan yoksun olan insanların hayatları da bir çok nimetlerden yoksun kalır; o kadar fakirleşir ve bir anlamda bitkisel hayata girerler.
Güzel sanatlar; Toplum bireyleri olan insanlarda güzelliğe, güzele ve mükemmele karşı şiddetli bir istek, bir susamışlık duygusu uyandırır. Güzel sanatlar; hayatı anlamlandırır ve sevdirir. Güzel sanatlar insanların ruhlarını yükselterek onları erdemli hale getirir; yüksek ve derin düşüncelerle olgunlaştırır, Güzel sanatlar insanların duygularını inceltir davranışlarını nazikleştirir ve güzel yaşamanın yollarını gösterir. Denilebilir ki; Güzel sanatlardan yoksun insanlar veya toplumlar aynı zamanda temiz ve asil duygulardan da yoksundurlar. Ancak Güzel sanatlar, toplumları; yüksek bir kültür düzeyine eriştirir.
            İnsanların en büyük görevlerinden biri dünyayı güzelleştirmektir. Çünkü Dünya’yı ve daha geniş anlamda evreni kurtaracak ve kollayacak güzelliktir. İyiliğin, doğruluğun, yararın, erdemin güzellikten ayrılmaz bir nitelik olduğu kabul edilirse; Güzellik bir güneş gibi yeryüzündeki her şeyi aydınlatmalıdır. Bilimin, felsefenin, politikanın daha geniş anlamda toplumsal hayatı ilgilendiren tüm alanların iyi, güzel ve mükemmel olmasını istemektedir. Güzellik yalnız, Leonardo’nun fırçasından değil; Hattat Hamit’in Kaleminden, Suna Kan’ın veya  İdil Biret’in parmaklarından da dökülüp akmalıdır.  Güzellik; demircinin çekicinden akmalı, ayakkabı boyacısının fırçasında, simitçinin tablasında da görünmelidir. Dünyada her şey ve herkes güzel olmalıdır. Şehir merkezlerinde yol kavşaklarına dikilmiş heykellerden tutunuz da, kaldırım taşlarından caddedeki gece lambalarına kadar her şey güzel olmalıdır. Ya toplum, ya insanlar!… Evet insanlar da, aileler de, ailelerin yaşayışları ve toplumun yaşayışı da; Milletlerin ve devletlerin, sosyal düzeni sağlayan polislerin de işleri güzel olmalıdır. Türkiye’mizin çiftçilerinin çalışmaları da, yaşantıları da güzel olmalıdır. Millet vekili mecliste güzel kanun hazırlamalı, Öğretmen okulda güzel öğretmeli, subay kışlada güzel eğitim vermeli, İşçi fabrikada güzel iş yapmalı, harcadıkları emekler de güzel; ruhları doyurucu ve kandırıcı olmalıdır.
            Güneş; kocaman bir elmas küre parıltısı ile dünyanın her yerinde bataklığa da, saraylara da ışığını, ziyasını gönderir. Demez ki; ben bu bataklığa ışığımı göndermem. Ama işin güzel tarafı; Güneş küre ışığını bataklığa gönderirken onun büyüklüğünden ve onurundan bir şey kaybolmadığı gibi, sarayın penceresinden de girmesi ile fazladan bir onur kazanmaz. Zaten aydınlığın merkezi kendisidir. İşte Güneş, demet demet, salkım salkım ışınlarını yeryüzünün her tarafına yayarak doğayı ve insanları aydınlatıyor, ısıtıyor ve yaşatıyorsa; güzellik de onun gibi; insanların ruhlarına dolmalı, insanların ruhlarını ısıtmalı, zihinlerini aydınlatıp parlatmalı; her yerde her işde insanların temiz, kusursuz olmalarına, dürüst, neşeli ve sağlıklı yaşamalarına yardım etmelidir. Ve böylece; her insanın bakışlarından, söylediği sözlerden, yaptığı her hareketten ve yüzünde beliren çizgilerle kıvrımların her birinden… insanların düşüncelerinden, elleriyle parmaklarıyla dokundukları her şeyden; zerre zerre, demet demet, salkım salkım güzellik fışkırmalıdır.Ve ancak toplum güzelin önemini kavrama ve benimseme olayının gerçekleştiği gün; hayatta güzellik denilen insanlara ya da toplumlara dirlik, dirilik, birlik ve esenlik verici bir yüce kaynağın var olduğu söylenebilir. Şu bilinmeli ve kabul edilmelidir ki; Güzelin kendisi topluma muhtaç değil, toplum güzel sanatlara muhtaçtır.
            Ortaya çıkan bu sonuçlar güzel sanatların sosyolojik yönünü ortaya koymaktadır. Bu bağlamda güzel sanatların kendine özgü bir etkisiyle sosyal topluma kazandırdığı bir estetik yaşantı vardır. Güzel sanatlar, bu yönü ile uygarlığa ve sosyal topluma önemli katkılarda bulunur. Bundan dolayı tarihçiler bir toplumu inceleyip değerlendirirken, artık savaş ve zaferlerden çok; sanat eserlerini inceliyorlar. Çünkü bir toplumu ve onun zeka, tasarım düzeyini en iyi yansıtan ayna, toplumsal eserlerdir. İşte güzel sanatlar şüphesiz; insana, insanlığa yeniden asli fonksiyonlarını kazandıracak bir araçtır. Güzel sanat eserleri, toplumların onurlarını yüceltmekte, ruhlarını temizleyip ıslah etmekte, insanlara bedensel ve ruhsal bir tazelik ve canlılık vermektedir. Toplumun günlük yaşantılarındaki uygunsuzluklarından, hatalarından, kusurlarından ve kötülüklerinden uzaklaşmalarına güzel sanatlar vesile olur.
            Güzel sanatlar, insanda; doğuştan gelen ve ayrı ayrı zamanlarda beliren nitelikleri geliştirmek, insanda en iyi, en güzel ve en yüce olan insanlık duygularını eğitmek ve geliştirmek suretiyle insanın en mükemmel şekli almasını sağlayacak bir araçtır.
            Her ne kadar, toplumun büyük bir kesimi güzellik ile güzel sanatların ve sanatçının yaratıcılık gücü’nün, hayatta bir süs unsuru olduğunu benimsemişler ve her zaman, bu görüşlerini itiraf etmişlerse de güzelliğin; gene de asil ve değerli bir duygu olduğuna inanır gibi görünmüşlerdir.[2] Ayrıca, güzelliğin; insanlara özgü bütün etkinliklerin temelinde bulunması ve bu etkinlikleri tamamlamada birinci derecede rolü olması gereken özlü ve özel bir nitelik olduğu konusunda yeterince ikna olamayanlar da yok değil.
            Bilinmektedir ki; bu gün; yeryüzü insanlarının büyük bir çoğunluğu bedence çok ağır ve bazı yerlerde son derece acıklı ve katlanılamaz acılarla dolu şartlar içinde yaşamaktadırlar. İnsanlık yoksulluk ve ıstıraplar içinde bunalmaktadır. Dünyanın pek çok bölgesinde bu durumda bulunan zavallı insanların karşısına çıkıp da onlara, güzel sanatlar alanlarındaki güzelliklerden ve yaratıcılıklardan sözetmek, çok acaip olmaz mı?… Ve bu tutum; yeteri kadar doyunamamış, günlerce aç dolaşmış, üstleri başları yırtık ve yamalı olan, yatacak yerleri bulunmayan kimselere güzel renkli elmalardan, portakallardan, ince el ve iğne işi dantellerden söz etmek kadar yersiz, lüzumsuz ve hatta gülünçtür; diyenler bulunmaz mı?… Fakat hemen belirteyim ki; böyle bir soruya cevap vermek bu soruyu sormak kadar saçma olur. Ve biz insanlar; çok kez böyle çürük düşünceler taşıdığımız için; bizlerin kişisel hayatımız olduğu gibi; aile hayatımız, toplum hayatımız, toplumsal ve politik hayat ve etkinliklerimiz pek çok yönleriyle şeklini değiştirmiş, deformasyona uğramış, kötüleşmiş ve sakatlanmıştır. Bunun önemli nedenlerinden biri, hiç şüphesiz; güzele ve güzel sanatlara pek az yer ve önem verilmiş olmasıdır.
            Bir bilim yarışmasında Jean-Jacque Rousseau (1712-1778) Güzel sanatlar aleyhindeki şu görüşlerini ortaya koymuştur;”İyi bir asker için bilim, felsefe ve güzel sanatlar faydalı değil; tamamıyla zararlıdır. Çünkü: İyi bir asker için önemli olan şey, zihninin bilimlerle işletilmesi ve zevklerinin güzel sanatlarla inceltilmesi değil; kollarının, vücut kaslarının ve organlarının sağlam ve kuvvetli olmasıdır.” Jean-Jacque Rousseau’nun ileri sürdüğü bu düşünceler ve yaptığı yargılamalar; ünlü filozoflardan Volteire’in dikkatini çekmiş ve Jean-Jacque Rousseau’ya bir mektup yazarak onu “İnsanları dört ayak üzerine yürümeğe zorlamakla” suçlamıştır.[3]
            İçinde yaşadığımız çağda, bir insanın hem kendisi hem başkaları için, temelinde sağlam akıl, sağduyu ve neşe içinde bulunan bir hayat yaratması ve bu hayatı yaşaması, hiç şüphesiz kolay değildir. Bu; temelli bir bilgi ve özellikle “sanat” işidir. Bu işi başarılı bir tarzda yapabilmek için, ayrı ayrı her birimizden ve hep birlikte hepimizden istenilen tek şey; güzelliğin ne olduğunu bilen, güzelliği seven sanatçılar gibi davranarak bütün hayat alanlarına hesaplı ve ölçülü adımlar atarak girmektir. Halbuki bizler, ne yapıyoruz?. Bizler kaba saba kimsecikler, üstleri başları yağ, kir, kireç ve boya içinde dolaşan badanacılar ve hatta, daha çirkini ve kötüsü; önüne geleni devirip kıran, yakıp yıkan barbarlar gibi; hayata, hayattakilere, bütün hayat alanlarına, İnsanlararası ilişkilerde birbirlerimize kaba güçlerimizle saldırıyoruz. Bundan dolayı; hayatımız çekilmez olduğu gibi, başkalarının hayatını da çekilmez hale getiriyoruz. Böylece toplum olarak hayatımız, çirkin ve düzensiz bocalamalarla akıp gitmektedir.
            Öyle sanıyorum ki; sözlerim sizlere; hepimizin ve her insanın hayatında, güzel sanatlara değer veren duygu, davranış ve yaratış belirtileri ne kadar az ve eksik ise; ve hayatımız güzellik yönünden ne kadar fakir ise; güzellik, güzel sanatlar ve sanatkarane yaratış etrafında çok çok konuşmanın yeni yeni iddialar ortaya atmanın, hatta bağıra bağıra tartışmanın; hiçbir yararı olmayacaktır. Çünkü “Karga’dan Kanarya gibi ötmesini beklemek Karga oğlu Kargalıktır”.
            Rus yazarı Dostoyevski “ Evreni kurtaracak güzelliktir” demek suretiyle, güzelliğin insan ve toplum hayatında, insanlığın kurtuluşunda oynayacağı önemli rolü belirtmeye gerek görmüştür. Dostoyevski, evreni kurtaracak bilimdir, felsefedir, politikadır dememiş, “güzellik”tir demiştir. Çünkü; bilim de, felsefe de, politika da türlü temelsiz inançlara bürünerek, yararsız ve sağlıksız biçimler alabilir; bozgunluklara, fesada uğrayabilir; her biri ağır suç sayılan türlü biçimlere bürünebilir ve o zaman; bilim de, felsefe de, politika da insanları karanlığa sürükleyen bir kara güç haline gelebilir. Bunun için; bilimin de art düşüncelerden ve her türlü kusurlardan sıyrılarak insanlığın hizmetinde bulunmasına şiddetle ihtiyaç vardır. Felsefenin  de, politikanın da dürüst, olgun, kusursuz ve mükemmel olması; kasıtlı sapmalar ve duraklamalar yapmadan işlemesi; insanların ruhlarını ve vicdanlarını huzura kavuşturan sevimli, kandırıcı bir inanç kaynağı nitelikleri içinde varlığını sürdürmesi lazımdır. Çünkü yalnız güzellik bilime de, felsefeye de, politikaya da; amaçlarına uygun alanlarda kalmayı; bu amaçlara uygun etkinliklerde bulunmayı sağlayacaktır.
            Güzellik’e dayalı incelik, naziklik ve zarafet; insanlara, muhtaç oldukları düzeni de sağlayacak; dünyayı kötülüklerden ve çirkinliklerden kurtaracak; hayatı hayat ile hayatlandıracak, insana rahatlık ve mutluluk getirecek en güçlü şarj kaynaklarından biridir.
            Şimdiye kullandığımız güzellik kavramı ile biz; pek çok insanın sık sık , her yerde, hemen her konuda ve gelişigüzel bir umursamazlıkla kullanarak gerçek anlamını bozdukları ve sakatladıkları güzellik sözlerini, aynı umursamazlık ve belirsizlik içinde tekrarlamıyoruz.  Biz bu kavramı; hem çok geniş anlam ve kapsamları içinde ve hem de; her şeyi, her hal ve işlemi sarıp kuşatan, her iş ve davranışın yalnız dışında kalmayıp içine ve özüne kadar süzülen; insanların ruhlarına, düşüncelerine, duygularına varıncaya kadar, çok yaygın alanlar içinde değerlendiriyoruz; insanların tensel ve tinsel bütün işlerine düzen verecek çok kudretli ve sınırları dikkatle ölçülmüş “yapıcı ve yaratıcı bir güç” karşılığı olarak kullanıyoruz. Böyle olduğu ve böyle düşünülmesi gerektiği halde, toplumun büyük bir kesimi güzellik kavramını, adeta Nasrettin Hoca’nın kuşuna çevirmişlerdir. Kuyrukları kesilmiş, kanatları yolunmuş, her tarafı kana bulanmış bir acayip kuşa benzetmişler; bu güzel sözlerin doğal ve normal anlamlarını yağma etmişlerdir.
            Biz insanlar; evlerimizin kapılarını, çalışma odalarımızın, okullarımızın, sosyal kurumlarımızın ve Devlet kuruluşlarının kapılarını; güzelliklere karşı- hiçbir aralık bırakmamacasına, sıkı sıkıya kapamışız. Ve hala da kapamağa devam ediyoruz. Hatta bizler; güzelliği ve güzel sanatlar alanlarındaki yaratıcılığı bir cennet kuşu gibi önce bir altın kafese kapatmış ve kapalı mekanlara hapsetmişiz. Ve toplum olarak bizler; güzel sanatları da, güzelliğe ve güzel sanatlara hizmet edenlerin eserlerini de göz önünden kaldırıp onları yalnız Sanat Müzelerine, yalnız Güzel Sanatlar Fakültelerinin salonlarına, tiyatro binaları salonlarının duvarlarına; şairlerin, yazarların çalışma odalarına; heykellerin tunçlarına ve mermerlerine, tabloların tuvallerine, sarayların ve yüzlerce sanatkarane yapılmış binaların duvarlarına aktarmakla yetinmiş ve oralara hapsetmişiz!
            Güzellik ve Güzel sanat eserleri; kaderin çok seyrek ellerinden tuttuğu paralı, bol şanslı ve imtiyazlı kimselerin kendi odalarına kapattıkları, yalnız kendilerine özgü, göz kamaştırıcı ve büyüleyici güzellikleri olan kristal avizeler değildir. Güzellik ve Güzel Sanat eserleri herkesi her yerde : Dağların tepelerinde, yürüdüğümüz sokaklarda, demirci dükkanlarının kapıları üzerinde, han’ların saçaklarında da görünmeli ve ışınları her yöne saçılan güneş gibi, her yeri ve her şeyi aydınlatmalıdır. Güzel Sanatlar ve güzellik; bayram günleri ve törenlerde giyilen “bayramlık kıyafetler” değildir. Güzellik ve güzel sanat eserleri; günlük kıyafetler gibi, her gün giyilen iş elbiseleri olmalıdır. Güzellik ve güzel sanat eserleri, birer konfor, birer süs ve güzel birer süsleme aracı veya  parlak taşlarla mücevherlerden yapılarak “hayatın boynuna” takılmış birer kolye de değildir. Güzellik ve güzel sanatlar, hayatta her gün kullanılacak hava, su ve ekmek gibi; en gerekli, hayati önem taşıyan birer “ihtiyaç”tır. Bunlar; hayat binamızı yapmada kullanılacak çimento, kum, çakıl, kireç.. gibi, en önemli harç malzemesi olmalıdırlar. Hatta, bunlar; Güzel sanat eserlerindeki güzellik, daha önemli iş görmeli; hayat binamızın yapıcıları, baş mimarları ve bütün etkinliklerimizin düzenleyici güçleri ve elemanları olmalıdırlar.[4]
            İnsan sanatçıdır, Resim çizdiği, roman yazdığı için değil… Kalbi olduğu için, ruhunda sabır, şefkat ve fedakarlık olduğu için.. Konuşmak bir sanattır.. Dinlemek bir sanattır… Öğretmenlik bir sanattır… sözün özü zoru başarmak bir sanattır… Sadece eli ile çalışana amele derler. El’i ve aklı ile çalışana usta derler.. El’i, aklı ve kalbi ile çalışana da sanatçı derler. Kısacası dünyanın güzelleşmesine, evrenin kurtarılmasına katkıda bulunan herkes sanatçıdır.


DİP NOTLAR
——————————————————————————–
[1] Dicle üniversitesi, Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü. Diyarbakır-TÜRKİYE
[2] Petrov, Grigory, Olaylar İçinde Büyük Sanatçılar ve Üstün Yapıtları, Çev. Hasip A. Aytuna, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s.1
[3] Şişmanov, Prof. Dr. İv. D., Sofya Üniversitesi, Petrov, Grigory, Olaylar İçinde Büyük Sanatçılar ve Üstün Yapıtları, Çev. Hasip A. Aytuna, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. XX
[4] a.g.e.,s.4
Sanat Toplum İçindir Anlayışı
Bu teze göre; sanat doğrudan doğruya ‘topluma yarıyan bir araçtır. Edebi­yat yapıtı toplumsal koşulların da ürünüdür. Yapıt, hem sanatçının, hem de top­lumun malıdır; uzak dünlerden gelen edebiyat zinciridir.
Sanat yapıtlarının diğer kollarında olduğu gibi, edebiyat yapıtlarım da; soyaçekim, tarih, topîum, iklim, yaşantının binbir yönlü etkileri altında yetişen öznenin nesneden aldığı izlenimler karşısında ortaya çıkan ürünler sayabiliriz. Sanatçı ister istemez çağının, toplumun, içinde bulunduğu koşulların etkisi al­tındadır.                                                                     
Seyircisiz tiyatro, dinleyicisiz musiki düşünülemeyeceği gibi, okuyucusuz edebiyat da düşünülemez. Bekir Sıtkı Kunt’un şu sözleri toplum için sanat görü­şüne uygulanabilir : «.Dünyada insandan başka, insana görev gayesinden başka hiç bir şey yoktur. Ağaçlar en güzel meyvalarmı insanlar yesin diye verir. Hay­vanların kimi etimizi yesinler, kimi derimizi, yünümüzü giysinler diye yaşarlar… Yani her şey, insanlara faydalı olmak içindir… Bu itibarla sanat var olabilmek için insanlara faydalı olmak zorundadır. Bu işi en kestirme yoldan en faydalı biçimde yapan, gerçek olarak, en büyük sanatçıdır.»
Sanatın kollarından biri olan edebiyat, estetiğin olduğu kadar, ruh bilimin, toplum bilimin de konuları arasındadır. Yüreği duygulu, kafası işleyen bir sa­natçı, bugünün toplum olaylarına ilgisiz kalamaz. Toplumsal psikolojinin etki­leri genellikle az veya çok edebiyatta yankı bırakır.
Göz, kökleri kopup vücuttan aynlmca, kendi başına kalınca, artık hiçbir şey göremez. LUCRETIUS. Bir atmaca, serçenin birini gagalarken susar, ama serçe çığlık çığlığadır. Bir kedi bir fareyi yakaladı mı susar, ama fare basar çığlığı. Yalnızca bağırmasını bilenler sonunda susanlar tarafından yenip yutu­lurlar… Önceden verilmiş bir konu üzerinde yazmak, edebiyat değeri olmayan, sıradan okuyucuyu harekete geçirme gücünden yoksun bir deneme yazmaya benzer. Devrim için devrimcilere gereksinme vardır, devrimci edebiyat bekle­yebilir; ancak devrimciler yazmaya bağlayınca devrimci edebiyat doğabilir. Ben devrimin edebiyatta büyük bir rolü olduğu kanısındayım. Devrimci bir evrenin edebiyatı normal zamanlarmkine benzemez. Çünkü devrim, edebiyatı da değiş­tirir. Burada sözü edilen büyük devrimlerdir, edebiyatı ancak onlar değiştirir­ler, küçükler değil. Gerçekte küçüklere devrim adını vermek de doğru değildir… Devrim, toplumsal gelişme için gereklidir, tükenmemiş tüm ırklar Her gün, çoğu küçük devrimler de olsa, devrim yapmaktadır.Lu ESUN. Burjuvazinin ta­rihsel rolü artık bitmiştir; çöküş halinde bir smıf olarak, o, kendisini gerek­tiğinde yanıltmaca vererek, gerektiğinde zor kullanarak savunmaktadır; onun üstünlüğünü hazırlayan koşullar ortadan kaybolmakta ve artık aşılmış bulun­maktadır. Henri LEFEBVRE. Sanat; gerçeğe etkinlik kazandırma aracıdır. Sa­nat, sanat için değil; sanat hayat içindir. SPENCER. İnsanlar kolaylık isterler. Sıkıntı, yorgunluk gereksizdir. Düz olmalıdır yürüdüğümüz yollar. Edebiyat da… Hatta düzenden, yerleşmiş düzenden yana olan yazarlar hiç hoşlanmaz­lar başka yazarların, şairlerin bilinen patikaların, asfaltların dışmda dolaşma­larını. Ormanlara girmelerini, dikenli yollardan geçmelerini… Taskentteki bir toplantıda Yevtuşenko «Şairin görevi ormanları düzene sokmaktır» demişti kendisini alışılan yolların dışına çıkmakla suçlandıran bir Rus yazarına… in­sanlığın nice balta kesmez ormanları var, içinde dışında, doğal olarak karşısın­da bulduğu, çoğu kez de kendi yarattığı… Edebiyat güçlüklerle çarpışacaktır, şair yazar yeni yeni şifreler çözecektir, şifreler kuracak, yaratacaktır. Barthes’itı sözündeki gibi… «Yaşamın anlamını öğrenmeden yaşamaya başlamayacağım» der yazar kendi kendine. Bu anlamı aramak için de yazar yazar… Bir ömür boyu… Sorun, bulmak değildir zaten, aramaktır. Okurlarını da kendisiyle bir­likte düşündürerek, duygulandırarak, kısacası yaşatarak. Oktay AKBAL
Read more