Ünite
7 – Türkiye’de Finansal Yapı, Krizler ve Ekonomik İstikrar
Kararları
Türkiye’de
Finansal Yapı, Bankacılık Sektörü ve Para Politikası
Bankacılık
sektörü:
Merkez
bankası
Mevduat
bankaları
Katılım
bankaları
Kalkınma
ve yatırım bankalarından oluşmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası
Ülke
bankası olarak da nitelendirilen merkez bankaları, ekonomide parayı
ve para politikasını kontrol eden,
büyük
ölçüde kamu kurumu niteliğinde yapılanan ve ekonomide nihai
ödünç mercii ya da likiditenin son
kaynağı
olarak faaliyette bulunan bir banka
türüdür. Merkez bankalarının en temel niteliği, ekonomiyi
fonlayacak
en son makam olmasıdır. Bankalar ellerindeki ticari senetleri
merkez bankasına iskonto ettirmek
suretiyle
kısa vadeli bu krediyi temin edebilirler. Bu krediye reeskont
kredisi, buna uygulanan iskonto ya da faiz
oranına
da reeskont oranı denir.
Merkez
bankalarının en önemli görevi, bir
ekonomideki iktisadi atmosferin kontrol edilmesinde
para
politikası araçlarından yararlanarak politika yapıcılara
yardımcı olmaktır.
25.04.2001
tarih ve 4651 sayılı kanunla TCMB’ nin temel görevi, fiyat
istikrarını sağlamak ve enflasyonu
kontrol
altında tutmak şeklinde tanımlanmıştır. Kanuna göre, TCMB
fiyat istikrarını sağlamak için
uygulayacağı
para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını
doğrudan kendisi belirler ve fiyat
istikrarını
sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla Hükümetin büyüme ve
istihdam politikalarını destekler.
Bununla
birlikte, TCMB açık piyasa işlemleri, reeskont ve avans işlemleri,
döviz rezervlerinin yönetilmesi, mali
piyasaların
izlenmesi ve zorunlu karşılıkların belirlenmesi gibi ek görevleri
de yerine getirir.
TCMB’
nin temel görevleri şunlardır:
Ñ
Açık piyasa işlemleri yapmak
Ñ
Hükümetle birlikte Türk Lirası’nın
(TL) iç ve dış değerini korumak için gerekli tedbirleri almak
Ñ
TL’nin yabancı paralar ile altın
karşısındaki denkliğini tespit etmeye yönelik kur rejimini
belirlemek
Ñ
TL’nin yabancı paralar karşısındaki
değerinin belirlenmesi için döviz ve efektiflerin vadesiz ve
vadeli
alım
ve satımı ile dövizlerin TL ile değişimi ve diğer türev
işlemlerini yapmak
Ñ
Bankaların ve Bankaca (TCMB) uygun
görülecek diğer mali kurumların yükümlülüklerini esas alarak
zorunlu
karşılıklar ve genel disponibilite
ile ilgili usul ve esasları belirlemek
Ñ
Reeskont ve avans işlemleri yapmak
Ülke
altın ve döviz rezervlerini yönetmek
Ñ
Türk Lirası’nın hacim ve tedavülünü
düzenlemek, ödeme ve menkul kıymet transferi ve mutabakat
sistemleri
kurmak, kurulmuş ve kurulacak sistemlerin kesintisiz işlemesini ve
denetimini sağlayacak
düzenlemeleri
yapmak, ödemeler için elektronik ortam da dâhil olmak üzere
kullanılacak yöntemleri ve
araçları
belirlemek
Ñ
Finansal sistemde istikrarı sağlayıcı;
para ve döviz piyasaları ile ilgili düzenleyici tedbirleri almak
Ñ
Mali piyasaları izlemek
Ñ
Bankalardaki mevduatın vade ve türleri
ile katılım bankalarındaki katılma hesaplarının vadelerini
belirlemektir.
o
Disponibilite:
Mevduat kabul eden bankaların taahhütlerine karşılık olarak
nakit veya
kolaylıkla
nakde çevrilebilir (likiditesi yüksek) değerler bulundurma
zorunluluğuna denir.
TCMB’
nin temel yetkileri ise şunlardır:
Türkiye’de banknot
ihracı imtiyazı tek elden Banka’ya (TCMB) aittir.
TCMB, hükûmetle
birlikte enflasyon hedefini tespit eder, buna uyumlu olarak para
politikasını belirler.
Banka,
para politikasının uygulanmasında tek yetkili ve sorumludur.
Banka, fiyat
istikrarını sağlamak amacıyla Kanun’da belirtilen para
politikası araçlarını kullanmaya,
uygun
bulacağı diğer para politikası araçlarını da doğrudan
belirlemeye ve uygulamaya yetkilidir.
TCMB, olağanüstü
hâllerde ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF)
kaynaklarının ihtiyacı
karşılamaması
durumunda, belirleyeceği usul ve esaslara göre bu Fon’a avans
vermeye yetkilidir.
Banka, nihai kredi
mercii olarak bankalara kredi verme işlerini yürütür.
18
TCMB, bankaların
ödünç para verme işlemlerinde ve mevduat kabulünde
uygulayacakları faiz
oranlarını,
belirleyeceği usul ve esaslara göre bankalardan istemeye
yetkilidir.
Banka, mali
piyasaları izlemek amacıyla bankalar ve diğer mali kurumlardan ve
bunları düzenlemek ve
denetlemekle
görevli kurum ve kuruluşlardan gerekli bilgileri istemeye ve
istatistiki bilgi toplamaya
yetkilidir.
TCMB
2001 krizinden sonraki yıllarda esas olarak fiyat istikrarını
sağlamaya odaklanmış; bunu sağlamak için de
genel
olarak faiz oranlarını yüksek tutarak iç talebi kontrol etmeye
çalışmıştır.
2008’in
son çeyreğinde küresel finansal kriz patlak verince, TCMB pek çok
diğer merkez bankası gibi fiyat
istikrarından
çok, büyüme ve istihdam kaygılarını öne çekerek faiz
oranlarında her ay kademeli bir indirime
gitmiştir.
2011 yılına gelindiğinde ise küresel krizin borç krizine
dönüşmesi ve bunun finans ve bankacılık
sektörünü
de içine alacak bir istikrarsızlığa doğru sürüklenmesi
tehlikesine karşı TCMB finansal istikrarı
sağlamayı
öncelikli hedef olarak görmeye başlamıştır. Banka politikasında
faiz oranları yerine karşılıkları
yükseltmeyi
tercih etmiştir.
Banka
diğer yandan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) ile
birlikte sorunsuz kredi kullanımını
hem
arz edenler hem de talep edenler yönünden daraltma yoluna
gitmiştir.
2011
yılında enflasyon oranlarının hedeflerin çok üzerinde çıkması
ve finans sektöründe bir kriz algısının
bulunmamasından
dolayı, TCMB 2012 yılında fiyat istikrarı önceliğine geri
dönmüş ve politika faiz oranları
üzerinden
iç talep büyümesinin yavaşlatılmasına yönelik yeniden parasal
sıkılaştırma uygulamalarına
başlamıştır.
Bu çerçevede, bir yandan tasarruf
açığının daraltılması, diğer yandan kısa vadeli sermaye
girişlerinin
caydırılması için başka para politikası önlemleri alınmıştır.
MB 2011 yılında zorunlu karşılıkların
kısmen
de olsa yabancı para cinsinden tutulması na karar vermiştir. Bu
karar ilk etapta MB rezervlerini artırmış
olsa
da daha sonra döviz talebin artmasına ve bunun da bir kısmının
MB rezervlerinden karşılanmasına ve
rezervlerin
azalmasına neden olmuştur. Bu durum, doğal olarak net iç
varlıkların ve parasal tabanın
küçülmesine
yol açmıştır.
Mevduat
Bankaları
Temel
faaliyet alanı, para ve paranın ikamesi olarak menkul
değerlerin alım ve satımı olan
bankalara
mevduat
ya da ticaret bankaları adı verilir. Bu
çerçevede ticaret bankaları; bireyler, firmalar ve resmi
kurumlardan
sağladıkları fonları, ihtiyacı olanlara kredi, plasman ve menkul
değer olarak transfer eder. Bu
transfer
işlemi esnasında fon temini ve aktarımından doğan maliyet ile
getiri arasındaki fark ise ticaret
bankalarının
temel gelirlerini oluşturur.
Bir
ekonomide merkez bankaları para basmak ve bunu piyasaya sürmek ve
çekmek suretiyle para arzını artırır
ve
azaltır. Asli para olarak
bilinen bu emisyon yoluyla
parasal genişleme veya daralma sürecine, ticaret
bankaları
hesaptan hesaba devir yaparak, kaydi
para üretmek suretiyle katkı sağlarlar.
Kaydi
para, bankaya yatırılan mevduatın belli
bir kısmının yasal zorunluluk olarak tutulması kalanın ise kredi
veya
başka yollarla piyasaya sürülmesi, bundan bankacılık sistemine
geri dönen kısmın aynı süreçle yeniden
piyasaya
çıkması ne tekrar geri dönmesi ile kümülatif bir paranın
üretilmiş olmasıdır.
Katılım
Bankaları
Hizmet
tanımını faizsiz
bankacılık olarak
yapan katılım bankaları, parayı
ticarete doğrudan konu
olan
bir meta şeklinde
görmeyen, onu ticarette mübadelenin yapılmasına imkân tanıyan
bir araç olarak ele
alan
bir finansal aracı türüdür. Katılım
bankalarının fon kaynakları ve fon toplama yöntemleri ticari
bankalarınkinden
farklıdır. Buna göre, bu bankalar fon arz edenlere, faiz yerine
kâr-zarar ortaklığına dayalı bir
sözleşme
önerirler. Dolayısıyla topladıkları fonlar diğer bankalardaki
mevduat hesaplarına benzese de onlarda
olduğu
gibi önceden belli bir faiz oranı vaat edemezler. Dönem sonunda
piyasada geçerli getiri oranlarına
yakın
bir kâr payı verirler. Topladıkları fonlar; vadesiz
ise özel cari hesaplar, vadeli ise kâr ve zarara katılma
hesapları
olarak kaydedilir. Ayrıca, diğer ticari
bankalarda olduğu gibi kısa vadeli her türden borçlanma
işlemine
giremezler. Bu doğrultuda toplanan fonlar, sadece fon talebinde
bulunan kişilere kredi şeklinde
kullandırılabilir.
Söz konusu krediler nakdi ve gayri-nakdi biçimde olur. Gayri-nakdi
krediler ticaret
bankalarındaki
gibi teminat mektupları ve garanti belgeleridir. Nakdi
krediler ise şunlardır: Kâr-zarar ortaklığı,
üretim
ya da kurumsal destekler, iştirak, finansal kiralama (leasing)ve
bireysel finansman desteği.
19
Kalkınma
ve Yatırım Bankaları
Kalkınma
Bankası: Çoğu
zaman birlikte değerlendirilmesine rağmen, gelişmekte olan
ülkelerde sermaye
yetersizliği
içindeki firmalara veya büyük
sanayi firmalarının yapacağı yatırımlara kaynak ve teknik
yardım
sağlayarak ekonomik
kalkınmayı hızlandırma amacı güden finansal aracılara denir.
Yatırım
Bankası: Gelişmiş ülkelerde atıl
fonlara sahip kurumsal yatırımcılara fonlarını menkul değer
alım ve
satımı
ile değerlendirmelerinde aracılık ve danışmanlık yapan,
işletmelere doğrudan
kredi vermeyen ancak
işletmelerin
orta ve uzun vadeli fon gereksinimlerini karşılayan finansal
aracılara denir.
Bankacılık
Sektörü ile İlgili Son Gelişmeler
Türkiye’de
faaliyet gösteren toplam
banka sayısı 2002-2011 döneminde 58’den
48’e düşmüş (1999’da 81);
buna
karşılık, katılım bankaları hariç şube sayısı 6.106’dan
9.833’e, çalışan sayısı ise 123.271’den 181.418’e
yükselmiştir.
Banka sayısı yaklaşık
%19 azalırken, şube sayısı %61, çalışan sayısı ise %47 artış
göstermiştir.
Böylece,
banka başına şube sayısı 113’ten 223’e, banka başına
çalışan sayısı da 2.283’ten 4.123’e çıkmıştır.
Bankacılık
sektöründeki en önemli değişikliklerden biri
de
mevduat bankaları nın alt bileşenlerinin dağılımında
meydana
gelen ciddi değişikliktir. Buna göre,
bu yıllar
arasında
özel sermayeli banka sayısı 20’den 11’e
gerilerken,
yabancı sermayeli banka sayısının sadece
15’ten
16’ya çıkmasına karşılık, bu bankaların şube sayısı
da
206’dan 1.937’ye yükselmiştir. Ancak banka başına
şube
ve çalışan sayıları itibarıyla kamu bankaları sırasıyla
970
ve 16.746 sayıları ile rekabet edilemez bir öncülüğe
sahiptirler.
Mart
2012 itibarıyla faaliyet gösteren 31 mevduat bankasından 3’ü
kamu sermayeli, 11’i
özel sermayeli,
16’sı
yabancı sermayeli, 1’i Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF)
devredilmiş ve 13’ü de kalkınma ve
yatırım
bankasıdır.
Banka
gruplarının toplam aktifler, mevduatlar ve
krediler
bakımından sektör paylarında zaman
içindeki
değişimin (2002 ve 2011 verileri itibarıyla)
bakıldığında;
Kamu bankalarının toplam
aktiflerdeki
ve mevduattaki payı azalırken,
kredilerdeki
payı artmış (hem de oldukça ciddi
oranda),
özel bankaların tüm kategorilerde payı
azalmış,
yabancı bankaların payı ise tam tersine
tüm
kategorilerde 4 ila 6 kat düzeyinde artmıştır.
Son
yıllarda fiyatlar genel düzeyinin (enflasyonun) düşmesi, kurun
nispeten istikrarlı bir seyir izlemesi ve TL’nin
güçlenmesine
bağlı olarak, aktifler ve
pasiflerdeki para ikamesi azalmış olsa
da 2011’deki kur artışına bağlı
olarak
yabancı para oranı aktiflerde %31, pasiflerde ise %36 olarak
gerçekleşmiştir..
Kredilerin
dağılımına bakıldığında; kurumsal kredilerin payının
%86’dan %68’e gerilemiştir. Aynı yıllarda
takipteki
kredilerin toplam krediler içindeki payı (brüt) sektör genelinde
%21,3’ten %2,8’e (net olarak %0,6)
gerilemiş;
dolayısıyla kredi riski tüm banka gruplarında, bilhassa da kamu
bankalarında oldukça azalmıştır.
Sermaye
yeterlilik oranı (SYO) 2001 krizinden
sonra sürekli olarak yasal hedefin çok üzerinde seyretmiştir.
2011
yılından itibaren sektörde özkaynak kârlılığında da ciddi
düşüşler olmuş, %20’lerdeki seviye %15’lere,
ardından
daha da düşük seviyelere gerilemiştir
Şube
dışı işlemlere dair verilere bakıldığında ise; kredi kartı
sayısı, banka kartı sayısı, POS cihazı sayısı, kredi
kartı
ve banka kartı işlem hacimleri ciddi oranlarda artmıştır.
İnternet
bankacılığında gelişmelerin
oldukça hızlı olduğu, bankacılık işlemlerinin önemli bir
kısmı artık şube
dışından
gerçekleştirilmektedir.
20
Sektörün
durumu uluslararası bir karşılaştırmaya tabi tutulduğunda (2010
yılı itibarıyla); son 10 yılda Türk
bankacılık
sektörünün sabit fiyatlarla GSYH’ dan daha hızlı büyüdüğü,
sektörün büyüklüğünün GSYH’ya
oranının
gelişmekte olan ülkeler (GOÜ’ ler) ortalaması olan %89’u
aşarak %94’e yükseldiği anlaşılmaktadır.
Sektörün
durumunu genel olarak AB ortalaması ile kıyasladığımızda ise
aradaki nitelik ve nicelik farkının büyük
olduğu
görülmektedir. Nitekim aktif/GSYH oranı bakımından AB ülkeleri
ortalaması Türkiye’nin yaklaşık 4 katı,
kredi/GSYH
oranı bakımından ise 3 katı büyüklüğündedir.
Ekonomik
Krizler ve İstikrar Politikaları
Ekonomik
Krizlerin Türleri ve Sebepleri
Ekonomik
krizler, reel sektör
krizleri ve finansal
krizler olarak iki ana başlık altında
toplanabilir.
Reel
krizler: Mal ve
hizmet piyasalarında ortaya çıkan, enflasyon veya durgunluk
şeklinde kendini
gösteren
dengesizlikler ile faktör piyasalarında meydana gelen ve istihdam
düzeyini etkileyen
dengesizliklerden
oluşmaktadır.
Finansal
krizler: Finansal
piyasalarda finansal ataklarla ortaya çıkan ve ülkelerin para,
bankacılık, borsa ve
diğer
finansal piyasalarında büyük çaplı dalgalanmaları ifade eder.
Finansal
krizlerin ortaya çıkmasında etkili olan faktörler aşağıdaki
gibi sıralanabilir:
Arz ve talepteki ani dalgalanmalar
Sürdürülemeyen büyüme ve
belirsizliğin artması
Enflasyon ve enflasyonu düşürmeye dönük
yanlış politikalar
Firma bilançolarının bozulması
Finansal serbestleşmeye erken geçiş ve
deregülasyon
Aşırı borçlanma, faiz oranlarının
yükselmesi ve uluslararası sermaye hareketleri
Kurdaki aşırı oynaklıklar ve yanlış
kur politikaları
Finansal
krizleri kaynağına göre
Borç
krizleri
Borsa
krizleri
Para
krizleri
Bankacılık
krizleri
İkiz
krizler olmak üzere beş alt gruba
ayırabiliriz.
Borç
krizleri: Bir ülkenin kamu veya özel kesime ait dış borçlarıyla
kamunun iç borçlarını ödeyememe
durumudur.
Özellikle kamunun bütçe açığına
dayalı mali politikaları sonucu artan kamu kesimi borçlanma
gereği
(KKBG), bir taraftan reel faizleri yükseltirken, diğer yandan yeni
borç bulma konusunda sıkıntılara neden
olmaktadır.
Borç krizleri için verilebilecek en iyi örnek, son yıllarda Avro
Bölgesi’nde başlayan ve küresel bir
krize
dönüşen durumdur.
Borsa
krizleri: Menkul kıymet borsalarında görülen aşırı
dalgalanmalardır. Dalgalanmaların
kaynağı mikro
düzeyde
borsada faaliyet gösteren firmaların yapılarındaki bozulmalar
olabileceği gibi, siyasi krizler veya dünya
piyasalarındaki
hammadde ve emtia fiyatlarındaki hareketlilik gibi makroekonomik
faktörler de olabilir.
Borsa
krizleri için verilebilecek en iyi örnek 1929 Dünya Bunalımıdır.
Para
krizleri: Ulusal paranın değerinde ortaya çıkan büyük çaplı
dalgalanmaları ifade eder. Dış ticaret
dengesindeki
açıklar, spekülatif davranışlar ve güven sorunu para
krizlerinin temel sebepleridir. Söz konusu
kriz,
ekonomide uygulanan kur rejimine de bağlı olarak kurda aşırı
oynaklıklar, döviz rezervlerinde hızlı düşüş,
faizlerde
yükselme, kısa vadede büyük çaplı sermaye çıkışı, ithalat
ve ihracat fiyatlarında değişim gibi önemli
sıkıntılara
neden olmaktadır.
Bankacılık
krizleri: Genellikle
“banka paniği” şeklinde bir ya da birkaç bankada ortaya çıkan
yoğun fon
çekilişleri
şeklinde başlayıp kısa sürede diğer bankalara da sirayet ederek
sistemik bir hâl alan bunalım
durumudur.
Bu krizler bazen sektör dışında gelişen ulusal ya da
uluslararası makroekonomik
istikrarsızlıklardan
(dışsal sebepler), bazen
de sektörün kendi iç dinamiklerinden (içsel
sebepler) ortaya
çıkabilmektedir.
Bankacılık sektöründen
kaynaklanan nedenlerin başında:
Yasal düzenleme ve denetlemelerdeki
yetersizlikler
Zayıf muhasebe standartları
Bankaların varlık ve yükümlülüklerinin
vade yapısındaki dengesizlikle
21
Ahlaki tehlike ve ters seçim sorunları
Bankaların sermaye yetersizliği ve ölçek sorunu
Risk yönetiminin zayıflığı
Kredi yoğunlaşması
Yüksek kamu açıkları gelmektedir.
İkiz
kriz: Para veya bankacılık krizlerinden birinin ortaya çıkmasının
ardından her iki krizin birlikte yaşandığı
durumu
ifade etmek için kullanılır. 1990’lı yılların ikinci
yarısında görülen Asya krizleri örneğinde olduğu gibi,
ikiz
krizlerin etkisi tek bir krize göre daha şiddetli olmaktadır.
Ortodoks
ve Heterodoks İstikrar Politikaları
Ekonomide
istikrarın sağlanmasında temel iki unsur fiyat istikrarı ve tam
istihdamın sağlanmasıdır. Bu
çerçevede
uygulanabilecek istikrar politikaları ortodoks ve heterodoks
politikalar olarak iki grupta
sınıflandırılır.
Ortodoks
istikrar politikaları fiyat istikrarının sağlanmasında
sıkı para, sıkı maliye ve sabit kur politikalarını
kullanır.
Bu politikaların içeriğinde:
Kamu harcamalarının kısılması
Reel ücretlerin düşürülmesi
Kamu yardımlarının azaltılması
Para arzının daraltılması bulunmakta
ve bu yolla toplam talebin kontrol altına alınması
hedeflenmektedir.
Ancak bu yönde uygulanan daraltıcı politikalar bütçe disiplinini
sağlamak
konusunda
başarılı olsa da ekonomide durgunluğu beraberinde getirmektedir.
IMF
tarafından da desteklenen ortodoks politikaların milli gelir,
istihdam ve reel ücretler üzerindeki olumsuz
etkileri
nedeniyle kamuoyu tarafından desteklenme oranı düşüktür.
Ortodoks politikalarda piyasada oluşan
nispi
fiyat yapısını bozucu etkileri nedeniyle fiyat kontrollerine sıcak
bakılmamaktadır. Arz yanlı yeni
ortodoks
istikrar politikalarında ise temel amaç üretimin artırılmasıdır.
Yeni yaklaşımda nominal döviz kurunun
çapa
olarak kullanılması önerilmektedir.
Heterodoks
istikrar politikalarında programlarının temelinde ise sıkı
para ve maliye politikaları ile sabit kur
sistemine
ek olarak ücret ve fiyat kontrolleri
şeklinde uygulanan gelirler politikası yer alır.
Bu
şekilde üretim ve istihdam düzeyine zarar vermeden enflasyonla
mücadele edilmesi hedeflenir.
Heterodoks
istikrar programlarında özellikle yüksek enflasyon durumlarında
şok politikalar savunulur.
Heterodoks
programlarda her ne kadar uygulandığı dönemde enflasyonla
mücadelede ortodoks politikalara
oranla
daha yüksek başarı sağlansa da orta vadede diğer politika
araçlarının desteği de önemli hâle
gelmektedir.
IMF
türü geleneksel daraltıcı ortodoks istikrar politikalarının
uygulanmasında genel olarak tercih edilen
araçlar
şunlardır:
Sıkı para politikası
Faiz oranlarının yükseltilmesi
Devalüasyon
Sıkı maliye politikası (kamu harcamalarının azaltılması,
kamu gelirlerinin artırılması)
Sıkı gelirler politikası
Fiyat kontrollerinin kaldırılması
Uluslararası ticaretin serbestleştirilmesi
Türkiye’de
Ekonomik İstikrar Programları
4
Ağustos 1958 İstikrar Kararları
Türkiye’de
ilk kapsamlı istikrar programı 4 Ağustos 1958’de alınan
kararlardır. 1950’de iktidara gelen
Demokrat
Parti Hükümeti özel sektör ağırlıklı, hafif sanayi kolları
ve tarıma dayalı bir büyüme stratejisi
belirlemiştir.
Dönemin başından itibaren uygun iklim koşulları, Marshall Planı
kapsamında sağlanan mali
yardımlar,
genişleyen tarım alanları, İkinci Dünya Savaşı sonrası atıl
fonların ekonomiye dâhil olması ve kredi
koşullarının
genişlemesinin etkisi ile yüksek büyüme oranları yakalanmıştır.
Dış ticarette ise serbestleşmeye
(liberalizasyona)
bağlı olarak özellikle 1952 yılından sonra dış ticaret açığı
önemli miktarda artmıştır. 1954
yılında
iklim koşullarının değişmesi ve dış yardımların azalmasıyla
birlikte yıllık büyüme oranları düşmeye
başlamış,
enflasyon oranları yükselmiş ve döviz sıkıntısı baş
göstermiştir.
22
Diğer
yandan döviz rezervlerindeki azalmanın ithalat üzerindeki
daraltıcı etkisi ve para arzını artırıcı politikalar,
yüksek
fiyat artışları yaşanmasına yol açmıştır. Özellikle 1957
yılından itibaren büyüme oranındaki sert düşüş
ve
kamuoyundaki devalüasyon beklentisinin de etkisiyle 4
Ağustos 1958 İstikrar Kararları yürürlüğe
konmuştur.
IMF desteği ile
oluşturulan istikrar programı kapsamında yapılan düzenlemeler
şunlardır:
Dolar kuru 2.8 TL’den
9 TL’ye çıkarılarak devalüasyon
yapılmış, döviz alım işlemlerinde 1
dolar başına
6,22
TL vergi alınması kararlaştırılmıştır
Bütçe
dengesinin sağlanması amacıyla kamu
harcamalarında kısıntı yapılmış, KİT ürünlerine zam
yapılmış
ve KİT’lerin Merkez Bankası kaynaklarıyla finansmanına
sınırlamalar getirilmiştir.
422
milyon dolar düzeyindeki dış
borçlar ertelenmiş ve yeni bir ödeme
planına bağlanmıştır
(moratoryum).
Buna ek olarak IMF, ABD ve Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nden
(OEEC) toplam 359
milyon
dolarlık yeni kredi sağlanmıştır.
Dış
ticarette serbestleşmeye gidilmiş,
bu kapsamda ithalat üçer aylık
programlara bağlanmış,
hammadde
ve ara malı ithalatına öncelik verilmiş, ihracatta ise fiyat
kontrollerinde bürokratik
işlemlerin
hafifletilmesine yönelik düzenlemeler yapılmıştır.
Emisyon
hacmi kısıtlanmıştır.
o
4 Ağustos 1958
İstikrar Kararları genel olarak açık finansman ve para arzındaki
artışları
frenleyerek
enflasyonla mücadele amacını taşımaktadır.
10
Ağustos 1970 İstikrar Programı ve 1970’li Yıllar
1963
yılından itibaren uygulamaya konulan beş yıllık kalkınma
planları (BYKP) ekonomik büyüme, ödemeler
dengesi,
fiyat istikrarı ve bütçe ile ilgili somut hedefler ortaya koymuş
ve ekonomi politikaları planlardaki bu
hedefleri
gerçekleştirecek şekilde tasarlanmaya başlanmıştır. Planlarda
özellikle yatırımların artırılması ve hızlı
büyüme
ön planda tutulmuştur.
1963
sonrasında %5-6’larda dalgalanan yıllık enflasyon oranı dönemin
sonlarına doğru yaşanan olumsuz
gelişmelerin
etkisiyle hızla yükselmeye başlamıştır. Bu ortamda hükümet 10
Ağustos 1970 tarihinde istikrar
kararlarını
açıklamıştır. Program
kapsamında;
Yüzde
67 oranında devalüasyon
yapılmış, dolar kuru 15 TL olarak
belirlenmiştir.
Mali
disiplin kapsamında vergiler
yükseltilmiş, maaş ve ücretler dondurulmuş, KİT ürünlerine
zam
yapılmıştır.
Ekonomide arzın
daralmasını gidermek amacıyla ithalatta
teminat oranları düşürülmüş,
miktar
kısıtlamaları
da azaltılmıştır.
Uygulamaya
konulan tedbirlerin ardından dış kaynak konusunda önemli
gelişmeler sağlanmıştır. IMF’den
alınan
yeni krediler, artan işçi döviz gelirleri, hammadde ve mamul
ihracatında artış ve kısa vadeli dış borçlar
sayesinde
1973 yılında ilk kez ödemeler dengesi fazla vermiştir. Sonraki
yıllarda da olumlu hava bir süre daha
devam
etmiş, kalkınma planlarında öngörülen ortalama yıllık büyüme
oranları yakalanmış, dolar kuru
13,5
TL’ye kadar düşmüş, enflasyon oranı 1971-77 yılları arasında
ortalama %18’lerde seyretmiştir.
Ne
var ki, yukarıdaki olumlu gelişmeler uzun sürmemiştir.
Uluslararası piyasalarda 1974’teki ilk petrol şoku ve
1978
yılındaki petrol krizinin ardından petrol fiyatlarındaki artışlar
ekonomiyi birçok kanaldan olumsuz yönde
etkilemiştir.
Tüm
bu faktörlerin etkisiyle, 1978’e gelindiğinde enflasyon oranı
%53’e, dış borç tutarı 4,8 milyar dolara
yükselmiş,
büyüme oranı ise %1,2’ye kadar gerilemiştir. İç
ve dış kaynak yetersizliği nedeniyle, hemen her
alanda
üretim kapasitesi sınırlanmıştır. Hızla artan maliyet baskısı
altında ekonominin üretim ve rekabet
gücü
düşmüştür. Yükselen fiyatlar genel
düzeyi nedeniyle yaşam maliyeti sürekli olarak artmıştır. Bu
şartlar
altında,
önemli ölçüde dışa kapalı, katı devletçi bir ithal ikameci
ekonomik yapı çeşitli zorluklarla karşı karşıya
kalmıştır.
Dönemin başbakanlarından Süleyman
Demirel’in ifadesiyle “ülke,
70 sente muhtaç hâle gelmiştir”.
Bunalımdan
çıkış için dış kaynak gereksinimi nedeniyle IMF ile
gerçekleştirilen görüşmeler sonrasında 1978 ve
1979
yıllarında iki istikrar programı uygulamaya konmuştur.
24
Ocak 1980 Kararları
Ekonomideki
kötüye gidişi önlemek amacıyla 1978 ve 1979 yıllarında
kararlaştırılan tedbirlerin etkin şekilde
uygulanamaması
sonucunda, 24 Ocak 1980 tarihinde daha kapsamlı bir istikrar
programı yürürlüğe
konulmuştur.
23
Program,
temelde ortodoks nitelikli politikalara dayanmaktadır. Kamu
açıkları, para arzındaki artış ve Türk
Lirası’nın
aşırı değerlenmesi, ödemeler dengesi açıkları ve enflasyonun
temel nedeni olarak görülmüştür. Bu
kapsamda
sıkı para ve maliye politikalarına dayalı tedbirler üzerinde
durulmuştur.
24
Ocak Kararları’nın daha önceki istikrar tedbirlerinden önemli
bir farkı, ithal ikameci sanayileşmenin terk
edilerek
ihracata dayalı sanayileşme benimsenmiş olmasıdır. Artık
piyasa ekonomisine dayalı, dışa açık ve
ihracata
yönelik üretimi esas alan bir kalkınma politikası söz konusudur.
Dolayısıyla tedbirler kısa vadeli
hedeflerin
yanında, ülke ekonomisinde yapısal dönüşümü sağlayacak uzun
vadeli stratejileri de
belirlemektedir.
Bu amaçlar doğrultusunda 24
Ocak 1980’de Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilen 17
karar
ve Haziran 1980’de ek olarak uygulamaya konan 33 karar genel
hatlarıyla şu şekilde özetlenebilir:
Yüzde
48,6’lık bir devalüasyon
yapılmış, dolar kuru 47,1 TL’den 70
TL’ye yükseltilmiştir. 1 Mayıs
1980’den
itibaren günlük kur uygulamasına geçilmiştir.
Döviz
alım satımları serbest bırakılmıştır.
Fiyatların
piyasa koşullarında belirlenmesi hedefi
doğrultusunda Fiyat Saptama-Kontrol Koordinasyon
Komitesi
kaldırılmıştır. Bu sayede mal ve hizmet piyasaları ile üretim
faktörleri piyasalarında fiyatların
arz
ve talep koşullarında belirlenmesi amaçlanmıştır.
Kredi ve vadeli
mevduat faiz oranları
serbest bırakılmıştır. 1980 öncesi
uygulanan negatif reel faiz
uygulamasından
vazgeçilmiştir. 1983 yılında ise faiz oranlarını belirleme
yetkisi TCMB’ye verilmiştir.
Kamu
sektörünün küçültülmesi amacı
doğrultusunda özelleştirme politikası gündeme alınmış, kamu
tarafından
üretilen malların kapsamı daraltılmış, kamu harcamalarında
kesintiye gidilmiştir.
Yine
bu kapsamda tarım ürünlerinde destekleme
alımları sınırlandırılmış,
sübvansiyonların kapsamı
daraltılmış,
KİT’lerin kendi ürünlerinin fiyatlarını belirlemelerine izin
verilmiştir.
Dış
ticarette serbestleşme hedefine yönelik
olarak ihracat artışı sağlamak amacıyla ihracat kredileri,
ihracata
yönelik yeni teşvikler, ihracatta vergi iadesi uygulaması, yeni
vergi muafiyeti ve istisnalar
uygulamaya
konmuştur. İthalatın serbestleştirilmesi konusunda ise ithaline
izin verilen mallar listesi
yerine
ithaline izin verilmeyen ürünlerin listesi belirlenmiştir.
Yabancı
sermayeyi teşvik için yeni düzenlemeler
yapılmış, bürokratik işlemlerin basitleştirilmesi için 50
milyon
dolara kadar olan yabancı sermaye girişleri için Başbakanlığa
bağlı Yabancı Sermaye Dairesi
görevlendirilmiştir.
24
Ocak Kararları’nın yürürlüğe girmesinin ardından 1979-1980
yıllarındaki küçülmenin aksine ekonomide
1981
yılında %4,8’lik büyüme sağlanmıştır. Büyüme
oranında en büyük pay, atıl kapasitenin harekete
geçmesi
sonrası sanayi sektöründe kaydedilen % 9,9’luk üretim artışına
aittir.
Daraltıcı
tedbirler fiyat istikrarı üzerinde kısa dönemde olumlu sonuçlar
doğurmuş, enflasyon oranı üç haneli
değerlerden
1981 yılında %36,8’e gerilemiştir. Bu dönemde bütçe açığında
da düzelme sağlanmış, kamu
personel
harcamaları azalmış, buna karşılık faiz ödemelerinde artış
olmuştur.
Ancak,
istikrar kararları sonucu oluşan olumlu hava devam edememiştir.
Büyüme hızı kısa vadeli hedefler
doğrultusunda
kamu yatırımlarının kısılması ve para arzının kontrol
altında tutulması politikaları nedeniyle
sınırlı
olmuştur. Özellikle seçim yılı olan 1983’te bütçe dengesi
yeniden bozulmuş, enflasyon tekrar
yükselmeye
başlamıştır. Uygulanan pozitif
reel faiz politikası sonrası bankerler
ve bankaların faiz oranı
rekabeti
ve sonrasında art arda gelen iflaslar finans piyasalarının
düzenlenmesinin önemini göstermiş ve 1982
yılında
Sermaye Piyasası Kanunu çıkarılmıştır. 1980 sonrasında dış
borçlar da sürekli artmıştır.
Sonuç
olarak, 24 Ocak Kararları ekonomide uzun vadeli istikrarı
sağlayamamıştır. Yetersiz
büyüme oranları,
artan
işsizlik, yükselen kamu açıkları ve sürekli büyüyen dış
borçlar nedeniyle, 1988 yılında ekonomide yeni
bir
kriz yaşanmıştır.
5
Nisan 1994 Kararları
Krizin
Ortaya Çıkış Süreci
1990-1993
yılları arasında ekonomi ortalama %6 büyümekle birlikte
istikrarsız bir seyir izlemiştir. Bu
dönemde
büyümenin
temel kaynakları finansal serbestleşmenin ardından artan sermaye
girişi, kamu harcamalarını
artırıcı
ve açık finansman sistemine dayalı bütçe politikası ve
bankacılık sisteminin iç piyasaya yönelik açmış
olduğu
kredilerdeki yüksek artışlardır.
Ancak sağlam iktisadi temellere
dayanmayan bu süreç orta vadede
sorunları
da beraberinde getirmiştir.
24
Artan
kamu açıkları, iç borçlanma ve TCMB kaynakları yoluyla finanse
edilmiştir. Bütçenin finansmanına ek
olarak
kaynak yetersizliği sonrası dış borçların ödenmesinde dâhi iç
borçlanmaya gidilmesi, faiz oranlarının
hızla
yükselmesine yol açmıştır. Merkez Bankası’ndan finansman ise
döviz rezervlerinin giderek azalmasına
neden
olmuştur. Yükselen faiz oranları ise ülkeye sıcak para girişini
artırmış ve TL’nin aşırı değer kazanmasına
yol
açmıştır. Bu ise bir taraftan ihracatta rekabet gücünün
azalmasına ve ithalatın yükselmesine yol açarak reel
sektörü
olumsuz etkilerken, diğer yandan dış ticaret açığını
artırarak dış dengenin bozulmasına sebep
olmuştur.
Finansal
sistemde ise bankaların sürekli artan açık pozisyonlarının
1994’e gelindiğinde 5 milyar dolara
ulaşmıştır.
Bankacılık sektörü,
temel amacı olan kredi sağlama işlevinden giderek uzaklaşmıştır.
Diğer
yandan TCMB’ nin döviz kurlarında yükselmeyi önlemek için
piyasaya döviz enjekte etmesi kırılganlığı
ve
dalgalanmaları artırıcı unsurlar olmuştur.
Bunlara;
1990 yılında I. Körfez Savaşı’nın
etkisiyle bankalardaki mevduatların geri çekilmesi
1991 yılındaki erken seçim öncesinde
başlayan ve ardından gelen iktidarında mali ve parasal disiplin
konusunda
yeterince hassas olmaması nedeniyle kamu finansmanında ciddi
sıkıntıların baş göstermesi
1994 yılındaki yerel seçimlerin kamu
harcamalarını artırıcı etkisi
Bu dönemde dünya ekonomisinde yaşanan
genel durgunluk
1994 yılında uluslararası
derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu
düşürmeleri de
eklenince,
ekonomide kriz ortamı oluşmuştur.
5
Nisan 1994 Kararlarının Kapsamı
Ekonomideki
kriz ortamına çözüm olarak 5
Nisan 1994 Kararları yürürlüğe
konmuştur. Programın kısa
vadeli
hedefi,
döviz piyasası ve dış dengede istikrarın sağlanmasıdır. 5
Nisan Kararları, konjonktürel ve yapısal
hedeflere
yönelik kararlar olarak iki ana bölümden oluşmaktadır.
Program
kapsamında yapılan düzenlemeler şunlardır:
Kamu
kesimi borçlanma gereği (KKBG) ve enflasyonu düşürmeye
yönelik olarak kamu harcamalarının
azaltılması
ve gelirlerin artırılması: Bu kapsamda kamuya yeni personel alımı
durdurulmuş, maaş ve
ücret
artışları sınırlandırılmış, vergi oranları artırılmış
ve bazı ek vergiler konmuş, KİT ve TEKEL
ürünlerinin
fiyatlarında yüksek oranlı artışlar yapılmıştır.
Finans piyasalarına
yönelik olarak mevduatlara
getirilen garanti 50 milyondan 150 milyon
TL’ye
yükseltilmiş,
6 Mayıs 1994’ten itibaren de mevduatların tamamı güvence altına
alınmıştır. Hazine’nin
Merkez
Bankası’ndan (TCMB’den) kısa vadeli avans kullanımına
sınırlama getirilmiştir. Merkez
Bankası’nın
özerkliğini artırmaya yönelik yeni tedbirler yürürlüğe
konmuştur.
Yapısal sorunların
çözümüne yönelik olarak KİT’lerin
yapısının yeniden düzenlenmesi, özelleştirme
politikasının
etkin bir şekilde uygulanması, sosyal güvenlik reformu ve tarımsal
destekleme
politikasının
yeniden düzenlenmesine yönelik kararlar
alınmıştır.
5
Nisan Kararları, içeriği itibarıyla hem ortodoks hem heterodoks
özellikler göstermektedir. Ancak, programın
tamamının
kararlılıkla uygulandığını ve hedeflerinin tamamının
tutturulduğunu söylemek mümkün değildir.
Diğer
yandan, dış dengede ekonomideki daralmanın da etkisiyle
iyileşmeler görülmüştür. TL’nin değer
kaybetmesi
ithalatı pahalı hâle getirmiş, buna iç talepteki daralma ve yurt
dışı kredi imkânlarının azalması da
eklenince,
1994 yılında ithalat ciddi oranda azalmıştır. İhracatta artışın
devam etmesi dış dengeyi olumlu
yönde
etkilemiş, 14 milyar dolar dolayındaki açık 1995 yılında 5
milyar dolar dolayına kadar gerilemiştir. Aynı
şekilde
cari işlemler açığının milli gelir içindeki payında da
ekonomiyi tehdit edecek bir durum oluşmamıştır.
Ancak,
ihracatın ithalatı karşılama oranı mütevazı seviyelerde
seyretmeye devam etmiştir.
Bu
dönemde daraltıcı mali politikalar sayesinde kamu açıklarında
da azalma sağlanmış, ancak bu süreklilik arz
etmemiştir.
1994’ün ilk yarısında yaşanan belirsizlik nedeniyle
mevduatların geri çekilmesi ve bankaların
bilanço
yapılarındaki bozulmaların etkisi ile banka iflasları
yaşanmıştır. Banka iflaslarını önlemek ve mevduat
kaçışını
engellemek için mevduatların tamamına devlet güvencesi
getirilmiştir. Netice itibarıyla uygulanan
daraltıcı
politikalar ve alınan tedbirlere rağmen, enflasyonun
düşürülememesi, programın yükünün büyük
ölçüde
dar gelirliler üzerinde kalmasına, dolayısıyla gelir dağılımının
zarar görmesine yol açmıştır.
1995-1999
Döneminde Ekonomik Gelişmeler ve İstikrar Tedbirleri
1994
yılında yaşanan krizin etkileri düzeltilmeye çalışılırken,
bir sonraki yıldan itibaren Türk ekonomisi hem
yurtiçi
hem de yurtdışı kaynaklı birçok faktörün tesiri altına
girmiştir. 1/95 sayılı OKK (Ortaklık Konseyi Kararı)
uyarınca
1 Ocak 1996’dan itibaren Türkiye ile AB arasında Gümrük
Birliği’nde son döneme girilmesi dış
25
ticarette
yeni bir dönemi başlatmıştır. Türkiye’nin sanayi ve işlenmiş
tarım ürünlerinde AB menşeli ürünlere
gümrük
vergilerini kaldırması Türkiye’nin dış ticaret açığına
olumsuz katkı yapmıştır. Diğer yandan 1995-1999
döneminde
siyasi istikrarsızlık artmış, beş yılda 7 hükümet
değişmiştir. Siyasi istikrarsızlıklar beraberinde
ekonomik
belirsizlikleri getirmiş, uzun vadeli politikalar üretilmesi veya
üretilen uzun vadeli politikaların
uygulanması
konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.
1997
yılına gelindiğinde, Tayland’da başlayan kriz, önce diğer
Güneydoğu Asya ülkelerine sıçramış, ardından
Rusya
ve Latin Amerika ülkelerini etkisi altına alarak küresel bir kriz
hâline gelmiştir. Bu gelişmeler Türk
ekonomisini
doğrudan olumsuz bir şekilde etkilemeye başlamıştır.
1997
yılı, Güneydoğu Asya Krizi’nin yansımalarına ek olarak ülke
içerisindeki yapısal sorunların da kendini
göstermeye
başladığı bir yıl olmuştur.
Enflasyon hedefi ile tutarlı kur politikalarında ve para politikası
değişkeni
olarak kullanılan faiz oranında krizin de etkisiyle gelişmeler
meydana gelmiştir.
1998’e
gelindiğinde, hem ihracat hem ithalatta gerileme yaşanmıştır.
Yılın ikinci çeyreğinden itibaren iç talebin
de
daralmasıyla büyüme rakamları gerilemiştir. Bu
dönemde yüksek faiz oranlarının etkisiyle büyük
şirketlerin
kârlarının önemli bir kısmını yatırımlar yerine kamu
açıklarını finanse etmeye ayırması,
bankaların
da benzer şekilde kredi işlemleri yerine kaynaklarını devlet iç
borçlanma senetlerinde
değerlendirmeleri,
finans piyasalarını dalgalanmalara karşı daha savunmasız hâle
getirmiştir.
Bu
ortamda yürürlüğe konan istikrar tedbirleri şu şekilde
özetlenebilir;
1997
yılı Ağustos ve Eylül aylarında Hükümet para
piyasaları ile ilgili acil tedbirleri hayata
geçirerek
uluslararası
krizin Türkiye’ye sıçramasına mani olmuş ancak ihracattaki
azalma reel sektörü etkilemiştir.
26
Haziran 1998’de IMF ile
bir buçuk yıllık Yakın İzleme Anlaşması imzalanmış,
bu program
kapsamında
IMF’den kredi kullanılmamış, üçer aylık dönemler itibarıyla
ekonomideki gelişmelerin
gözden
geçirilmesi konusunda anlaşılmıştır.
11
Aralık 1998 tarihinde ithalatı
azaltma ve ihracatın artırılmasına yönelik
bir dizi önlem paketi
uygulamaya
konmuştur.
Söz
konusu olumsuzluklara ek olarak Nisan 1999 genel seçimleri, 17
Ağustos ve 12 Kasım 1999 Depremleri,
kamu
harcamalarının artmasına neden olmuştur.
Aralık
ayının başında IMF ile üç yıllık Stand-by
(Destekleme) Düzenlemesi içeren niyet
mektubu gönderilmiş
ve
9 Aralık 1999’da 2000-2002 dönemini kapsayan Enflasyonla
Mücadele Programı (9
Aralık 1999 Kararları)
yürürlüğe
konmuştur. Programın amacı, ekonomideki belirsizlikleri gidererek
ve enflasyon beklentisini
azaltarak
reel faizler ile enflasyonda düşüş sağlamak ve ekonomik büyümeyi
hızlandırmaktır.
Programın
üç temel unsuru vardır:
¬
Faiz dışı fazlanın artırılmasına
yönelik sıkı maliye politikası
¬
Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler
politikası
¬
Uzun dönemli beklentileri iyileştirmeyi
ve bu şekilde reel faizlerin düşürülmesini sağlayacak para ve
kur
politikaları.
Program
çerçevesinde döviz kurlarında ilk 18 aylık dönem için
enflasyon hedefine uygun kur
sepeti
(1
ABD Doları + 0,77 Euro) nominal döviz kuru çapası oluşturulmuş,
sonraki 18 ay için ise kademeli olarak
genişleyen
bant uygulaması benimsenmiştir.
Kasım
2000 ve Şubat 2001 Krizleri ile Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
Türkiye
2000 yılından itibaren artan likidite sıkıntısı, yapısal
sorunlar, spekülatif hareketler ve siyasi
istikrarsızlığın
etkisi ile yıl sonunda tarihinin en büyük krizlerinden biriyle
karşı karşıya kalmış, ekonomide 1950
sonrasındaki
en büyük daralma yaşanmıştır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda
sıcak para girişi ile finanse edilen
büyüme,
1998 sonrası uluslararası piyasalarda yaşanan krizlerin ardından
sürdürülemez bir nitelik kazanmıştır.
2001’de
ekonomik büyüme -%9,5 olarak gerçeklemiş, ekonomi ciddi bir
şekilde daralmıştır. Bütçe
açıklarının
milli
gelir içindeki payı hızla yükselmeye devam etmiş ve %16’ya
ulaşmıştır. Uygulamaya konulan Enflasyonla
Mücadele
Programı’nın sürdürülebilirliğine olan inanç, cari işlemler
dengesindeki bozulma, yapısal
reformlardaki
gecikmeler, bankacılık sektöründeki sorunların etkisiyle
azalmış, piyasalardaki devalüasyon
beklentisine
karşılık gelmeyince, yabancı sermaye ülkeyi terk etmeye
başlamıştır. Krizin ortaya çıkışında
bankacılık
sektöründe yaşanan sıkıntılar önemli role sahiptir.
26
Türk
bankacılık sektörünün söz konusu dönemde temel sıkıntıları
şu şekilde sıralanabilir:
Bankaların pasiflerindeki yabancı para
ağırlığı (döviz pozisyon açığı)
Bankaların kaynaklarını yoğun olarak
kamu iç borç senetlerinde kullanması
Aktif ve pasif kalemleri arasında vade
uyumsuzluğu
Yasal altyapının finansal serbestleşmeyi
takip edememesi
Bankaların küçük ölçekli olması ve
öz kaynaklarının yeterli olmaması
Kamu bankalarının görev zararlarının
artması
Özel bankaların önemli kısmının
holding ya da grup bankası olması
1999
sonrasında TL’nin aşırı değerlenmesi, bunun uzun vadede
sürdürülemeyeceği beklentisini doğurmuştur.
Ekim
2000’de Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde azalma
başlamıştır. Ayrıca, 2000 yılı başında IMF destekli
istikrar
programı uygulamaya başlanmış, hemen ardından faiz oranları
aşırı şekilde düşmüş; takip eden
günlerde
elinde bol miktarda kamu kâğıdı bulunduran bankalar giderek artan
bir likidite sorunu ile karşı
karşıya
kalmıştır. Kasım 2000’de bankaların likidite ihtiyaçlarının
iyice artması, faiz oranlarını yükseltmiş, döviz
talebi
artmış ve bir panik havası oluşmuştur. Bankalar arası piyasada
çözülemeyen likidite sıkıntısına yönelik
Merkez
Bankası da ciddi bir tedbir almayınca, bunalımın derinleşmesi,
bazı bankaların iflası ve bunun bir kriz
hâline
gelmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir.
Gelişmeler
sonrası bankalar arası gecelik faiz oranları %873’e kadar
yükselmiş, önemli miktarda sermaye çıkışı
olmuştur.
Merkez Bankası’nın dalgalanmalar karşısında önlem olarak
döviz rezervlerini kullanması ve alınan
diğer
tedbirler ile IMF kaynaklarının kullanılması sonrasında
piyasalar bir miktar rahatlamıştır.
Fakat
19 Şubat 2001 tarihinde
dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanı arasında bir Milli Güvenlik
Kurulu
toplantısında
yaşanan gerginliğin etkisi ile zaten aşırı kırılgan olan
piyasalarda daha büyük bir kriz meydana
gelmiştir.
Gerginlik piyasalarda etkisini hemen göstermiş, İMKB bir gün
içerisinde %14,6 değer kaybetmiş, 5
milyar
doların üzerinde döviz çıkışı yaşanmış, gecelik faiz
oranları %4000’lere kadar ulaşmıştır.
Hükümetin
bu gelişmeler karşısında ilk tepkisi, enflasyon ile mücadelede
nominal çapa olarak kullanılan döviz
kurunu
dalgalanmaya bırakmak olmuştur. Dalgalı kur sistemine geçişten
kısa süre sonra TL, ABD doları
karşısında
%50’ye yakın değer kaybetmiştir. Kısa süre içerisinde bu
kadar şiddetli dalgalanmalara yol açan kriz,
zamanla
reel sektör üzerinde de etkisini göstermiştir. Şubat 2001’de
krizin patlak vermesinin ardından, Nisan
2001’de
yeni Merkez Bankası Kanunu çıkarılarak Merkez Bankası’nın
temel amacının fiyat istikrarı olduğu
açıklanmıştır.
14 Nisan 2001’de Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı yürürlüğe
konmuş, Mayıs ayında Niyet
Mektubu
hazırlanarak IMF ile görüşmelere başlanmıştır. Güçlü
Ekonomiye Geçiş Programı’nın temel amacı,
“kur
rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve
istikrarsızlığı süratle ortadan
kaldırmak
ve eşanlı olarak bu duruma bir daha geri dönülmeyecek şekilde
kamu yönetiminin ve ekonominin
yeniden
yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmak”
şeklinde tanımlanmıştır.
Bu
temel ilkeler çerçevesinde ikincil
hedefler ise şöyle özetlenebilir:
Dalgalı kur sistemi içerisinde
enflasyonla mücadelenin sürdürülmesi
Bankacılık sektöründe hızlı bir
yeniden yapılanma ile bankacılık ve reel sektör arasında
sağlıklı bir
ilişkinin
kurulması
Kamu finansman dengesinin kalıcı şekilde
güçlendirilmesi
Toplumsal uzlaşma ile enflasyon hedefi
doğrultusunda gelirler politikasının sürdürülmesi
Etkinlik, esneklik ve şeffaflığın
sağlanmasına yönelik yasal altyapının kurulmasıdır.
Bu
kapsamda bütçe ile ilgili düzenlemeler, KİT’lerin görev
zararları, bankacılık, kamulaştırma, kamu ihale
sistemi,
borçlanma, özelleştirme konuları başta olmak üzere 15 yasal
düzenlemenin yapılması
kararlaştırılmıştır.
Bunlar içerisinde hiç kuşkusuz en fazla öne çıkan düzenleme
bankacılık sektörü ile
ilgili
olanıdır.
Nitekim devlet iç borç
senetlerinin mevduat bankalarının toplam aktifleri içerisindeki
payı 1990
yılında
%10 iken, 2000’li yıllara gelindiğinde %40’ın üzerine çıkmış,
kredilerin payı ise %47’den %25’in altına
düşmüştür.
Diğer bir ifadeyle bankacılık
sektörü halktan topladığı tasarrufları yatırıma sevk ederek
büyümeyi
ve toplumun refahını finanse etme yerine, hükümetlerin popülist
kamu açıklarını finanse etmeye
odaklanmıştır.
1997-2001
döneminde 20 banka iflas etmiş ya da devlet (devlet adına TMSF) el
koymuştur. Özellikle 1999-
2001
yıllarında toplam 18 banka Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF’ye)
devredilmiştir. Bu dönemde
banka
sahibi olmak ya da kurmak kolaylaştığı için 10 yıl içinde
banka sayısı 67’den 81’e çıkmıştır. Bu şartları
dikkate
alarak Güçlü Ekonomiye
Geçiş Programı çerçevesinde 15 Mayıs 2001’de Bankacılık
Sektörü Yeniden
Yapılandırma
Programı açıklanmıştır.
27
Programın
temel amaçları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Kamu
bankalarını mali sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru
olmaktan çıkarmak
TMSF
bünyesindeki bankaların sorunlarını en kısa sürede çözüme
kavuşturmak
Yaşanan krizlerden
olumsuz yönde etkilenen özel bankaların sağlıklı bir yapıya
kavuşmalarını
sağlayacak
düzenlemeleri gerçekleştirmektir.
Program
iki ana unsurdan oluşmaktadır:
Bankacılık sektöründe mali ve
operasyonel yeniden yapılandırma
Gözetim ve denetim çerçevesini
güçlendirici, sektörde etkinlik ve rekabet gücünü artırıcı
yasal ve
kurumsal
düzenlemeler.
Yeni
istikrar programının en önemli özelliklerinden birisi,
enflasyonla mücadelede döviz çapası yerine,
gelecekteki
enflasyon değerlerini dikkate alarak kısa vadeli faiz oranlarında
değişikliğe gitme şeklindeki
“örtük
enflasyon hedeflemesi” stratejisinin benimsenmesidir. Ayrıca,
istikrar programı kapsamında mali
disiplin
tedbirleri doğrultusunda 2001 yılında 42
adet bütçe dışı fon kapatılmış, Türk Lirası mevduatların
özendirilmesi
amacıyla döviz tevdiat hesaplarına uygulanan gelir vergisi stopaj
oranı da yükseltilmiştir.
2008
ve Sonrasında Devam Eden Küresel Ekonomik Kriz: Sebepleri ve
Sonuçları
Mortgage
Krizi’nin Küresel Krize Dönüşmesi
ABD’de
ortaya çıkan ve tüm dünyayı olumsuz yönde etkileyen ipotekli
konut kredisi (mortgage) sektöründeki
sorunlar,
ilk olarak yaklaşık 2003 yılında ortaya çıkmaya başlamıştır.
ABD’de, para hacminin yüksek olması
nedeniyle
bazı finansal kuruluşlar 2003 yılında önce kredibilitesi zayıf
olan kişilere mortgage kredisi vererek
geri
dönüşü riskli bir mali yapıya girmiştir.
2003
yılına kadar ABD’de faizler düşük tutulduğu için düşük
gelir grubundaki kişiler değişken faizli kredileri
kullanmayı
tercih etmeye başlamışlardır. Ne var ki, ABD Merkez Bankası’nın
2006 ve 2007 yıllarında faiz
oranlarını
artırması, konut piyasasında durgunluğa yol açmıştır. Buna
bağlı olarak, konut satış fiyatları ile kira
gelirleri
piyasa düzeyinin altına inmiştir. Böylece, konut kredisi kullanan
düşük gelirli gruplar, kredi taksitlerini
ödeyemez
hâle gelmiştir. Bu durum Mortgage
Krizi olarak ifade edilmiştir.
Kredilerin
geri dönüşünün zora girmesi, yatırım bankaları ve ABD
mortgage piyasasında likidite sıkışıklığının
ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Bu nedenle dünyanın en büyük
yatırım bankalarından Lehman Brothers Eylül
2008’de
iflas etmiştir.
Lehman
Brothers’ın iflasıyla patlak veren küresel kriz, çok kısa bir
sürede dalga dalga bütün dünyaya
yayılmıştır.
Yaşanan
küresel krizin
belirtilerini ana hatlarıyla şu şekilde
özetleyebiliriz:
Küresel ekonomide büyümenin hızla
düşmesi
Gelişmekte olan ekonomilere yönelik
sermaye hareketlerinin yavaşlaması
Büyük ülkelerin dünya çapındaki
büyük bankalarının büyük kayıplar ve zararlar yazmaya
başlaması ve
krize
doğru büyük sorunlar yaşaması
Menkul kıymetler
borsalarında ciddi düşüşlerin yaşanmaya başlaması
2000’li yılların başından beri
uluslararası para piyasalarında aşırı bollaşan likiditenin
küresel çapta
kurumaya
başlamasıdır.
Krizin
Temel Dinamikleri
Krizin
ortaya çıkmasını tetikleyen temel dinamikler dört ana grupta
toplanabilir:
i.
Menkul kıymetleştirme
ii.
Derecelendirme kurumlarının rolü
iii.
Asimetrik bilgi
iv.
Makro ekonomik arka plan (para politikası)
Menkul
kıymetleştirme, çok kısa olarak,
tahvil gibi piyasada alınıp satılan menkul kıymetler çıkartılarak
gerçekleştirilen
borçlanmaların borç verenle borç alan arasında özel olarak
yapılan banka kredileri gibi karşılıklı
görüşmelere
dayalı kredilerin yerine geçmesidir. Bu uygulamanın avantajları;
konut kredilerinin banka
bilançolarından
çıkarılması, varlıkların likiditesinin artması ve riskin
farklılaşması olarak ifade edilebilir iken;
menkul
kıymetleştirmenin dezavantajları ise işletmelerin paket satışlara
yönelmesinin şeffaflığı giderek
zayıflatması
ve mali güvenirliliğin (kredi itibarının) gözden geçirilmesini
azaltması olarak söylenebilir.
28
Krizin
ikinci önemli kaynağı, uluslararası
derecelendirme kuruluşlarının değişen rolleridir.
Finans
piyasalarında
finansal mübadeleye dair hem alacaklılara hem de borçlulara
sağlıklı bilgi temini için varlığını
sürdüren
bu kurumlar, maalesef devasa finans kurumları ile menfaat ilişkisine
girmek suretiyle, âdeta ‘tuzun
koktuğu’
asimetrik bilgiye dayalı bir piyasa ortamı hazırlamışlardır.
Asimetrik
bilgi sorunu krizin ortaya çıkmasında
önemli bir faktör olmuştur. Asimetrik bilgi, en basit ifadesiyle,
alacaklı
ve borçlu taraflardan birinin diğerine göre daha fazla bilgiye
sahip olması ve bundan karşı tarafı
haberdar
etmemesidir. Bilgi maliyeti olarak bilinen bu yük, finans
piyasalarında ters seçim sorunu, ahlaki
tehlike
sorunu, sahip-yönetici
ya da asil-vekil sorununa neden olabilmektedir.
Hatalar
zincirinde son olarak, merkez bankalarının uyguladıkları para
politikaları nın yol açtığı yanlış
makro
ekonomik
arka plandan bahsedilebilir.
o
Finans piyasalarında alacaklıların
yanlış bir kişiye kredi kullandırmamak için borçluları
sözleşme
öncesinde
ayrıntılı bir seçme sürecine tabi tutması “ters
seçim sorununa” neden olur.
o
Finans piyasalarında sözleşme
sonrasında paranın geri dönüşünde sorun yaşamamak için olası
temerrüt
durumlarına karşı sürekli izlemeye alması “ahlaki
tehlike sorunu” yaratır.
o
İşletme/varlık sahipleri ile
yöneticiler arasında güvensizlik ve buna bağlı sürekli bir amaç
çatışması
yaşanması “sahip-yönetici”
ya da “asil-vekil
sorununa” neden olur.
Küresel
Krizin Avrupa’da Borç Krizine Dönüşmesi ve Türkiye’nin
Durumu
Genel
olarak 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren kendini
hissettiren ama 2008’in
son çeyreğinde küresel
bir
nitelik kazanan kriz, öncelikle özel kesimin borçlanma
mekanizmasından kaynaklanmaktaydı. Böylece,
bankacılık
sektörü ile banka-dışı özel kesimin alacak-borç ilişkisinde
yukarıda açıklanan yüksek riske dayalı
yürütmüş
olduğu çarpık mekanizma işlemez hâle gelmiş; firmalar ve
hanehalkları bankalara olan
yükümlülüklerini
kısmen ya da tamamen yerine getiremez hâle gelmişlerdi. Borç
krizi yaşayan Avro (Euro)
Bölgesi’nde
hanehalkının toplam yükümlülüğü ciddi bir oranda artmıştır.
Türkiye’de
ise, artış oranı çok daha yüksek olmasına karşın, durumun
ödeme krizine dönüşme potansiyeli
henüz
zayıf gözükmektedir. Ancak, yine de borç verenler ve alanlar
üzerinden düzenlemelerin devreye
girmesinde
yarar vardır ve zaten bazı kısıtlayıcı tedbirler alınmış
durumdadır.
Özel
kesimin yüksek borç yükünü hafifletmek ve finans sistemini
çalışır hâlde tutabilmek için hükümetler
tarafından
devreye sokulan politikalar,
2011
yılından itibaren kamunun borç sorunu hâline dönüşmüş
durumdadır. Şöyle ki Avro Bölgesi
ülkelerde
ortak
para ve merkez bankası olduğu için ve AB Merkez Bankası’da
diğerleri gibi nihai ödünç
mercii ya da
zorda
kalındığında ekonomiyi fonlayabilecek bir yetkiye sahip olmadığı
için, hükûmetlerin elinde krize karşı
kullanabilecekleri
tek istikrar politikası olarak maliye politikası kalmıştır.
Dolayısıyla Avro Bölgesi
hükûmetleri
özel
sektörü temerrüt hâlinden kurtarmaya yönelik hazırladıkları
ulusal ve uluslararası kurtarma paketlerini
resesyonu
aşmak için devreye sokmaya başlayınca, kriz bu defa doğrudan
kamunun sorunu hâline
dönüşmüştür.
Aslında
AB üyesi ülkelerin tabi oldukları iki önemli kriter vardır
(Maastricht Kriterleri):
1)
Üye ülke bütçe açığının GSYH’ya oranı %3’ü,
2)
AB tanımlı kamu borç stokunun oranı ise %60’ı geçmemelidir.
Para,
faiz ve kur politikalarını kullanamayan söz konusu hükümetler
için yegâne istikrar aracı hâline gelen
genişletici
maliye politikası uygulamaları, Maastricht Kriterlerini âdeta hiçe
sayarcasına büyük bütçe açıkları
vererek
ve onun borçla finanse edilmek zorunda kalınması ile borç krizine
dönüşmüş durumdadır.
Krizin
en ağır hissedildiği 2009 yılında her iki mali kriter bakımından
da ABD, Japonya ve AB üyesi ülkelerin
büyük
bir kısmı ağır bir yara almıştır.
Türkiye
Avro Bölgesi’ne göre oldukça farklı dinamiklere, mekanizmalara
ve politikalara sahip olduğu için,
Avro
Bölgesi’nin yaşadığı sorunu ciddi ölçülerde yaşamamaktadır.
Küresel
Krizin Türk Ekonomisi Üzerine Etkileri ve Alınan Tedbirler
Küresel
Krizin Türk Ekonomisine Etkileri
Bilindiği
gibi, Küresel Kriz ülke
ekonomilerine etkilerini ilk olarak ülke borsalarında göstermiştir.
Türkiye’de
de
IMKB-100 endeksi 2007 yılı boyunca yukarı yönlü bir trend
göstermiştir. Ancak 2008 yılının başından
itibaren
bu trend aşağı yönlü olmuş ve 2008 Aralık ayında son iki
yılın en düşük değerleri gerçekleşmiş ve Mart
2009’dan
itibaren de yükselmeye başlamıştır.
29
Diğer
yandan Türk ekonomisinin 2002 yılından itibaren gösterdiği
ekonomik performans, Türk Lirası’nın dolar
ve
Avro karşısında değer kazanmasına yol açmıştır. Küresel
krizle mücadele uygulanan para politikası
önlemlerinin
başında merkez bankalarının faiz oranlarını düşürmesi
gelmiştir. Bu politika, vadeli mevduat faiz
oranlarının
da düşmesine yol açmıştır. Türkiye için de benzer bir durum
geçerlidir.
Krizin
daha sonra bazı ülkelerde borç krizine dönüşmesi ve bankacılık
sektörünün de krize girmesiyle birlikte,
TCMB
2011 yılında finansal istikrarı koruma hedefini öne alarak
karşılık oranlarını yükseltme kararı almıştır.
Bunu
bankaların yüksek riskli kredi verme ve müşterilerin de aynı
şekilde fon kullanma iştahına sınırlama
getirici
bazı kararların alınması takip etmiştir. Krizin finans sektörü
üzerindeki etkileri, kuşkusuz, reel sektörü
de
etkilemektedir.
Türk
ekonomisi 2001 krizinin ardından ilk kez 2008’deki krizin
etkisiyle negatif büyüme oranına sahip olmuştur.
Ancak
2009 yılı dördüncü çeyreğinden itibaren, özellikle de 2010
ve 2011 yıllarında yıllık bazda yaklaşık %9
civarındaki
büyüme ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri
olmuştur. Krizin etkisiyle ortaya
çıkan
toplam talepteki daralma, enflasyon oranının 2009 yılında
düşmesine neden olmuştur. Ancak takip eden
yıllarda
enerji ve emtia fiyatlarındaki aşırı artış ile iç ve dış
talebin yeniden artmasıyla birlikte enflasyon
yeniden
yükselme trendine girmiş ve hedeften büyük ölçüde sapma
göstermeye başlamıştır.
Net
kamu borç stoku rakamsal olarak artsa da borçlanma maliyeti düşmüş
ve vadesi epeyce uzamıştır. Ayrıca,
ağırlıklı
olarak sabit faizle, ulusal para birimi üzerinden yapılan
borçlanmanın milli gelire oranı hem iç hem de
dış
borçlarda epeyce gerilemiştir.
Son
olarak, dış ticaret hem ihracat hem de ithalat olarak, dolayısıyla
dış ticaret açığı da krizle birlikte ciddi
olarak
daralmış olsa da son yıllarda ticaret hacmi hızla toparlanmış,
ama bu defa ticaretin mal ve ülke profiliyle
birlikte
cari işlemler açığı da hızla rekor düzeylere yükselmiştir.
Küresel
Kriz Karşısında Türkiye’de Alınan Tedbirler
Para
politikası kapsamında alınan tedbirleri aşağıda özetlenmiştir.
Bankaların
birbirlerinden dolar ve Avro üzerinden borç alıp vermelerine imkân
sağlanmıştır.
Bankaların bilanço
büyüklükleri dikkate alınarak döviz ve efektif piyasalarında
işlem yapma limitleri
yükseltilmiştir.
MB
döviz alım yerine, döviz satım ihalelerine başlamış ve
bankalar arası döviz piyasasında, döviz
likiditesi
akışının artırılması sağlanarak finansal sistemdeki
akışkanlığı ve kredi piyasalarının etkin
çalışmasını
destekleyici uygulamalara başlanmıştır.
Yabancı para zorunlu
karşılık oranı %11’den %9’a indirilmiş, TL mevduatlarını
ve kredileri teşvik etmek
amacıyla,
yabancı para zorunlu karşılıklara faiz ödenmesine son verilmiş,
TL zorunlu karşılıkların faiz
oranı
ise artırılmıştır.
Bankacılık
sektörünün özkaynak yapısını daha da güçlendirmek amacıyla
bankaların kâr dağıtımına
sınırlama
getirilmiş ve bankaların kâr dağıtabilmesi BDDK onayına
bağlanmıştır.
Maliye
politikası kapsamında atılan adımların bazıları aşağıdaki
gibi özetlenebilir:
Hisse
senedi kazançlarında yerli yatırımcıya uygulanan %10’luk
stopaj sıfıra indirilmiş
Vergi
borçlarına taksitlendirme imkânı getirilmiş
Yabancı fonların
portföy yönetim şirketlerine bu fonlarını Türkiye’de
değerlendirmeleri için bazı vergi
avantajları
sağlanmış
Menkul Kıymet
Yatırım Fonları ile Menkul Kıymet Yatırım Ortaklıklarının
sermaye piyasasında yaptıkları
işlemler
nedeniyle elde ettikleri gelirlere banka ve sigorta muameleleri
vergisinin (BSMV) muafiyeti
getirilmiş
Yurt
dışı tedarikçilerden sağlanan kredilerde stopaj oranı %5’e
indirilmiş
Gelişmişlik
düzeyini dikkate alarak iller düzeyinde farklı vergi indirimi
uygulamasına gidilmiş
Net
alanı belli bir metrekarenin üzerinde bulunan konutlarda, ticari
araçlarda, belli bir motor silindir
hacmini
geçmeyen otomobillerde, beyaz eşya ve bazı elektronik eşyalarda,
mobil internet ve her çeşit
haberleşme
işletmeciliği hizmetinde vergi indirimine gidilmiştir.
Üretim
ve ihracata yönelik alınan tedbirlerin bazıları ise aşağıdaki
gibidir:
KOBİ’lere 6 milyar TL’nin üzerinde
kredi desteği verilmiş
Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük
Sanayi Sitelerine yönelik teşvikler artırılmış
İhracatçılara kullandırılan ihracat
reeskont kredisi ve Eximbank kredilerinden yararlanma imkânları
artırılmıştır.