Tiyatro Oyunları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tiyatro Oyunları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumhuriyet Bayramı ile İlgili Tiyatro Oyunları


Kişiler

FİLİZ (Kız çocuk) — FİDAN (Kız çocuk) — MERAL (Kız çocuk) — CEYLÃN (Kız çocuk) — NAR (Erkek çocuk) BULUT (Erkek çocuk) — COŞAN (Erkek çocuk) — YILDIZ (Erkek çocuk) GÜNDÜZ (Erkek çocuk) — AYHİ (öğretmen)

1. Sahne
(Sabah, ders saatinden evvel. Hazırlanmış bir sınıf. Filiz sırasında meşgulken Fidan girer.)
FİDAN — A... Filiz, ne kadar erken gelmişsin. Artık bu derecesi de olur mu? Bari bundan sonra güneş doğmadan gel...
FİLİZ — Ya sen? Sen pek mi geç kalmışsın. Baksana ortalıkta senden başka kimse var mı?
FİDAN — Sen bana bakma. Ben annemden dayak yedim de onun için böyle sabah sabah dışarıya uğradım.
FİLİZ — Sen de bana bakma... Ben de dün akşam öğretmenden ceza aldım da bu gece burada yattım.
FİDAN (Pencereden bakarak) — A... A... Karşıdan Meral'le Çınar da geliyor. İşte Ceylan da arkalarında. Bulut, Coşan, Yıldız hepsi geliyorlar.
FİLİZ — Elbet gelecekler. Yalnız sen mi annenden dayak yedin? Onlar da yemişlerdir. FİDAN — Peki. Sen orada ne yapıyorsun?
FİLİZ — Karınca çocuk hikayesini okuyorum.
FİDAN — Bugünkü ödevini yaptın mı?
FİLİZ — Ne ödevi?
FİDAN — Bugün ne ödevi olduğunu bilmiyor musun?
FİLİZ— Yo...
FİDAN — A... Ayol, geçen hafta öğretmen ödev vermişti ya... Türk devriminde hangi yeniliğin en büyük olduğunu hazırlayacak değil miydik?
FİLİZ — Benim haberim yok.
FİDAN — Sahi mi? Demek şimdi sen hiç bir şey hazırlamadın?
FİLİZ— Yoo...
(Meral, Çınar, Ceylan, Bulut, Coşan, Yıldız, Pınar, Gündüz; hepsi birden girerler.)

2. Sahne

FİDAN — Çocuklar, Filiz hiç bir şey hazırlamamış. Bugünkü ödevden haberi bile yokmuş.
HEPSİ BİRDEN — Eyvah, eyvah...
FİDAN (Filiz'e) — Peki, sen şimdi öğretmene ne cevap vereceksin.
FİLİZ — Ne sorarsa onun cevabını vereceğim.
FİDAN — İyi amma bir şey hazırlamamışsın ki...
FİLİZ — Hazırlamağa ne lüzum var, söylerim.
HEPSİ BİRDEN — Haydi, söyle bakalım, söyle bakalım.
FİLİZ — Peki, söyleyeyim. Bence Türk devriminin en büyük tarafı kadınlığı yükseltmesidir. Bunu hemen anlayıvermek için bir kere kendi kendimize bakmak yeter. Örnek olarak ben bir günlük hayatımı size anlatayım. Bu sabah güneşle beraber kalktım. Yıkanıp tarandıktan ve kahvaltı ettikten sonra siyah göğüslüğümü giydim. Derslerimi bir kere gözden geçirdim. Çantamı ve yemeğimi alarak sokağa çıktım. Geze geze okula geldim. Bugün burada beş ders okuyup birçok şeyler öğrendikten sonra eve döneceğim. Çantamı bırakıp gezmeğe çıkacağım. Biraz kırları, biraz babamın dairesini, biraz da kütüphaneyi dolaşacağım. Akşamüstü koltuğumda bir sürü mecmua ve kitapla odama gireceğim. Artık bütün dünya benimdir. Böylece günler, aylar, yıllar geçecek. Ben ilkokulu, ortaokulu ve yüksek tahsili bitirerek iyi bir kafa sahibi olacağım. O zaman yıllardan beri düşündüğüm ülküme artık yaklaşacağım: Bir idarehane açacak, bir kadınlık gazetesi çıkaracağım. Milletimizi daha fazla yükseltmek için, kadınlarımızın daha çok yükselmesine çalışacağım ve Türk kadınının bütün dünya kadınlarından daha üstün  olduğunu cihana tanıtacağım. Şimdi düşünün. Türk devrimi bana bütün bu fırsatları hazırlamamış, önüme bu yolları açmamış olsaydı bunu yapabilir miydim? Türk devrimi olmasaydı belki ben de haminnem gibi yedi yaşında çarşaf giyecek, dokuzunda hafız olacak, fakat iki kelimeyi bir araya getirip söyleyemeyecek ve yazamayacaktım. Üstümüzdeki yıldızlara baktıkça onları göklerin duvarlarına çakılmış altın çiviler zannedecek, dünya ve hayat hakkında en küçük bir meseleyi halledemeyecektim. Yani yaşayış itibariyle, benim meşe ağacından yahut araba atlarından farkım olmayacaktı. Hatta onlardan daha bedbaht olacaktım. Çünkü onlar hiç olmazsa, tabiatın en küçük hayvancıklara bile esirgemeden verdiği havadan ve güneşten istedikleri kadar istifade ederler. Ben kalın perdeler arkasında, bu en basit ve en tabiat haklardan bile mahrum yasayacak, en acısı, bilgisizliğim yüzünden bu felaketin farkında olmayacaktım. Bunları düşündükçe haminnemin, hattA annemin yaşayışı hayret ve sevinçten çıldıracağım geliyor ve diyorum ki, Türk devriminin en büyük eseri kadınlığı yükseltmesidir.
HEP BİRDEN (Gülerek) — Oh... Oh... Filiz hiç hazırlanmamış.
FİLİZ (Fidan'a) — Haydi sen söyle bakalım, sen ne hazırladın?
FİDAN — Ben şapka devrimini hazırladım. Babama sordum. Birçok kitaplar okudum. Öğrendim ki; biz eskiden şapka değil, fes, sarık, külah, kavuk ve daha bilmem neler giyermişiz. Bütün bunlar çok eski ve ilkel şeylermiş. İnsanlar arasında kıyafetin elbette bir tesiri var. Kafamızın içini ne kadar işlersek işleyelim, ona mademki bir kıyafet vermeden kendimizi tanıtamaz ve sözümüzü dinletemeyiz. Avrupalılar bizi öyle mısır koçanı gibi uzun püsküllü kıpkırmızı bir fesle, üç etek cübbelerle, yedi arşın mermer sahi sarıkla görünce pek haklı olarak önem vermez ve bundan yüz, üç yüz sene evvelki adamlar zannederlermiş. Ben bile bugün o eski kavuklu şalvarlı resimleri görünce ne kadar gülüyorum. Geçen gün bizim eski kıyafetimizde gezen iki doğulu seyyah gördüm de Karagöz'le Hacivat sokağa çıkmış sandım. Asıl mesele: Cahil ve dindar halk bu kıyafetin değişmesini eskiden beri istemezmiş. Bilhassa başına şapka geçirenler gavur sayılır ve öldürülürmüş. Bugün memleketimize gelen bazı yabancılar, karşılarında aynen, Berlin, Paris sokaklarındaki adamları görünce kendilerini henüz bir Avrupa şehrinde zannederek Türkiye'ye ne zaman çıkacaklarını soruyorlar.
MERAL (Fidan a) — Sen bunun sırrını şapka devriminde mi buluyorsun? Şüphesiz şapka devrimi çok büyük. Fakat onu da hazırlayan başka bir devrim var. Sen kafanın içini değiştirmeden dışım zor değiştirirsin. Bence Türk devriminin bundan daha büyük tarafı halka dini öğretmesidir. Halk dinin ne demek olduğunu öğrenince şapka giyene artık gAvur demez. Eski devirde padişahlar halkı daha kolay soyabilmek için, onlara din namına birçok korkunç öğütler verir ve onları miskinleştirirlermiş. Bilgiden, teşebbüsten, insanlık gururundan mahrum kalan halk padişahı Allah'ın vekili sanır ve onun dediğine körü körüne kanaldı. Türk devrimi, bu yüzlerce yıldan beri kökleşmiş olan inanışları bir hamlede söküp attı. Millete dinin ve dünyanın ne demek olduğunu açıkça gösterdi.
ÇINAR (Meral'e) — İyi amma, tarih devrimi yapılmasaydı senin din devrimini de yarım kalırdı. Türk tarihinin tetkiki halka gösterdi ki hakiki din yüzyıllardan beri birçok masallarla karıştırılan din değildir. Ve gene Türk tarihinin tetkiki gösterdi ki Türk Milleti küçük bir sülalenin esiri değil, öyle yüzlerce sülale yetiştirmiş ve bütün dünyaya medeniyet tohumu atmış eski bir varlıktır. Bu büyük hakikati Türk devrimine kadar ne Türkler, ne de Avrupa biliyordu. Yeni Türk çocuklarına milletlerinin bu asil gururunu ve şuurunu veren Türk devrimi burada en büyük eserini göstermiştir. Çünkü yükselmek isteyen bir millete her şeyden evvel Milli gurur lazımdır.
CEYLAN‚N (Çınar'a) — Çok güzel söyledin, Çınar... Fakat bu tarihi halka okutmak ve bu milli gururu duyurmak için ne ister biliyor musun? Maarif... Bu memleketin asırlardan beri en büyük derdi bilgisizliktir... Milyonlarca halk en basit okuyup yazmayı bile bilmiyordu. Bugün okulsuz Türk köyü, öğretmensiz Türk çocuğu yoktur. İşte devrimin en şanlı tarafı. BULUT (Ceylan’a) — Ceylan, ya dil? Maarif ne ile olur? Eski idare halk okuyup öğrenerek hakkını aramasın diye bilgi dilini, ancak kırk senede öğrenilebilen, acayip ve bize tamamıyla yabancı bir hale getirmişti. O dille halk bir şey öğrenebilir miydi? Türk devrimi, Türk milletine Türk dilini getirdi. İşte devrimin en sevimli tarafı...
COŞAN — Sorarım sana, Bulut, Arap harfleri varken Türk dili var mıydı? Bu devrimin en büyük tarafı harf devrimidir. Dilimiz zenginliğini ve güzelliğini yeni Türk harfleriyle göstermiştir.
YILDIZ (Hepsine birden) — Ben size bütün bunlardan daha büyük bir devrim göstereceğim: Ekonomi devrimi. Padişahlar zamanında Türk unsuru, asırlarca yabancı cephelerde ve şahsi menfaatler için süründürülmüş, ekonomide üstünlük, iş ve sanat yerli yabancıların elinde kalmıştı. Türk devrimi, medeni hayatın ekonomi mücadelesiyle kabil olduğunu bütün millete öğretti ve halka sanat, ticaret yollarını, istihsal kapılarını açtı. Bugün Türk askerliğinin Türk kahramanlığının yanında bir de Türk işçiliği vardır. Şu giydiğin şapka Türk malıdır. Bu elbisenin kumaşı Türk tezgahında dokunmuştur. Şu ayakkabı, iğneden ipliğine varıncaya kadar Türk fabrikasında yapılmıştır. İşte devrimimizin en canlı tarafı.
PINAR — Ben bütün bu eserlere bir ana buldum. Eğer Cumhuriyet olmasaydı bu saydıklarınızın hiçbiri meydana gelmezdi. Türk devriminin en ölmez temeli eski idareyi yıkarak Cumhuriyeti kurmasıdır. Saydığımız devrimlerin hepsi Cumhuriyetin  eseridir.
GÜNDÜZ — Ben bundan daha büyük bir temel biliyorum ki, Türk devriminin en inanılmaz tarafı odur. O olmasaydı saydıklarınızın hiçbiri olmazdı. Hatta Cumhuriyet bile. Hatta siz ve ben bile... Bunu ihtiyar tarih de biliyor, bütün dünya da tanıyor. Fakat siz unuttunuz. HEP BİRDEN — Söyle, sen söyle, söyle, söyle...
GÜNDÜZ — Kurtuluş Savaşı...
HEP BİRDEN — Yaşa, yaşa, doğru, doğru... (Gürültü inerine öğretmen içeri girer.)

3. Sahne

ÖĞRETMEN -— Çocuklar, ne var, ne oluyorsunuz?
GÜNDÜZ — Efendim, Türk devriminin en büyük tarafı nedir diye münakaşa ediyoruz.
ÖĞRETMEN — Çok güzel. Ne diyorsunuz bakayım?
GÜNDÜZ — Efendim, ben diyorum ki Kurtuluş Savaşıdır.
ÖĞRETMEN — Siz, ötekiler?
PINAR — Efendim, ben Cumhuriyet dedim.
ÖĞRETMEN — Sen, Coşan?
COŞAN — Harf devrimi, efendim.
ÖĞRETMEN — Yıldız sen?
YILDIZ — Ekonomi devrimi.
ÖĞRETMEN — Ceylan, sen ne dedin?
CEYLAN — Efendim, maarif devrimi.
ÖĞRETMEN (Meral'e) — Sen?
MERAL — Din devrimi, 
Read more

23 Nisan İle İlgili Tiyatro Oyunları - Piyesler - Skeç



İLK İŞ GÜNÜ

Oyuncular:Celal Bey (patron), Jale (sekreter),

Hadi (yeni eleman), John ( yabancı müşteri),

Mary (yabancı müşteri)

Oyuncular: Celal Bey (patron), Jale (sekreter), Hadi (yeni eleman), John ( yabancı müşteri), Mary (yabancı müşteri)

(Patron Celal Bey ve sekreteri Jale ofislerinde oturmaktadırlar. Patron telefonla konuşmaktadır. )

Celal Bey: Şu İngilizce bilen eleman aranıyor ilanı için arayan oldu mu?

Jale: Evet Celal Bey. Bugün gelecek görüşmeye. Çok iyi derecede İngilizce biliyormuş. Hadi adında birisi.

Celal Bey: İyi iyi, inşallah aradığımız gibi bir elemandır. Yoksa yabancı müşterilerin hepsini kaçıracağız.

(Bu sırada kapıdan içeri birisi girer.)

Hadi: Merhaba.

Celal Bey: Merhaba, buyrun?

Hadi: Ben Hadi, iş görüşmesi için bir randevu almıştım.

Celal Bey: Ooooo, hoşgeldiniz. Buyrun oturun lütfen. Nasılsınız?

Hadi: İyiyim, teşekkür ederim. Amerika’daydım yaklaşık beş yıldır. Malum, türkçe konuşacak pek kimse yok orada, o yüzden Türkçe konuşurken biraz zorlanıyorum. Dilim sürçerse kusura bakmayın artık.
Celal Bey: Haaarika! İşte tam aradığımız adam. Yurtdışıyla sürekli bağlantı halindeyiz. Bu yüzden yabancı müşterilerle görüşmeler yapıyoruz. Yani iyi derecede İngilizce bilen birisine ihtiyacımız vardı. Allah karşımıza sizin gibi birisini çıkardı. Aramıza hoşgeldiniz diyelim o zaman.

Hadi: Hoşbulduk, çok teşekkür ederim. Beni utandırıyorsunuz.

(Bu arada telefon çalar. Celal Bey telefonu açar.)

Celal Bey: Celaliye Limited Şirketi, buyrun…. Alooooo… Ne diyorsun kardeşim, anlaşılmıyo, ağzını ahizeye yakın tut biraz. Alooooo… Ne piliyz miliyz diyip duruyorsun yahu? İngiliş mi?

(der ve Hadi’ye döner)

Celal Bey: Ya bu adam İngilizce konuşuyor herhalde Hadi Bey. Tesadüfe bak. İşe girdiğiniz ilk dakikada bir yabancı aradı. Bir konuşun bakalım, ne diyor?

(Hadi paniklemiştir, aceleyle ayağa kalkar.)

Hadi: Ya, birden karnıma acayip bir ağrı saplandı. Tuvalet nerede acaba?

Celal Bey: Hadi Bey, şu adamla bir konuşun. Sonra gidersiniz tuvalete.

Hadi Bey: Uff, başıma da acayip bir ağrı girdi yaa. Söyleyin sonra arasın.

Celal Bey: (Ahizeye doğru yüksek sesle bağırarak ve heceleyerek konuşmaktadır) Alooo, sonra arayın, sonra. Hadi bey acayip sıkışmış. S-o-n-r-a. Ne? Ya, Hadi bey, önemli bişey galiba. En azından sonra arayın falan diyin.

(der ve ahizeyi zorla Hadi Bey’in eline tutuşturur. Hadi Bey büyük bir panik içinde konuşmaya başlar.)

Hadi Bey: Helloo, yeah, ooh yeah, yes, no, okay, hımmmm, yes, no, yeaaah. Baaaaay

(der ve rahatlamış biçimde telefonu kapatır.)


Celal Bey: Ne oldu, ne diyor?

Hadi: Yanlış aramış, empire state binası, elli üçüncü kata dört lahmacun diyo.

Celal Bey: Dur bi dakka ya, adam şimdi Amerika’dan lahmacun siparişi veriyor, ve yanlışlıkla Türkiye’yi aramış öyle mi?

Hadi: Yaa, öyle. Düşünün işte, Amerikalılar aptal derler de inanmazdım. Yani sen tut Amerika’da lahmacun ye, bi de üstüne Türkiye’yi ara. Hahahahahahahahah! Alem bunlar yaaa.

Celal Bey: Kızım, Hadi Beye tuvaleti gösteriver.

Hadi: Yok yok, geçti. Adam lahmacun falan diyince gülmekten geçti valla.

(Çaylarını içmeye başlarlar. Celal Bey biraz şaşkındır. Bu sırada kapı açılır ve içeriye iki yabancı girer.)

John: Hello!

Celal Bey: Ooooooo John. Ve aleykümselam. Buyrun buyrun. Hadi Bey, bunlar bizim en iyi müşterilerimiz. Valla kısmetimizi açtın sen.

(Hadi bey yine ayağa fırlar panik içinde)

Hadi: Tuvalet ne taraftaydı?

Celal Bey: Geçmemiş miydi sizin şeyiniz?

Hadi: Geçiyor, yine geliyo. Napıyim?

Celal Bey: Yaw biraz oturun, adamlara ayıp olur. Bir tanışın en azından. Bak bunlar bizim en yağlı müşterilerimiz.

(Hadi yine panik içinde John ve Mary’ye yaklaşarak ellerini sıkar.)

Hadi: Hello, I am Hadi. Oturun hadi.

John: Hey Hadi, nice to meet you.

Mary: Nice to meet you, Hadi.

Hadi: Yes yes, nice to meet you.

(Hep birlikte otururlar.)

John: Hadi, we are here to talk about our new project. It’s very important for us. Because if we get successful, we will be very rich. But if we fail, it will be very bad for all of us. So, are you ready to translate our speech?

(John konuşurken Hadi acayip panik yapar. Celal Bey memnun bir şekilde kafasını sallamaktadır. Hadi yine ayağa fırlar.)

Hadi: Yaw, ben bir tuvalete gitsem.

Celal Bey: Hadi bey, lütfen yaa. Adamlara ne kadar ayıp olur, bir düşünsenize. Ne dediler?

(Hadi sıkıntılı bir şekilde yerine oturur.)

Hadi: Yaw, adam diyo ki, sen biraz sıkıntılı gözüküyorsun diyo, sıkıştın falansa bi tuvalete git gel de, öyle konuşalım diyo.

Celal Bey: Hadi yaa, git gel de rahatla o zaman yahu. Kızım, Hadi beye tuvaleti gösteriver.

(Sekreterle Hadi çıkarlar. Celal Bey yabancı misafirlere dönerek bağıra çağıra ve kelimeleri heceleyerek konuşmaya başlarlar)

Celal Bey: Bizim yeni eleman bu. Yeni eleman yeniiii.

John: Sorry?

Celal Bey: Yok yok, sori değil, Hadi adı. Beş yıl Amerika’da kalmış. A-m-e-r-i-k-a-d-a…

John: Ooooh yeah. America. Cool!

Celal Bey: Evet, evet. Allahın sevgili kulu işte. İşleri rast gidiyor adamın.

(Bu sırada telefon çalar. Celal Bey telefonu açar.)

Celal Bey : Celaliye limited şirketi, buyrun. Hah, yine lahmacuncu. B-e-k-l-e b-e-k-l-e. Görüşmeyi mahvettiniz yaaa. Gidin pizza falan yiyin kardeşim. Sinirlenmeye başlıyorum ama.

(Hadi süklüm püklüm odaya girer.)

Celal Bey: Hadi Bey, yine Amerika’dan arıyorlar galiba. Al şunu bi konuş bakalım.

(Hadi telefonu alır)

Hadi Bey: Hello, no, yes, no, yes, no, yes, no…. (der ve telefonu kapatıp Celal Bey’e döner) Deminki adam arıyo yine. Bu sefer de şey diyo. Vazgeçmişler yemek siparişi vermekten. Menemen yapacaklarmış. Önce soğanları mı atıcaz, biberleri mi diyo? Ben de Soğanları atın, biraz pembeleşince biberleri atarsınız dedim.

Celal Bey: Hay Allahım yaa, bütün çatlaklar bizi buluyor. Neyse, şimdi söyle bakalım. Malların teslimatını ne zaman yapmamız gerekiyor.


Hadi: Tamam, söylüyorum. Uhm, he is a blackboard. I go to cinema everyweekend. I like popstar, chicken menü, united colors of benetton, levi’s, adidas, nike. Okay?

(Misafirler şaşkın bir şekilde birbirlerine bakmaktadırlar.)
Celal Bey: Ne dedin ya sen? Pop star falan dedin di mi?

Hadi Bey: Evet, biraz espri yaparak ortamı rahatlatmaya çalışıyorum. Çok gergin gözüküyorlar. Dedim ki, öyle pop star yarışmacıları gibi stres yapmayın, rahat olun dedim. Sonra da malların teslimatını sordum.
Celal Bey: Hahahahaha, afferin sana be, çok şakacı adamsın.

Mary: I don’t understand anything. Do you speak English or Turkish, Hadi?
Celal Bey: Ne diyor? Törkiş mörkiş dedi?
Hadi: Diyor ki, eeeeeee, şöyle diyor, ııııııı, yani demek istiyor ki, hah, sen gerçekten Türk’müsün yaaa, inanamıyorum. Ben seni ilk gördüğüm andan itibaren Amerika’lı sandım, öylesine akıcı ve güzel konuşuyorsun ki inan çok şaşırdım falan diyor. Yalakalık yapıyor işte kendi çapında.
Celal Bey: Vay be, aslanım benim. Acayip gurur duydum şimdi. Hadi, konuya gelelim artık.

Hadi: Tamam siz merak etmeyin. Eeeeee, the tesliiimaaaat, when, who, why, what time, how often, how much, how many, ooh yeah?

John: I am sorry but I don’t understand anything. Are you sure you can speak English?
Celal Bey: Ne diyorlar?

Hadi: Sen bırak şimdi malları falan da bişeyler ısmarla, içelim kendimize gelelim diyo.

Celal Bey: Hakkaten yaa, çok ayıp oldu adamlara. Sor bakalım ne içerler?

Hadi: Drink? Tea, coffee, water. Drink what?
John: Oh, expresso please.

Mary: I’d like hot chocolate, if possible.

Celal Bey: Ne diyo, expres falan dedi galiba?
Hadi: Evet, eeeeee, çay getir diyo, ama çok acil olsun, acayip canım çekti diyo. Yani expres olsun, hiçbiryere uğramadan gelsin diyo.


Celal Bey: Kızım, duydun Hadi Beyi. Hadi hemen çay getir.

(Sekreter çıkar.)

Hadi: Neyse, biz dönelim konumuza. Always, usually, often, sometimes, never. International Hospital, Nokia connecting people, Galleria, Carousel, Mission impossible, terminator, en son babalar duyar, avrupa yakası, what is your address?

John: What are you talking about? We have no time. Our car is waiting for us, we will go ten minutes later.


Celal Bey: Sen ne dedin yaa, baba, avrupa falan, ingilizce mi bunlar?

Hadi: Evet, bazı kelimeler aynı. Dedim ki babacım, sen habire çaydan kahveden bahsediyosun. Burası Avrupanın en büyük şirketlerinden birisi. Kendine çeki düzen ver, saygılı ol biraz dedim.
Celal Bey: Aferin sana, kendimizi ağırdan satalım biraz. Onlar ne dedi? Car, eee go falan dediler.
Hadi: Onlar da dedi ki, eeee, yani dediler ki, hah, siz hiç uğraşmayın teslimatla falan, verin kargoya gitsin, siz de keyfinize bakın dedi. Kargo. Hehehehehe.

Celal Bey: Ya, delirmiş mi bunlar. 200 ton mal, hem de su borusu. Nasıl verelim kargoya? Çevirsene.

Hadi: Boru boru, water boru, two hundred ton boru. Kargo margo, problem. Car don’t go. Very very problem. What is this, this is a boru.
John: Mary, I think we gotta go. If we make a deal with these crazy men, it won’t be good for us.

Mary: You are right. Let’s go.

(der ve kalkarlar. Celal Bey masasından fırlar)
Celal Bey: Hooop, nereye yahu? Nereye gidiyor bunlar. Ne dediler Hadi Bey?

(Hadi de ayağa kalkar)

Hadi: Valla çevirmesem daha iyi ama neyse. Diyorlar ki, bir çay söyledik iki saattir gelmedi. Sizin çaycının adı Dursun mu diye soruyorlar.

(Celal bey ayağa fırlar ve sinirle misafirlerin yanına gelir)

Celal Bey: Bana bakın, başlıycam sizin çayınıza da kahvenize de haaa. Üç kuruşluk kar için rezil kepaze olduk be. The Marmara’nın cafesi mi burası güzel kardeşim? Gidin burdan, başka şirket mi yok çalışacak yaa? Canımı sıkmayın daha fazla. Çevir söylediklerimi, tek bir kelime bile atlama ama.

Hadi: Okay, look at me, I will start your tea and coffee haaaa. Three kurush money, we are kepaze be. The Marmara cafesi mi burası my güzel brotherım. (Celal Beye döner) Kusura bakmayın Celal Bey, valla çok sinirlendim, arada bir Türkçe kaçıyor. Neyse, go go, don’t sık my can.

(John ve Mary sinirle kapıya doğru yönelirler)

Mary: We won’t work with you anymore. We came from America just for this project. And we are going back now. Bye forever.
(der ve çıkarlar. Celal Bey çok sinirlenmiştir.)

Celal Bey: Ne dediler çıkarayak yine?

Hadi: Amerika’ya gelirseniz gününüzü görürsünüz siz dedi. Benim İngilizcemden çok etkilenmişler ama ofis ortamını hiç beğenmemişler. John özellikle çay olayına çok bozulmuş.

Celal Bey: Adama bak yaa, çay geç geldi diye koca projeyi iptal etti. Neyse, hayırlısı olsun. Biz şimdi çıkıyoruz Jale Hanımla. Bir toplantımız var. Sen burada kal, telefon falan gelirse görüşürsün.

Hadi: Tamam Celal Bey, siz merak etmeyin.

(Celal Bey ve Jale çıkarlar. Hadi hemen telefona koşar ve bir numara çevirir.)

Hadi: Alo, Kemal. Ben Hadi. İyidir sağol. Yaa sorma, bir iş buldum ama ilk ve son günüm harhelda burada. Bir hata yapıp İngilizce biliyorum dedim. İki saattir yabancı misafirlerle konuşuyorum. Nasıl mı? Allahtan kimse İngilizce bilmiyor burada. Anlamadılar yani… Niye mi yalan söyledim? Yaa, iş bulamıyorum bir türlü. Nereye gitsem İngilizce biliyor musun diye soruyorlar. Ben de çat pat bişeyler konuşuruz diye biliyorum dedim, ama pişman oldum. Şimdi masaya bir not bırakıp özür dileyeceğim ve kaçacağım. Kemal be, ne adamız biz yaa? Okulda öğretmenler o kadar anlattı İngilizce önemli falan diye, bir kulağımızdan girdi ötekinden çıktı. Hiç önemsemedik. Şimdi böyle zor duruma düştük işte. Çok ayıp oldu adamlara. Kendimden acayip utandım. Kaç yıl İngilizce eğitimi gördük. Yes no’dan başka bişey öğrenememişiz. Ee, ödev yapma, dersi dinleme sonra İngilizce konuşmaya çalış. Zor tabi. Neyse, ben bi not yazıp kaçıyorum. Akşam görüşürüz.

(Telefonu kapatır ve önündeki kağıda birşeyler karalayıp sahneyi terkeder)
Read more