aöf türkiye ekonomisi ders notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aöf türkiye ekonomisi ders notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Aöf 4. Sınıf Türkiye Ekonomisi 7. Ünite Ders Notları


Ünite 7 – Türkiye’de Finansal Yapı, Krizler ve Ekonomik İstikrar Kararları
Türkiye’de Finansal Yapı, Bankacılık Sektörü ve Para Politikası
Bankacılık sektörü:
Merkez bankası
Mevduat bankaları
Katılım bankaları
Kalkınma ve yatırım bankalarından oluşmaktadır.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
Ülke bankası olarak da nitelendirilen merkez bankaları, ekonomide parayı ve para politikasını kontrol eden,
büyük ölçüde kamu kurumu niteliğinde yapılanan ve ekonomide nihai ödünç mercii ya da likiditenin son
kaynağı olarak faaliyette bulunan bir banka türüdür. Merkez bankalarının en temel niteliği, ekonomiyi
fonlayacak en son makam olmasıdır. Bankalar ellerindeki ticari senetleri merkez bankasına iskonto ettirmek
suretiyle kısa vadeli bu krediyi temin edebilirler. Bu krediye reeskont kredisi, buna uygulanan iskonto ya da faiz
oranına da reeskont oranı denir.
Merkez bankalarının en önemli görevi, bir ekonomideki iktisadi atmosferin kontrol edilmesinde
para politikası araçlarından yararlanarak politika yapıcılara yardımcı olmaktır.
25.04.2001 tarih ve 4651 sayılı kanunla TCMB’ nin temel görevi, fiyat istikrarını sağlamak ve enflasyonu
kontrol altında tutmak şeklinde tanımlanmıştır. Kanuna göre, TCMB fiyat istikrarını sağlamak için
uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler ve fiyat
istikrarını sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını destekler.
Bununla birlikte, TCMB açık piyasa işlemleri, reeskont ve avans işlemleri, döviz rezervlerinin yönetilmesi, mali
piyasaların izlenmesi ve zorunlu karşılıkların belirlenmesi gibi ek görevleri de yerine getirir.
TCMB’ nin temel görevleri şunlardır:
Ñ Açık piyasa işlemleri yapmak
Ñ Hükümetle birlikte Türk Lirası’nın (TL) iç ve dış değerini korumak için gerekli tedbirleri almak
Ñ TL’nin yabancı paralar ile altın karşısındaki denkliğini tespit etmeye yönelik kur rejimini belirlemek
Ñ TL’nin yabancı paralar karşısındaki değerinin belirlenmesi için döviz ve efektiflerin vadesiz ve vadeli
alım ve satımı ile dövizlerin TL ile değişimi ve diğer türev işlemlerini yapmak
Ñ Bankaların ve Bankaca (TCMB) uygun görülecek diğer mali kurumların yükümlülüklerini esas alarak
zorunlu karşılıklar ve genel disponibilite ile ilgili usul ve esasları belirlemek
Ñ Reeskont ve avans işlemleri yapmak
Ülke altın ve döviz rezervlerini yönetmek
Ñ Türk Lirası’nın hacim ve tedavülünü düzenlemek, ödeme ve menkul kıymet transferi ve mutabakat
sistemleri kurmak, kurulmuş ve kurulacak sistemlerin kesintisiz işlemesini ve denetimini sağlayacak
düzenlemeleri yapmak, ödemeler için elektronik ortam da dâhil olmak üzere kullanılacak yöntemleri ve
araçları belirlemek
Ñ Finansal sistemde istikrarı sağlayıcı; para ve döviz piyasaları ile ilgili düzenleyici tedbirleri almak
Ñ Mali piyasaları izlemek
Ñ Bankalardaki mevduatın vade ve türleri ile katılım bankalarındaki katılma hesaplarının vadelerini
belirlemektir.
o Disponibilite: Mevduat kabul eden bankaların taahhütlerine karşılık olarak nakit veya
kolaylıkla nakde çevrilebilir (likiditesi yüksek) değerler bulundurma zorunluluğuna denir.
TCMB’ nin temel yetkileri ise şunlardır:
Türkiye’de banknot ihracı imtiyazı tek elden Banka’ya (TCMB) aittir.
TCMB, hükûmetle birlikte enflasyon hedefini tespit eder, buna uyumlu olarak para politikasını belirler.
Banka, para politikasının uygulanmasında tek yetkili ve sorumludur.
Banka, fiyat istikrarını sağlamak amacıyla Kanun’da belirtilen para politikası araçlarını kullanmaya,
uygun bulacağı diğer para politikası araçlarını da doğrudan belirlemeye ve uygulamaya yetkilidir.
TCMB, olağanüstü hâllerde ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) kaynaklarının ihtiyacı
karşılamaması durumunda, belirleyeceği usul ve esaslara göre bu Fon’a avans vermeye yetkilidir.
Banka, nihai kredi mercii olarak bankalara kredi verme işlerini yürütür.
18
TCMB, bankaların ödünç para verme işlemlerinde ve mevduat kabulünde uygulayacakları faiz
oranlarını, belirleyeceği usul ve esaslara göre bankalardan istemeye yetkilidir.
Banka, mali piyasaları izlemek amacıyla bankalar ve diğer mali kurumlardan ve bunları düzenlemek ve
denetlemekle görevli kurum ve kuruluşlardan gerekli bilgileri istemeye ve istatistiki bilgi toplamaya
yetkilidir.
TCMB 2001 krizinden sonraki yıllarda esas olarak fiyat istikrarını sağlamaya odaklanmış; bunu sağlamak için de
genel olarak faiz oranlarını yüksek tutarak iç talebi kontrol etmeye çalışmıştır.
2008’in son çeyreğinde küresel finansal kriz patlak verince, TCMB pek çok diğer merkez bankası gibi fiyat
istikrarından çok, büyüme ve istihdam kaygılarını öne çekerek faiz oranlarında her ay kademeli bir indirime
gitmiştir. 2011 yılına gelindiğinde ise küresel krizin borç krizine dönüşmesi ve bunun finans ve bankacılık
sektörünü de içine alacak bir istikrarsızlığa doğru sürüklenmesi tehlikesine karşı TCMB finansal istikrarı
sağlamayı öncelikli hedef olarak görmeye başlamıştır. Banka politikasında faiz oranları yerine karşılıkları
yükseltmeyi tercih etmiştir.
Banka diğer yandan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ile birlikte sorunsuz kredi kullanımını
hem arz edenler hem de talep edenler yönünden daraltma yoluna gitmiştir.
2011 yılında enflasyon oranlarının hedeflerin çok üzerinde çıkması ve finans sektöründe bir kriz algısının
bulunmamasından dolayı, TCMB 2012 yılında fiyat istikrarı önceliğine geri dönmüş ve politika faiz oranları
üzerinden iç talep büyümesinin yavaşlatılmasına yönelik yeniden parasal sıkılaştırma uygulamalarına
başlamıştır. Bu çerçevede, bir yandan tasarruf açığının daraltılması, diğer yandan kısa vadeli sermaye
girişlerinin caydırılması için başka para politikası önlemleri alınmıştır. MB 2011 yılında zorunlu karşılıkların
kısmen de olsa yabancı para cinsinden tutulması na karar vermiştir. Bu karar ilk etapta MB rezervlerini artırmış
olsa da daha sonra döviz talebin artmasına ve bunun da bir kısmının MB rezervlerinden karşılanmasına ve
rezervlerin azalmasına neden olmuştur. Bu durum, doğal olarak net iç varlıkların ve parasal tabanın
küçülmesine yol açmıştır.
Mevduat Bankaları
Temel faaliyet alanı, para ve paranın ikamesi olarak menkul değerlerin alım ve satımı olan bankalara
mevduat ya da ticaret bankaları adı verilir. Bu çerçevede ticaret bankaları; bireyler, firmalar ve resmi
kurumlardan sağladıkları fonları, ihtiyacı olanlara kredi, plasman ve menkul değer olarak transfer eder. Bu
transfer işlemi esnasında fon temini ve aktarımından doğan maliyet ile getiri arasındaki fark ise ticaret
bankalarının temel gelirlerini oluşturur.
Bir ekonomide merkez bankaları para basmak ve bunu piyasaya sürmek ve çekmek suretiyle para arzını artırır
ve azaltır. Asli para olarak bilinen bu emisyon yoluyla parasal genişleme veya daralma sürecine, ticaret
bankaları hesaptan hesaba devir yaparak, kaydi para üretmek suretiyle katkı sağlarlar.
Kaydi para, bankaya yatırılan mevduatın belli bir kısmının yasal zorunluluk olarak tutulması kalanın ise kredi
veya başka yollarla piyasaya sürülmesi, bundan bankacılık sistemine geri dönen kısmın aynı süreçle yeniden
piyasaya çıkması ne tekrar geri dönmesi ile kümülatif bir paranın üretilmiş olmasıdır.
Katılım Bankaları
Hizmet tanımını faizsiz bankacılık olarak yapan katılım bankaları, parayı ticarete doğrudan konu
olan bir meta şeklinde görmeyen, onu ticarette mübadelenin yapılmasına imkân tanıyan bir araç olarak ele
alan bir finansal aracı türüdür. Katılım bankalarının fon kaynakları ve fon toplama yöntemleri ticari
bankalarınkinden farklıdır. Buna göre, bu bankalar fon arz edenlere, faiz yerine kâr-zarar ortaklığına dayalı bir
sözleşme önerirler. Dolayısıyla topladıkları fonlar diğer bankalardaki mevduat hesaplarına benzese de onlarda
olduğu gibi önceden belli bir faiz oranı vaat edemezler. Dönem sonunda piyasada geçerli getiri oranlarına
yakın bir kâr payı verirler. Topladıkları fonlar; vadesiz ise özel cari hesaplar, vadeli ise kâr ve zarara katılma
hesapları olarak kaydedilir. Ayrıca, diğer ticari bankalarda olduğu gibi kısa vadeli her türden borçlanma
işlemine giremezler. Bu doğrultuda toplanan fonlar, sadece fon talebinde bulunan kişilere kredi şeklinde
kullandırılabilir. Söz konusu krediler nakdi ve gayri-nakdi biçimde olur. Gayri-nakdi krediler ticaret
bankalarındaki gibi teminat mektupları ve garanti belgeleridir. Nakdi krediler ise şunlardır: Kâr-zarar ortaklığı,
üretim ya da kurumsal destekler, iştirak, finansal kiralama (leasing)ve bireysel finansman desteği.
19
Kalkınma ve Yatırım Bankaları
Kalkınma Bankası: Çoğu zaman birlikte değerlendirilmesine rağmen, gelişmekte olan ülkelerde sermaye
yetersizliği içindeki firmalara veya büyük sanayi firmalarının yapacağı yatırımlara kaynak ve teknik
yardım sağlayarak ekonomik kalkınmayı hızlandırma amacı güden finansal aracılara denir.
Yatırım Bankası: Gelişmiş ülkelerde atıl fonlara sahip kurumsal yatırımcılara fonlarını menkul değer alım ve
satımı ile değerlendirmelerinde aracılık ve danışmanlık yapan, işletmelere doğrudan kredi vermeyen ancak
işletmelerin orta ve uzun vadeli fon gereksinimlerini karşılayan finansal aracılara denir.
Bankacılık Sektörü ile İlgili Son Gelişmeler
Türkiye’de faaliyet gösteren toplam banka sayısı 2002-2011 döneminde 58’den 48’e düşmüş (1999’da 81);
buna karşılık, katılım bankaları hariç şube sayısı 6.106’dan 9.833’e, çalışan sayısı ise 123.271’den 181.418’e
yükselmiştir. Banka sayısı yaklaşık %19 azalırken, şube sayısı %61, çalışan sayısı ise %47 artış göstermiştir.
Böylece, banka başına şube sayısı 113’ten 223’e, banka başına çalışan sayısı da 2.283’ten 4.123’e çıkmıştır.
Bankacılık sektöründeki en önemli değişikliklerden biri
de mevduat bankaları nın alt bileşenlerinin dağılımında
meydana gelen ciddi değişikliktir. Buna göre, bu yıllar
arasında özel sermayeli banka sayısı 20’den 11’e
gerilerken, yabancı sermayeli banka sayısının sadece
15’ten 16’ya çıkmasına karşılık, bu bankaların şube sayısı
da 206’dan 1.937’ye yükselmiştir. Ancak banka başına
şube ve çalışan sayıları itibarıyla kamu bankaları sırasıyla
970 ve 16.746 sayıları ile rekabet edilemez bir öncülüğe
sahiptirler.
Mart 2012 itibarıyla faaliyet gösteren 31 mevduat bankasından 3’ü kamu sermayeli, 11’i özel sermayeli,
16’sı yabancı sermayeli, 1’i Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiş ve 13’ü de kalkınma ve
yatırım bankasıdır.
Banka gruplarının toplam aktifler, mevduatlar ve
krediler bakımından sektör paylarında zaman
içindeki değişimin (2002 ve 2011 verileri itibarıyla)
bakıldığında; Kamu bankalarının toplam
aktiflerdeki ve mevduattaki payı azalırken,
kredilerdeki payı artmış (hem de oldukça ciddi
oranda), özel bankaların tüm kategorilerde payı
azalmış, yabancı bankaların payı ise tam tersine
tüm kategorilerde 4 ila 6 kat düzeyinde artmıştır.
Son yıllarda fiyatlar genel düzeyinin (enflasyonun) düşmesi, kurun nispeten istikrarlı bir seyir izlemesi ve TL’nin
güçlenmesine bağlı olarak, aktifler ve pasiflerdeki para ikamesi azalmış olsa da 2011’deki kur artışına bağlı
olarak yabancı para oranı aktiflerde %31, pasiflerde ise %36 olarak gerçekleşmiştir..
Kredilerin dağılımına bakıldığında; kurumsal kredilerin payının %86’dan %68’e gerilemiştir. Aynı yıllarda
takipteki kredilerin toplam krediler içindeki payı (brüt) sektör genelinde %21,3’ten %2,8’e (net olarak %0,6)
gerilemiş; dolayısıyla kredi riski tüm banka gruplarında, bilhassa da kamu bankalarında oldukça azalmıştır.
Sermaye yeterlilik oranı (SYO) 2001 krizinden sonra sürekli olarak yasal hedefin çok üzerinde seyretmiştir.
2011 yılından itibaren sektörde özkaynak kârlılığında da ciddi düşüşler olmuş, %20’lerdeki seviye %15’lere,
ardından daha da düşük seviyelere gerilemiştir
Şube dışı işlemlere dair verilere bakıldığında ise; kredi kartı sayısı, banka kartı sayısı, POS cihazı sayısı, kredi
kartı ve banka kartı işlem hacimleri ciddi oranlarda artmıştır.
İnternet bankacılığında gelişmelerin oldukça hızlı olduğu, bankacılık işlemlerinin önemli bir kısmı artık şube
dışından gerçekleştirilmektedir.
20
Sektörün durumu uluslararası bir karşılaştırmaya tabi tutulduğunda (2010 yılı itibarıyla); son 10 yılda Türk
bankacılık sektörünün sabit fiyatlarla GSYH’ dan daha hızlı büyüdüğü, sektörün büyüklüğünün GSYH’ya
oranının gelişmekte olan ülkeler (GOÜ’ ler) ortalaması olan %89’u aşarak %94’e yükseldiği anlaşılmaktadır.
Sektörün durumunu genel olarak AB ortalaması ile kıyasladığımızda ise aradaki nitelik ve nicelik farkının büyük
olduğu görülmektedir. Nitekim aktif/GSYH oranı bakımından AB ülkeleri ortalaması Türkiye’nin yaklaşık 4 katı,
kredi/GSYH oranı bakımından ise 3 katı büyüklüğündedir.
Ekonomik Krizler ve İstikrar Politikaları
Ekonomik Krizlerin Türleri ve Sebepleri
Ekonomik krizler, reel sektör krizleri ve finansal krizler olarak iki ana başlık altında toplanabilir.
Reel krizler: Mal ve hizmet piyasalarında ortaya çıkan, enflasyon veya durgunluk şeklinde kendini
gösteren dengesizlikler ile faktör piyasalarında meydana gelen ve istihdam düzeyini etkileyen
dengesizliklerden oluşmaktadır.
Finansal krizler: Finansal piyasalarda finansal ataklarla ortaya çıkan ve ülkelerin para, bankacılık, borsa ve
diğer finansal piyasalarında büyük çaplı dalgalanmaları ifade eder.
Finansal krizlerin ortaya çıkmasında etkili olan faktörler aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Arz ve talepteki ani dalgalanmalar
Sürdürülemeyen büyüme ve belirsizliğin artması
Enflasyon ve enflasyonu düşürmeye dönük yanlış politikalar
Firma bilançolarının bozulması
Finansal serbestleşmeye erken geçiş ve deregülasyon
Aşırı borçlanma, faiz oranlarının yükselmesi ve uluslararası sermaye hareketleri
Kurdaki aşırı oynaklıklar ve yanlış kur politikaları
Finansal krizleri kaynağına göre
Borç krizleri
Borsa krizleri
Para krizleri
Bankacılık krizleri
İkiz krizler olmak üzere beş alt gruba ayırabiliriz.
Borç krizleri: Bir ülkenin kamu veya özel kesime ait dış borçlarıyla kamunun iç borçlarını ödeyememe
durumudur. Özellikle kamunun bütçe açığına dayalı mali politikaları sonucu artan kamu kesimi borçlanma
gereği (KKBG), bir taraftan reel faizleri yükseltirken, diğer yandan yeni borç bulma konusunda sıkıntılara neden
olmaktadır. Borç krizleri için verilebilecek en iyi örnek, son yıllarda Avro Bölgesi’nde başlayan ve küresel bir
krize dönüşen durumdur.
Borsa krizleri: Menkul kıymet borsalarında görülen aşırı dalgalanmalardır. Dalgalanmaların kaynağı mikro
düzeyde borsada faaliyet gösteren firmaların yapılarındaki bozulmalar olabileceği gibi, siyasi krizler veya dünya
piyasalarındaki hammadde ve emtia fiyatlarındaki hareketlilik gibi makroekonomik faktörler de olabilir.
Borsa krizleri için verilebilecek en iyi örnek 1929 Dünya Bunalımıdır.
Para krizleri: Ulusal paranın değerinde ortaya çıkan büyük çaplı dalgalanmaları ifade eder. Dış ticaret
dengesindeki açıklar, spekülatif davranışlar ve güven sorunu para krizlerinin temel sebepleridir. Söz konusu
kriz, ekonomide uygulanan kur rejimine de bağlı olarak kurda aşırı oynaklıklar, döviz rezervlerinde hızlı düşüş,
faizlerde yükselme, kısa vadede büyük çaplı sermaye çıkışı, ithalat ve ihracat fiyatlarında değişim gibi önemli
sıkıntılara neden olmaktadır.
Bankacılık krizleri: Genellikle “banka paniği” şeklinde bir ya da birkaç bankada ortaya çıkan yoğun fon
çekilişleri şeklinde başlayıp kısa sürede diğer bankalara da sirayet ederek sistemik bir hâl alan bunalım
durumudur. Bu krizler bazen sektör dışında gelişen ulusal ya da uluslararası makroekonomik
istikrarsızlıklardan (dışsal sebepler), bazen de sektörün kendi iç dinamiklerinden (içsel sebepler) ortaya
çıkabilmektedir. Bankacılık sektöründen kaynaklanan nedenlerin başında:
Yasal düzenleme ve denetlemelerdeki yetersizlikler
Zayıf muhasebe standartları
Bankaların varlık ve yükümlülüklerinin vade yapısındaki dengesizlikle
21
Ahlaki tehlike ve ters seçim sorunları
Bankaların sermaye yetersizliği ve ölçek sorunu
Risk yönetiminin zayıflığı
Kredi yoğunlaşması
Yüksek kamu açıkları gelmektedir.
İkiz kriz: Para veya bankacılık krizlerinden birinin ortaya çıkmasının ardından her iki krizin birlikte yaşandığı
durumu ifade etmek için kullanılır. 1990’lı yılların ikinci yarısında görülen Asya krizleri örneğinde olduğu gibi,
ikiz krizlerin etkisi tek bir krize göre daha şiddetli olmaktadır.
Ortodoks ve Heterodoks İstikrar Politikaları
Ekonomide istikrarın sağlanmasında temel iki unsur fiyat istikrarı ve tam istihdamın sağlanmasıdır. Bu
çerçevede uygulanabilecek istikrar politikaları ortodoks ve heterodoks politikalar olarak iki grupta
sınıflandırılır.
Ortodoks istikrar politikaları fiyat istikrarının sağlanmasında sıkı para, sıkı maliye ve sabit kur politikalarını
kullanır. Bu politikaların içeriğinde:
Kamu harcamalarının kısılması
Reel ücretlerin düşürülmesi
Kamu yardımlarının azaltılması
Para arzının daraltılması bulunmakta ve bu yolla toplam talebin kontrol altına alınması
hedeflenmektedir. Ancak bu yönde uygulanan daraltıcı politikalar bütçe disiplinini sağlamak
konusunda başarılı olsa da ekonomide durgunluğu beraberinde getirmektedir.
IMF tarafından da desteklenen ortodoks politikaların milli gelir, istihdam ve reel ücretler üzerindeki olumsuz
etkileri nedeniyle kamuoyu tarafından desteklenme oranı düşüktür. Ortodoks politikalarda piyasada oluşan
nispi fiyat yapısını bozucu etkileri nedeniyle fiyat kontrollerine sıcak bakılmamaktadır. Arz yanlı yeni
ortodoks istikrar politikalarında ise temel amaç üretimin artırılmasıdır. Yeni yaklaşımda nominal döviz kurunun
çapa olarak kullanılması önerilmektedir.
Heterodoks istikrar politikalarında programlarının temelinde ise sıkı para ve maliye politikaları ile sabit kur
sistemine ek olarak ücret ve fiyat kontrolleri şeklinde uygulanan gelirler politikası yer alır.
Bu şekilde üretim ve istihdam düzeyine zarar vermeden enflasyonla mücadele edilmesi hedeflenir.
Heterodoks istikrar programlarında özellikle yüksek enflasyon durumlarında şok politikalar savunulur.
Heterodoks programlarda her ne kadar uygulandığı dönemde enflasyonla mücadelede ortodoks politikalara
oranla daha yüksek başarı sağlansa da orta vadede diğer politika araçlarının desteği de önemli hâle
gelmektedir.
IMF türü geleneksel daraltıcı ortodoks istikrar politikalarının uygulanmasında genel olarak tercih edilen
araçlar şunlardır:
Sıkı para politikası
Faiz oranlarının yükseltilmesi
Devalüasyon
Sıkı maliye politikası (kamu harcamalarının azaltılması, kamu gelirlerinin artırılması)
Sıkı gelirler politikası
Fiyat kontrollerinin kaldırılması
Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi
Türkiye’de Ekonomik İstikrar Programları
4 Ağustos 1958 İstikrar Kararları
Türkiye’de ilk kapsamlı istikrar programı 4 Ağustos 1958’de alınan kararlardır. 1950’de iktidara gelen
Demokrat Parti Hükümeti özel sektör ağırlıklı, hafif sanayi kolları ve tarıma dayalı bir büyüme stratejisi
belirlemiştir. Dönemin başından itibaren uygun iklim koşulları, Marshall Planı kapsamında sağlanan mali
yardımlar, genişleyen tarım alanları, İkinci Dünya Savaşı sonrası atıl fonların ekonomiye dâhil olması ve kredi
koşullarının genişlemesinin etkisi ile yüksek büyüme oranları yakalanmıştır. Dış ticarette ise serbestleşmeye
(liberalizasyona) bağlı olarak özellikle 1952 yılından sonra dış ticaret açığı önemli miktarda artmıştır. 1954
yılında iklim koşullarının değişmesi ve dış yardımların azalmasıyla birlikte yıllık büyüme oranları düşmeye
başlamış, enflasyon oranları yükselmiş ve döviz sıkıntısı baş göstermiştir.
22
Diğer yandan döviz rezervlerindeki azalmanın ithalat üzerindeki daraltıcı etkisi ve para arzını artırıcı politikalar,
yüksek fiyat artışları yaşanmasına yol açmıştır. Özellikle 1957 yılından itibaren büyüme oranındaki sert düşüş
ve kamuoyundaki devalüasyon beklentisinin de etkisiyle 4 Ağustos 1958 İstikrar Kararları yürürlüğe
konmuştur. IMF desteği ile oluşturulan istikrar programı kapsamında yapılan düzenlemeler şunlardır:
Dolar kuru 2.8 TL’den 9 TL’ye çıkarılarak devalüasyon yapılmış, döviz alım işlemlerinde 1 dolar başına
6,22 TL vergi alınması kararlaştırılmıştır
Bütçe dengesinin sağlanması amacıyla kamu harcamalarında kısıntı yapılmış, KİT ürünlerine zam
yapılmış ve KİT’lerin Merkez Bankası kaynaklarıyla finansmanına sınırlamalar getirilmiştir.
422 milyon dolar düzeyindeki dış borçlar ertelenmiş ve yeni bir ödeme planına bağlanmıştır
(moratoryum). Buna ek olarak IMF, ABD ve Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nden (OEEC) toplam 359
milyon dolarlık yeni kredi sağlanmıştır.
Dış ticarette serbestleşmeye gidilmiş, bu kapsamda ithalat üçer aylık programlara bağlanmış,
hammadde ve ara malı ithalatına öncelik verilmiş, ihracatta ise fiyat kontrollerinde bürokratik
işlemlerin hafifletilmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır.
Emisyon hacmi kısıtlanmıştır.
o 4 Ağustos 1958 İstikrar Kararları genel olarak açık finansman ve para arzındaki artışları
frenleyerek enflasyonla mücadele amacını taşımaktadır.
10 Ağustos 1970 İstikrar Programı ve 1970’li Yıllar
1963 yılından itibaren uygulamaya konulan beş yıllık kalkınma planları (BYKP) ekonomik büyüme, ödemeler
dengesi, fiyat istikrarı ve bütçe ile ilgili somut hedefler ortaya koymuş ve ekonomi politikaları planlardaki bu
hedefleri gerçekleştirecek şekilde tasarlanmaya başlanmıştır. Planlarda özellikle yatırımların artırılması ve hızlı
büyüme ön planda tutulmuştur.
1963 sonrasında %5-6’larda dalgalanan yıllık enflasyon oranı dönemin sonlarına doğru yaşanan olumsuz
gelişmelerin etkisiyle hızla yükselmeye başlamıştır. Bu ortamda hükümet 10 Ağustos 1970 tarihinde istikrar
kararlarını açıklamıştır. Program kapsamında;
Yüzde 67 oranında devalüasyon yapılmış, dolar kuru 15 TL olarak belirlenmiştir.
Mali disiplin kapsamında vergiler yükseltilmiş, maaş ve ücretler dondurulmuş, KİT ürünlerine zam
yapılmıştır.
Ekonomide arzın daralmasını gidermek amacıyla ithalatta teminat oranları düşürülmüş, miktar
kısıtlamaları da azaltılmıştır.
Uygulamaya konulan tedbirlerin ardından dış kaynak konusunda önemli gelişmeler sağlanmıştır. IMF’den
alınan yeni krediler, artan işçi döviz gelirleri, hammadde ve mamul ihracatında artış ve kısa vadeli dış borçlar
sayesinde 1973 yılında ilk kez ödemeler dengesi fazla vermiştir. Sonraki yıllarda da olumlu hava bir süre daha
devam etmiş, kalkınma planlarında öngörülen ortalama yıllık büyüme oranları yakalanmış, dolar kuru
13,5 TL’ye kadar düşmüş, enflasyon oranı 1971-77 yılları arasında ortalama %18’lerde seyretmiştir.
Ne var ki, yukarıdaki olumlu gelişmeler uzun sürmemiştir. Uluslararası piyasalarda 1974’teki ilk petrol şoku ve
1978 yılındaki petrol krizinin ardından petrol fiyatlarındaki artışlar ekonomiyi birçok kanaldan olumsuz yönde
etkilemiştir.
Tüm bu faktörlerin etkisiyle, 1978’e gelindiğinde enflasyon oranı %53’e, dış borç tutarı 4,8 milyar dolara
yükselmiş, büyüme oranı ise %1,2’ye kadar gerilemiştir. İç ve dış kaynak yetersizliği nedeniyle, hemen her
alanda üretim kapasitesi sınırlanmıştır. Hızla artan maliyet baskısı altında ekonominin üretim ve rekabet
gücü düşmüştür. Yükselen fiyatlar genel düzeyi nedeniyle yaşam maliyeti sürekli olarak artmıştır. Bu şartlar
altında, önemli ölçüde dışa kapalı, katı devletçi bir ithal ikameci ekonomik yapı çeşitli zorluklarla karşı karşıya
kalmıştır. Dönemin başbakanlarından Süleyman Demirel’in ifadesiyle ülke, 70 sente muhtaç hâle gelmiştir”.
Bunalımdan çıkış için dış kaynak gereksinimi nedeniyle IMF ile gerçekleştirilen görüşmeler sonrasında 1978 ve
1979 yıllarında iki istikrar programı uygulamaya konmuştur.
24 Ocak 1980 Kararları
Ekonomideki kötüye gidişi önlemek amacıyla 1978 ve 1979 yıllarında kararlaştırılan tedbirlerin etkin şekilde
uygulanamaması sonucunda, 24 Ocak 1980 tarihinde daha kapsamlı bir istikrar programı yürürlüğe
konulmuştur.
23
Program, temelde ortodoks nitelikli politikalara dayanmaktadır. Kamu açıkları, para arzındaki artış ve Türk
Lirası’nın aşırı değerlenmesi, ödemeler dengesi açıkları ve enflasyonun temel nedeni olarak görülmüştür. Bu
kapsamda sıkı para ve maliye politikalarına dayalı tedbirler üzerinde durulmuştur.
24 Ocak Kararları’nın daha önceki istikrar tedbirlerinden önemli bir farkı, ithal ikameci sanayileşmenin terk
edilerek ihracata dayalı sanayileşme benimsenmiş olmasıdır. Artık piyasa ekonomisine dayalı, dışa açık ve
ihracata yönelik üretimi esas alan bir kalkınma politikası söz konusudur. Dolayısıyla tedbirler kısa vadeli
hedeflerin yanında, ülke ekonomisinde yapısal dönüşümü sağlayacak uzun vadeli stratejileri de
belirlemektedir. Bu amaçlar doğrultusunda 24 Ocak 1980’de Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilen 17
karar ve Haziran 1980’de ek olarak uygulamaya konan 33 karar genel hatlarıyla şu şekilde özetlenebilir:
Yüzde 48,6’lık bir devalüasyon yapılmış, dolar kuru 47,1 TL’den 70 TL’ye yükseltilmiştir. 1 Mayıs
1980’den itibaren günlük kur uygulamasına geçilmiştir.
Döviz alım satımları serbest bırakılmıştır.
Fiyatların piyasa koşullarında belirlenmesi hedefi doğrultusunda Fiyat Saptama-Kontrol Koordinasyon
Komitesi kaldırılmıştır. Bu sayede mal ve hizmet piyasaları ile üretim faktörleri piyasalarında fiyatların
arz ve talep koşullarında belirlenmesi amaçlanmıştır.
Kredi ve vadeli mevduat faiz oranları serbest bırakılmıştır. 1980 öncesi uygulanan negatif reel faiz
uygulamasından vazgeçilmiştir. 1983 yılında ise faiz oranlarını belirleme yetkisi TCMB’ye verilmiştir.
Kamu sektörünün küçültülmesi amacı doğrultusunda özelleştirme politikası gündeme alınmış, kamu
tarafından üretilen malların kapsamı daraltılmış, kamu harcamalarında kesintiye gidilmiştir.
Yine bu kapsamda tarım ürünlerinde destekleme alımları sınırlandırılmış, sübvansiyonların kapsamı
daraltılmış, KİT’lerin kendi ürünlerinin fiyatlarını belirlemelerine izin verilmiştir.
Dış ticarette serbestleşme hedefine yönelik olarak ihracat artışı sağlamak amacıyla ihracat kredileri,
ihracata yönelik yeni teşvikler, ihracatta vergi iadesi uygulaması, yeni vergi muafiyeti ve istisnalar
uygulamaya konmuştur. İthalatın serbestleştirilmesi konusunda ise ithaline izin verilen mallar listesi
yerine ithaline izin verilmeyen ürünlerin listesi belirlenmiştir.
Yabancı sermayeyi teşvik için yeni düzenlemeler yapılmış, bürokratik işlemlerin basitleştirilmesi için 50
milyon dolara kadar olan yabancı sermaye girişleri için Başbakanlığa bağlı Yabancı Sermaye Dairesi
görevlendirilmiştir.
24 Ocak Kararları’nın yürürlüğe girmesinin ardından 1979-1980 yıllarındaki küçülmenin aksine ekonomide
1981 yılında %4,8’lik büyüme sağlanmıştır. Büyüme oranında en büyük pay, atıl kapasitenin harekete
geçmesi sonrası sanayi sektöründe kaydedilen % 9,9’luk üretim artışına aittir.
Daraltıcı tedbirler fiyat istikrarı üzerinde kısa dönemde olumlu sonuçlar doğurmuş, enflasyon oranı üç haneli
değerlerden 1981 yılında %36,8’e gerilemiştir. Bu dönemde bütçe açığında da düzelme sağlanmış, kamu
personel harcamaları azalmış, buna karşılık faiz ödemelerinde artış olmuştur.
Ancak, istikrar kararları sonucu oluşan olumlu hava devam edememiştir. Büyüme hızı kısa vadeli hedefler
doğrultusunda kamu yatırımlarının kısılması ve para arzının kontrol altında tutulması politikaları nedeniyle
sınırlı olmuştur. Özellikle seçim yılı olan 1983’te bütçe dengesi yeniden bozulmuş, enflasyon tekrar
yükselmeye başlamıştır. Uygulanan pozitif reel faiz politikası sonrası bankerler ve bankaların faiz oranı
rekabeti ve sonrasında art arda gelen iflaslar finans piyasalarının düzenlenmesinin önemini göstermiş ve 1982
yılında Sermaye Piyasası Kanunu çıkarılmıştır. 1980 sonrasında dış borçlar da sürekli artmıştır.
Sonuç olarak, 24 Ocak Kararları ekonomide uzun vadeli istikrarı sağlayamamıştır. Yetersiz büyüme oranları,
artan işsizlik, yükselen kamu açıkları ve sürekli büyüyen dış borçlar nedeniyle, 1988 yılında ekonomide yeni
bir kriz yaşanmıştır.
5 Nisan 1994 Kararları
Krizin Ortaya Çıkış Süreci
1990-1993 yılları arasında ekonomi ortalama %6 büyümekle birlikte istikrarsız bir seyir izlemiştir. Bu dönemde
büyümenin temel kaynakları finansal serbestleşmenin ardından artan sermaye girişi, kamu harcamalarını
artırıcı ve açık finansman sistemine dayalı bütçe politikası ve bankacılık sisteminin iç piyasaya yönelik açmış
olduğu kredilerdeki yüksek artışlardır. Ancak sağlam iktisadi temellere dayanmayan bu süreç orta vadede
sorunları da beraberinde getirmiştir.
24
Artan kamu açıkları, iç borçlanma ve TCMB kaynakları yoluyla finanse edilmiştir. Bütçenin finansmanına ek
olarak kaynak yetersizliği sonrası dış borçların ödenmesinde dâhi iç borçlanmaya gidilmesi, faiz oranlarının
hızla yükselmesine yol açmıştır. Merkez Bankası’ndan finansman ise döviz rezervlerinin giderek azalmasına
neden olmuştur. Yükselen faiz oranları ise ülkeye sıcak para girişini artırmış ve TL’nin aşırı değer kazanmasına
yol açmıştır. Bu ise bir taraftan ihracatta rekabet gücünün azalmasına ve ithalatın yükselmesine yol açarak reel
sektörü olumsuz etkilerken, diğer yandan dış ticaret açığını artırarak dış dengenin bozulmasına sebep
olmuştur.
Finansal sistemde ise bankaların sürekli artan açık pozisyonlarının 1994’e gelindiğinde 5 milyar dolara
ulaşmıştır. Bankacılık sektörü, temel amacı olan kredi sağlama işlevinden giderek uzaklaşmıştır.
Diğer yandan TCMB’ nin döviz kurlarında yükselmeyi önlemek için piyasaya döviz enjekte etmesi kırılganlığı
ve dalgalanmaları artırıcı unsurlar olmuştur. Bunlara;
1990 yılında I. Körfez Savaşı’nın etkisiyle bankalardaki mevduatların geri çekilmesi
1991 yılındaki erken seçim öncesinde başlayan ve ardından gelen iktidarında mali ve parasal disiplin
konusunda yeterince hassas olmaması nedeniyle kamu finansmanında ciddi sıkıntıların baş göstermesi
1994 yılındaki yerel seçimlerin kamu harcamalarını artırıcı etkisi
Bu dönemde dünya ekonomisinde yaşanan genel durgunluk
1994 yılında uluslararası derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmeleri de
eklenince, ekonomide kriz ortamı oluşmuştur.
5 Nisan 1994 Kararlarının Kapsamı
Ekonomideki kriz ortamına çözüm olarak 5 Nisan 1994 Kararları yürürlüğe konmuştur. Programın kısa vadeli
hedefi, döviz piyasası ve dış dengede istikrarın sağlanmasıdır. 5 Nisan Kararları, konjonktürel ve yapısal
hedeflere yönelik kararlar olarak iki ana bölümden oluşmaktadır.
Program kapsamında yapılan düzenlemeler şunlardır:
Kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG) ve enflasyonu düşürmeye yönelik olarak kamu harcamalarının
azaltılması ve gelirlerin artırılması: Bu kapsamda kamuya yeni personel alımı durdurulmuş, maaş ve
ücret artışları sınırlandırılmış, vergi oranları artırılmış ve bazı ek vergiler konmuş, KİT ve TEKEL
ürünlerinin fiyatlarında yüksek oranlı artışlar yapılmıştır.
Finans piyasalarına yönelik olarak mevduatlara getirilen garanti 50 milyondan 150 milyon TL’ye
yükseltilmiş, 6 Mayıs 1994’ten itibaren de mevduatların tamamı güvence altına alınmıştır. Hazine’nin
Merkez Bankası’ndan (TCMB’den) kısa vadeli avans kullanımına sınırlama getirilmiştir. Merkez
Bankası’nın özerkliğini artırmaya yönelik yeni tedbirler yürürlüğe konmuştur.
Yapısal sorunların çözümüne yönelik olarak KİT’lerin yapısının yeniden düzenlenmesi, özelleştirme
politikasının etkin bir şekilde uygulanması, sosyal güvenlik reformu ve tarımsal destekleme
politikasının yeniden düzenlenmesine yönelik kararlar alınmıştır.
5 Nisan Kararları, içeriği itibarıyla hem ortodoks hem heterodoks özellikler göstermektedir. Ancak, programın
tamamının kararlılıkla uygulandığını ve hedeflerinin tamamının tutturulduğunu söylemek mümkün değildir.
Diğer yandan, dış dengede ekonomideki daralmanın da etkisiyle iyileşmeler görülmüştür. TL’nin değer
kaybetmesi ithalatı pahalı hâle getirmiş, buna iç talepteki daralma ve yurt dışı kredi imkânlarının azalması da
eklenince, 1994 yılında ithalat ciddi oranda azalmıştır. İhracatta artışın devam etmesi dış dengeyi olumlu
yönde etkilemiş, 14 milyar dolar dolayındaki açık 1995 yılında 5 milyar dolar dolayına kadar gerilemiştir. Aynı
şekilde cari işlemler açığının milli gelir içindeki payında da ekonomiyi tehdit edecek bir durum oluşmamıştır.
Ancak, ihracatın ithalatı karşılama oranı mütevazı seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.
Bu dönemde daraltıcı mali politikalar sayesinde kamu açıklarında da azalma sağlanmış, ancak bu süreklilik arz
etmemiştir. 1994’ün ilk yarısında yaşanan belirsizlik nedeniyle mevduatların geri çekilmesi ve bankaların
bilanço yapılarındaki bozulmaların etkisi ile banka iflasları yaşanmıştır. Banka iflaslarını önlemek ve mevduat
kaçışını engellemek için mevduatların tamamına devlet güvencesi getirilmiştir. Netice itibarıyla uygulanan
daraltıcı politikalar ve alınan tedbirlere rağmen, enflasyonun düşürülememesi, programın yükünün büyük
ölçüde dar gelirliler üzerinde kalmasına, dolayısıyla gelir dağılımının zarar görmesine yol açmıştır.
1995-1999 Döneminde Ekonomik Gelişmeler ve İstikrar Tedbirleri
1994 yılında yaşanan krizin etkileri düzeltilmeye çalışılırken, bir sonraki yıldan itibaren Türk ekonomisi hem
yurtiçi hem de yurtdışı kaynaklı birçok faktörün tesiri altına girmiştir. 1/95 sayılı OKK (Ortaklık Konseyi Kararı)
uyarınca 1 Ocak 1996’dan itibaren Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nde son döneme girilmesi dış
25
ticarette yeni bir dönemi başlatmıştır. Türkiye’nin sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinde AB menşeli ürünlere
gümrük vergilerini kaldırması Türkiye’nin dış ticaret açığına olumsuz katkı yapmıştır. Diğer yandan 1995-1999
döneminde siyasi istikrarsızlık artmış, beş yılda 7 hükümet değişmiştir. Siyasi istikrarsızlıklar beraberinde
ekonomik belirsizlikleri getirmiş, uzun vadeli politikalar üretilmesi veya üretilen uzun vadeli politikaların
uygulanması konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.
1997 yılına gelindiğinde, Tayland’da başlayan kriz, önce diğer Güneydoğu Asya ülkelerine sıçramış, ardından
Rusya ve Latin Amerika ülkelerini etkisi altına alarak küresel bir kriz hâline gelmiştir. Bu gelişmeler Türk
ekonomisini doğrudan olumsuz bir şekilde etkilemeye başlamıştır.
1997 yılı, Güneydoğu Asya Krizi’nin yansımalarına ek olarak ülke içerisindeki yapısal sorunların da kendini
göstermeye başladığı bir yıl olmuştur. Enflasyon hedefi ile tutarlı kur politikalarında ve para politikası
değişkeni olarak kullanılan faiz oranında krizin de etkisiyle gelişmeler meydana gelmiştir.
1998’e gelindiğinde, hem ihracat hem ithalatta gerileme yaşanmıştır. Yılın ikinci çeyreğinden itibaren iç talebin
de daralmasıyla büyüme rakamları gerilemiştir. Bu dönemde yüksek faiz oranlarının etkisiyle büyük
şirketlerin kârlarının önemli bir kısmını yatırımlar yerine kamu açıklarını finanse etmeye ayırması,
bankaların da benzer şekilde kredi işlemleri yerine kaynaklarını devlet iç borçlanma senetlerinde
değerlendirmeleri, finans piyasalarını dalgalanmalara karşı daha savunmasız hâle getirmiştir.
Bu ortamda yürürlüğe konan istikrar tedbirleri şu şekilde özetlenebilir;
1997 yılı Ağustos ve Eylül aylarında Hükümet para piyasaları ile ilgili acil tedbirleri hayata geçirerek
uluslararası krizin Türkiye’ye sıçramasına mani olmuş ancak ihracattaki azalma reel sektörü etkilemiştir.
26 Haziran 1998’de IMF ile bir buçuk yıllık Yakın İzleme Anlaşması imzalanmış, bu program
kapsamında IMF’den kredi kullanılmamış, üçer aylık dönemler itibarıyla ekonomideki gelişmelerin
gözden geçirilmesi konusunda anlaşılmıştır.
11 Aralık 1998 tarihinde ithalatı azaltma ve ihracatın artırılmasına yönelik bir dizi önlem paketi
uygulamaya konmuştur.
Söz konusu olumsuzluklara ek olarak Nisan 1999 genel seçimleri, 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 Depremleri,
kamu harcamalarının artmasına neden olmuştur.
Aralık ayının başında IMF ile üç yıllık Stand-by (Destekleme) Düzenlemesi içeren niyet mektubu gönderilmiş
ve 9 Aralık 1999’da 2000-2002 dönemini kapsayan Enflasyonla Mücadele Programı (9 Aralık 1999 Kararları)
yürürlüğe konmuştur. Programın amacı, ekonomideki belirsizlikleri gidererek ve enflasyon beklentisini
azaltarak reel faizler ile enflasyonda düşüş sağlamak ve ekonomik büyümeyi hızlandırmaktır.
Programın üç temel unsuru vardır:
¬ Faiz dışı fazlanın artırılmasına yönelik sıkı maliye politikası
¬ Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası
¬ Uzun dönemli beklentileri iyileştirmeyi ve bu şekilde reel faizlerin düşürülmesini sağlayacak para ve kur
politikaları.
Program çerçevesinde döviz kurlarında ilk 18 aylık dönem için enflasyon hedefine uygun kur sepeti
(1 ABD Doları + 0,77 Euro) nominal döviz kuru çapası oluşturulmuş, sonraki 18 ay için ise kademeli olarak
genişleyen bant uygulaması benimsenmiştir.
Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri ile Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
Türkiye 2000 yılından itibaren artan likidite sıkıntısı, yapısal sorunlar, spekülatif hareketler ve siyasi
istikrarsızlığın etkisi ile yıl sonunda tarihinin en büyük krizlerinden biriyle karşı karşıya kalmış, ekonomide 1950
sonrasındaki en büyük daralma yaşanmıştır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda sıcak para girişi ile finanse edilen
büyüme, 1998 sonrası uluslararası piyasalarda yaşanan krizlerin ardından sürdürülemez bir nitelik kazanmıştır.
2001’de ekonomik büyüme -%9,5 olarak gerçeklemiş, ekonomi ciddi bir şekilde daralmıştır. Bütçe açıklarının
milli gelir içindeki payı hızla yükselmeye devam etmiş ve %16’ya ulaşmıştır. Uygulamaya konulan Enflasyonla
Mücadele Programı’nın sürdürülebilirliğine olan inanç, cari işlemler dengesindeki bozulma, yapısal
reformlardaki gecikmeler, bankacılık sektöründeki sorunların etkisiyle azalmış, piyasalardaki devalüasyon
beklentisine karşılık gelmeyince, yabancı sermaye ülkeyi terk etmeye başlamıştır. Krizin ortaya çıkışında
bankacılık sektöründe yaşanan sıkıntılar önemli role sahiptir.
26
Türk bankacılık sektörünün söz konusu dönemde temel sıkıntıları şu şekilde sıralanabilir:
Bankaların pasiflerindeki yabancı para ağırlığı (döviz pozisyon açığı)
Bankaların kaynaklarını yoğun olarak kamu iç borç senetlerinde kullanması
Aktif ve pasif kalemleri arasında vade uyumsuzluğu
Yasal altyapının finansal serbestleşmeyi takip edememesi
Bankaların küçük ölçekli olması ve öz kaynaklarının yeterli olmaması
Kamu bankalarının görev zararlarının artması
Özel bankaların önemli kısmının holding ya da grup bankası olması
1999 sonrasında TL’nin aşırı değerlenmesi, bunun uzun vadede sürdürülemeyeceği beklentisini doğurmuştur.
Ekim 2000’de Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde azalma başlamıştır. Ayrıca, 2000 yılı başında IMF destekli
istikrar programı uygulamaya başlanmış, hemen ardından faiz oranları aşırı şekilde düşmüş; takip eden
günlerde elinde bol miktarda kamu kâğıdı bulunduran bankalar giderek artan bir likidite sorunu ile karşı
karşıya kalmıştır. Kasım 2000’de bankaların likidite ihtiyaçlarının iyice artması, faiz oranlarını yükseltmiş, döviz
talebi artmış ve bir panik havası oluşmuştur. Bankalar arası piyasada çözülemeyen likidite sıkıntısına yönelik
Merkez Bankası da ciddi bir tedbir almayınca, bunalımın derinleşmesi, bazı bankaların iflası ve bunun bir kriz
hâline gelmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir.
Gelişmeler sonrası bankalar arası gecelik faiz oranları %873’e kadar yükselmiş, önemli miktarda sermaye çıkışı
olmuştur. Merkez Bankası’nın dalgalanmalar karşısında önlem olarak döviz rezervlerini kullanması ve alınan
diğer tedbirler ile IMF kaynaklarının kullanılması sonrasında piyasalar bir miktar rahatlamıştır.
Fakat 19 Şubat 2001 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanı arasında bir Milli Güvenlik Kurulu
toplantısında yaşanan gerginliğin etkisi ile zaten aşırı kırılgan olan piyasalarda daha büyük bir kriz meydana
gelmiştir. Gerginlik piyasalarda etkisini hemen göstermiş, İMKB bir gün içerisinde %14,6 değer kaybetmiş, 5
milyar doların üzerinde döviz çıkışı yaşanmış, gecelik faiz oranları %4000’lere kadar ulaşmıştır.
Hükümetin bu gelişmeler karşısında ilk tepkisi, enflasyon ile mücadelede nominal çapa olarak kullanılan döviz
kurunu dalgalanmaya bırakmak olmuştur. Dalgalı kur sistemine geçişten kısa süre sonra TL, ABD doları
karşısında %50’ye yakın değer kaybetmiştir. Kısa süre içerisinde bu kadar şiddetli dalgalanmalara yol açan kriz,
zamanla reel sektör üzerinde de etkisini göstermiştir. Şubat 2001’de krizin patlak vermesinin ardından, Nisan
2001’de yeni Merkez Bankası Kanunu çıkarılarak Merkez Bankası’nın temel amacının fiyat istikrarı olduğu
açıklanmıştır. 14 Nisan 2001’de Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı yürürlüğe konmuş, Mayıs ayında Niyet
Mektubu hazırlanarak IMF ile görüşmelere başlanmıştır. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın temel amacı,
kur rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan
kaldırmak ve eşanlı olarak bu duruma bir daha geri dönülmeyecek şekilde kamu yönetiminin ve ekonominin
yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmakşeklinde tanımlanmıştır.
Bu temel ilkeler çerçevesinde ikincil hedefler ise şöyle özetlenebilir:
Dalgalı kur sistemi içerisinde enflasyonla mücadelenin sürdürülmesi
Bankacılık sektöründe hızlı bir yeniden yapılanma ile bankacılık ve reel sektör arasında sağlıklı bir
ilişkinin kurulması
Kamu finansman dengesinin kalıcı şekilde güçlendirilmesi
Toplumsal uzlaşma ile enflasyon hedefi doğrultusunda gelirler politikasının sürdürülmesi
Etkinlik, esneklik ve şeffaflığın sağlanmasına yönelik yasal altyapının kurulmasıdır.
Bu kapsamda bütçe ile ilgili düzenlemeler, KİT’lerin görev zararları, bankacılık, kamulaştırma, kamu ihale
sistemi, borçlanma, özelleştirme konuları başta olmak üzere 15 yasal düzenlemenin yapılması
kararlaştırılmıştır. Bunlar içerisinde hiç kuşkusuz en fazla öne çıkan düzenleme bankacılık sektörü ile ilgili
olanıdır. Nitekim devlet iç borç senetlerinin mevduat bankalarının toplam aktifleri içerisindeki payı 1990
yılında %10 iken, 2000’li yıllara gelindiğinde %40’ın üzerine çıkmış, kredilerin payı ise %47’den %25’in altına
düşmüştür. Diğer bir ifadeyle bankacılık sektörü halktan topladığı tasarrufları yatırıma sevk ederek
büyümeyi ve toplumun refahını finanse etme yerine, hükümetlerin popülist kamu açıklarını finanse etmeye
odaklanmıştır.
1997-2001 döneminde 20 banka iflas etmiş ya da devlet (devlet adına TMSF) el koymuştur. Özellikle 1999-
2001 yıllarında toplam 18 banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF’ye) devredilmiştir. Bu dönemde
banka sahibi olmak ya da kurmak kolaylaştığı için 10 yıl içinde banka sayısı 67’den 81’e çıkmıştır. Bu şartları
dikkate alarak Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı çerçevesinde 15 Mayıs 2001’de Bankacılık Sektörü Yeniden
Yapılandırma Programı açıklanmıştır.
27
Programın temel amaçları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Kamu bankalarını mali sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkarmak
TMSF bünyesindeki bankaların sorunlarını en kısa sürede çözüme kavuşturmak
Yaşanan krizlerden olumsuz yönde etkilenen özel bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşmalarını
sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirmektir.
Program iki ana unsurdan oluşmaktadır:
Bankacılık sektöründe mali ve operasyonel yeniden yapılandırma
Gözetim ve denetim çerçevesini güçlendirici, sektörde etkinlik ve rekabet gücünü artırıcı yasal ve
kurumsal düzenlemeler.
Yeni istikrar programının en önemli özelliklerinden birisi, enflasyonla mücadelede döviz çapası yerine,
gelecekteki enflasyon değerlerini dikkate alarak kısa vadeli faiz oranlarında değişikliğe gitme şeklindeki
örtük enflasyon hedeflemesi” stratejisinin benimsenmesidir. Ayrıca, istikrar programı kapsamında mali
disiplin tedbirleri doğrultusunda 2001 yılında 42 adet bütçe dışı fon kapatılmış, Türk Lirası mevduatların
özendirilmesi amacıyla döviz tevdiat hesaplarına uygulanan gelir vergisi stopaj oranı da yükseltilmiştir.
2008 ve Sonrasında Devam Eden Küresel Ekonomik Kriz: Sebepleri ve Sonuçları
Mortgage Krizi’nin Küresel Krize Dönüşmesi
ABD’de ortaya çıkan ve tüm dünyayı olumsuz yönde etkileyen ipotekli konut kredisi (mortgage) sektöründeki
sorunlar, ilk olarak yaklaşık 2003 yılında ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD’de, para hacminin yüksek olması
nedeniyle bazı finansal kuruluşlar 2003 yılında önce kredibilitesi zayıf olan kişilere mortgage kredisi vererek
geri dönüşü riskli bir mali yapıya girmiştir.
2003 yılına kadar ABD’de faizler düşük tutulduğu için düşük gelir grubundaki kişiler değişken faizli kredileri
kullanmayı tercih etmeye başlamışlardır. Ne var ki, ABD Merkez Bankası’nın 2006 ve 2007 yıllarında faiz
oranlarını artırması, konut piyasasında durgunluğa yol açmıştır. Buna bağlı olarak, konut satış fiyatları ile kira
gelirleri piyasa düzeyinin altına inmiştir. Böylece, konut kredisi kullanan düşük gelirli gruplar, kredi taksitlerini
ödeyemez hâle gelmiştir. Bu durum Mortgage Krizi olarak ifade edilmiştir.
Kredilerin geri dönüşünün zora girmesi, yatırım bankaları ve ABD mortgage piyasasında likidite sıkışıklığının
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle dünyanın en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers Eylül
2008’de iflas etmiştir.
Lehman Brothers’ın iflasıyla patlak veren küresel kriz, çok kısa bir sürede dalga dalga bütün dünyaya
yayılmıştır.
Yaşanan küresel krizin belirtilerini ana hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz:
Küresel ekonomide büyümenin hızla düşmesi
Gelişmekte olan ekonomilere yönelik sermaye hareketlerinin yavaşlaması
Büyük ülkelerin dünya çapındaki büyük bankalarının büyük kayıplar ve zararlar yazmaya başlaması ve
krize doğru büyük sorunlar yaşaması
Menkul kıymetler borsalarında ciddi düşüşlerin yaşanmaya başlaması
2000’li yılların başından beri uluslararası para piyasalarında aşırı bollaşan likiditenin küresel çapta
kurumaya başlamasıdır.
Krizin Temel Dinamikleri
Krizin ortaya çıkmasını tetikleyen temel dinamikler dört ana grupta toplanabilir:
i. Menkul kıymetleştirme
ii. Derecelendirme kurumlarının rolü
iii. Asimetrik bilgi
iv. Makro ekonomik arka plan (para politikası)
Menkul kıymetleştirme, çok kısa olarak, tahvil gibi piyasada alınıp satılan menkul kıymetler çıkartılarak
gerçekleştirilen borçlanmaların borç verenle borç alan arasında özel olarak yapılan banka kredileri gibi karşılıklı
görüşmelere dayalı kredilerin yerine geçmesidir. Bu uygulamanın avantajları; konut kredilerinin banka
bilançolarından çıkarılması, varlıkların likiditesinin artması ve riskin farklılaşması olarak ifade edilebilir iken;
menkul kıymetleştirmenin dezavantajları ise işletmelerin paket satışlara yönelmesinin şeffaflığı giderek
zayıflatması ve mali güvenirliliğin (kredi itibarının) gözden geçirilmesini azaltması olarak söylenebilir.
28
Krizin ikinci önemli kaynağı, uluslararası derecelendirme kuruluşlarının değişen rolleridir. Finans
piyasalarında finansal mübadeleye dair hem alacaklılara hem de borçlulara sağlıklı bilgi temini için varlığını
sürdüren bu kurumlar, maalesef devasa finans kurumları ile menfaat ilişkisine girmek suretiyle, âdeta ‘tuzun
koktuğu’ asimetrik bilgiye dayalı bir piyasa ortamı hazırlamışlardır.
Asimetrik bilgi sorunu krizin ortaya çıkmasında önemli bir faktör olmuştur. Asimetrik bilgi, en basit ifadesiyle,
alacaklı ve borçlu taraflardan birinin diğerine göre daha fazla bilgiye sahip olması ve bundan karşı tarafı
haberdar etmemesidir. Bilgi maliyeti olarak bilinen bu yük, finans piyasalarında ters seçim sorunu, ahlaki
tehlike sorunu, sahip-yönetici ya da asil-vekil sorununa neden olabilmektedir.
Hatalar zincirinde son olarak, merkez bankalarının uyguladıkları para politikaları nın yol açtığı yanlış makro
ekonomik arka plandan bahsedilebilir.
o Finans piyasalarında alacaklıların yanlış bir kişiye kredi kullandırmamak için borçluları sözleşme
öncesinde ayrıntılı bir seçme sürecine tabi tutması “ters seçim sorununa” neden olur.
o Finans piyasalarında sözleşme sonrasında paranın geri dönüşünde sorun yaşamamak için olası
temerrüt durumlarına karşı sürekli izlemeye alması “ahlaki tehlike sorunu” yaratır.
o İşletme/varlık sahipleri ile yöneticiler arasında güvensizlik ve buna bağlı sürekli bir amaç
çatışması yaşanması “sahip-yönetici” ya da “asil-vekil sorununa” neden olur.
Küresel Krizin Avrupa’da Borç Krizine Dönüşmesi ve Türkiye’nin Durumu
Genel olarak 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren kendini hissettiren ama 2008’in son çeyreğinde küresel
bir nitelik kazanan kriz, öncelikle özel kesimin borçlanma mekanizmasından kaynaklanmaktaydı. Böylece,
bankacılık sektörü ile banka-dışı özel kesimin alacak-borç ilişkisinde yukarıda açıklanan yüksek riske dayalı
yürütmüş olduğu çarpık mekanizma işlemez hâle gelmiş; firmalar ve hanehalkları bankalara olan
yükümlülüklerini kısmen ya da tamamen yerine getiremez hâle gelmişlerdi. Borç krizi yaşayan Avro (Euro)
Bölgesi’nde hanehalkının toplam yükümlülüğü ciddi bir oranda artmıştır.
Türkiye’de ise, artış oranı çok daha yüksek olmasına karşın, durumun ödeme krizine dönüşme potansiyeli
henüz zayıf gözükmektedir. Ancak, yine de borç verenler ve alanlar üzerinden düzenlemelerin devreye
girmesinde yarar vardır ve zaten bazı kısıtlayıcı tedbirler alınmış durumdadır.
Özel kesimin yüksek borç yükünü hafifletmek ve finans sistemini çalışır hâlde tutabilmek için hükümetler
tarafından devreye sokulan politikalar,
2011 yılından itibaren kamunun borç sorunu hâline dönüşmüş durumdadır. Şöyle ki Avro Bölgesi ülkelerde
ortak para ve merkez bankası olduğu için ve AB Merkez Bankası’da diğerleri gibi nihai ödünç mercii ya da
zorda kalındığında ekonomiyi fonlayabilecek bir yetkiye sahip olmadığı için, hükûmetlerin elinde krize karşı
kullanabilecekleri tek istikrar politikası olarak maliye politikası kalmıştır. Dolayısıyla Avro Bölgesi hükûmetleri
özel sektörü temerrüt hâlinden kurtarmaya yönelik hazırladıkları ulusal ve uluslararası kurtarma paketlerini
resesyonu aşmak için devreye sokmaya başlayınca, kriz bu defa doğrudan kamunun sorunu hâline
dönüşmüştür.
Aslında AB üyesi ülkelerin tabi oldukları iki önemli kriter vardır (Maastricht Kriterleri):
1) Üye ülke bütçe açığının GSYH’ya oranı %3’ü,
2) AB tanımlı kamu borç stokunun oranı ise %60’ı geçmemelidir.
Para, faiz ve kur politikalarını kullanamayan söz konusu hükümetler için yegâne istikrar aracı hâline gelen
genişletici maliye politikası uygulamaları, Maastricht Kriterlerini âdeta hiçe sayarcasına büyük bütçe açıkları
vererek ve onun borçla finanse edilmek zorunda kalınması ile borç krizine dönüşmüş durumdadır.
Krizin en ağır hissedildiği 2009 yılında her iki mali kriter bakımından da ABD, Japonya ve AB üyesi ülkelerin
büyük bir kısmı ağır bir yara almıştır.
Türkiye Avro Bölgesi’ne göre oldukça farklı dinamiklere, mekanizmalara ve politikalara sahip olduğu için,
Avro Bölgesi’nin yaşadığı sorunu ciddi ölçülerde yaşamamaktadır.
Küresel Krizin Türk Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Alınan Tedbirler
Küresel Krizin Türk Ekonomisine Etkileri
Bilindiği gibi, Küresel Kriz ülke ekonomilerine etkilerini ilk olarak ülke borsalarında göstermiştir. Türkiye’de
de IMKB-100 endeksi 2007 yılı boyunca yukarı yönlü bir trend göstermiştir. Ancak 2008 yılının başından
itibaren bu trend aşağı yönlü olmuş ve 2008 Aralık ayında son iki yılın en düşük değerleri gerçekleşmiş ve Mart
2009’dan itibaren de yükselmeye başlamıştır.
29
Diğer yandan Türk ekonomisinin 2002 yılından itibaren gösterdiği ekonomik performans, Türk Lirası’nın dolar
ve Avro karşısında değer kazanmasına yol açmıştır. Küresel krizle mücadele uygulanan para politikası
önlemlerinin başında merkez bankalarının faiz oranlarını düşürmesi gelmiştir. Bu politika, vadeli mevduat faiz
oranlarının da düşmesine yol açmıştır. Türkiye için de benzer bir durum geçerlidir.
Krizin daha sonra bazı ülkelerde borç krizine dönüşmesi ve bankacılık sektörünün de krize girmesiyle birlikte,
TCMB 2011 yılında finansal istikrarı koruma hedefini öne alarak karşılık oranlarını yükseltme kararı almıştır.
Bunu bankaların yüksek riskli kredi verme ve müşterilerin de aynı şekilde fon kullanma iştahına sınırlama
getirici bazı kararların alınması takip etmiştir. Krizin finans sektörü üzerindeki etkileri, kuşkusuz, reel sektörü
de etkilemektedir.
Türk ekonomisi 2001 krizinin ardından ilk kez 2008’deki krizin etkisiyle negatif büyüme oranına sahip olmuştur.
Ancak 2009 yılı dördüncü çeyreğinden itibaren, özellikle de 2010 ve 2011 yıllarında yıllık bazda yaklaşık %9
civarındaki büyüme ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olmuştur. Krizin etkisiyle ortaya
çıkan toplam talepteki daralma, enflasyon oranının 2009 yılında düşmesine neden olmuştur. Ancak takip eden
yıllarda enerji ve emtia fiyatlarındaki aşırı artış ile iç ve dış talebin yeniden artmasıyla birlikte enflasyon
yeniden yükselme trendine girmiş ve hedeften büyük ölçüde sapma göstermeye başlamıştır.
Net kamu borç stoku rakamsal olarak artsa da borçlanma maliyeti düşmüş ve vadesi epeyce uzamıştır. Ayrıca,
ağırlıklı olarak sabit faizle, ulusal para birimi üzerinden yapılan borçlanmanın milli gelire oranı hem iç hem de
dış borçlarda epeyce gerilemiştir.
Son olarak, dış ticaret hem ihracat hem de ithalat olarak, dolayısıyla dış ticaret açığı da krizle birlikte ciddi
olarak daralmış olsa da son yıllarda ticaret hacmi hızla toparlanmış, ama bu defa ticaretin mal ve ülke profiliyle
birlikte cari işlemler açığı da hızla rekor düzeylere yükselmiştir.
Küresel Kriz Karşısında Türkiye’de Alınan Tedbirler
Para politikası kapsamında alınan tedbirleri aşağıda özetlenmiştir.
Bankaların birbirlerinden dolar ve Avro üzerinden borç alıp vermelerine imkân sağlanmıştır.
Bankaların bilanço büyüklükleri dikkate alınarak döviz ve efektif piyasalarında işlem yapma limitleri
yükseltilmiştir.
MB döviz alım yerine, döviz satım ihalelerine başlamış ve bankalar arası döviz piyasasında, döviz
likiditesi akışının artırılması sağlanarak finansal sistemdeki akışkanlığı ve kredi piyasalarının etkin
çalışmasını destekleyici uygulamalara başlanmıştır.
Yabancı para zorunlu karşılık oranı %11’den %9’a indirilmiş, TL mevduatlarını ve kredileri teşvik etmek
amacıyla, yabancı para zorunlu karşılıklara faiz ödenmesine son verilmiş, TL zorunlu karşılıkların faiz
oranı ise artırılmıştır.
Bankacılık sektörünün özkaynak yapısını daha da güçlendirmek amacıyla bankaların kâr dağıtımına
sınırlama getirilmiş ve bankaların kâr dağıtabilmesi BDDK onayına bağlanmıştır.
Maliye politikası kapsamında atılan adımların bazıları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Hisse senedi kazançlarında yerli yatırımcıya uygulanan %10’luk stopaj sıfıra indirilmiş
Vergi borçlarına taksitlendirme imkânı getirilmiş
Yabancı fonların portföy yönetim şirketlerine bu fonlarını Türkiye’de değerlendirmeleri için bazı vergi
avantajları sağlanmış
Menkul Kıymet Yatırım Fonları ile Menkul Kıymet Yatırım Ortaklıklarının sermaye piyasasında yaptıkları
işlemler nedeniyle elde ettikleri gelirlere banka ve sigorta muameleleri vergisinin (BSMV) muafiyeti
getirilmiş
Yurt dışı tedarikçilerden sağlanan kredilerde stopaj oranı %5’e indirilmiş
Gelişmişlik düzeyini dikkate alarak iller düzeyinde farklı vergi indirimi uygulamasına gidilmiş
Net alanı belli bir metrekarenin üzerinde bulunan konutlarda, ticari araçlarda, belli bir motor silindir
hacmini geçmeyen otomobillerde, beyaz eşya ve bazı elektronik eşyalarda, mobil internet ve her çeşit
haberleşme işletmeciliği hizmetinde vergi indirimine gidilmiştir.
Üretim ve ihracata yönelik alınan tedbirlerin bazıları ise aşağıdaki gibidir:
KOBİ’lere 6 milyar TL’nin üzerinde kredi desteği verilmiş
Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Sitelerine yönelik teşvikler artırılmış
İhracatçılara kullandırılan ihracat reeskont kredisi ve Eximbank kredilerinden yararlanma imkânları
artırılmıştır.

Read more