İLK İŞ GÜNÜ
Oyuncular:Celal Bey (patron), Jale (sekreter),
Hadi (yeni eleman), John ( yabancı müşteri),
Mary (yabancı müşteri)
Oyuncular: Celal Bey (patron), Jale (sekreter), Hadi (yeni eleman), John ( yabancı müşteri), Mary (yabancı müşteri)
(Patron Celal Bey ve sekreteri Jale ofislerinde oturmaktadırlar. Patron telefonla konuşmaktadır. )
Celal Bey: Şu İngilizce bilen eleman aranıyor ilanı için arayan oldu mu?
Jale: Evet Celal Bey. Bugün gelecek görüşmeye. Çok iyi derecede İngilizce biliyormuş. Hadi adında birisi.
Celal Bey: İyi iyi, inşallah aradığımız gibi bir elemandır. Yoksa yabancı müşterilerin hepsini kaçıracağız.
(Bu sırada kapıdan içeri birisi girer.)
Hadi: Merhaba.
Celal Bey: Merhaba, buyrun?
Hadi: Ben Hadi, iş görüşmesi için bir randevu almıştım.
Celal Bey: Ooooo, hoşgeldiniz. Buyrun oturun lütfen. Nasılsınız?
Hadi: İyiyim, teşekkür ederim. Amerika’daydım yaklaşık beş yıldır. Malum, türkçe konuşacak pek kimse yok orada, o yüzden Türkçe konuşurken biraz zorlanıyorum. Dilim sürçerse kusura bakmayın artık.
Celal Bey: Haaarika! İşte tam aradığımız adam. Yurtdışıyla sürekli bağlantı halindeyiz. Bu yüzden yabancı müşterilerle görüşmeler yapıyoruz. Yani iyi derecede İngilizce bilen birisine ihtiyacımız vardı. Allah karşımıza sizin gibi birisini çıkardı. Aramıza hoşgeldiniz diyelim o zaman.
Hadi: Hoşbulduk, çok teşekkür ederim. Beni utandırıyorsunuz.
(Bu arada telefon çalar. Celal Bey telefonu açar.)
Celal Bey: Celaliye Limited Şirketi, buyrun…. Alooooo… Ne diyorsun kardeşim, anlaşılmıyo, ağzını ahizeye yakın tut biraz. Alooooo… Ne piliyz miliyz diyip duruyorsun yahu? İngiliş mi?
(der ve Hadi’ye döner)
Celal Bey: Ya bu adam İngilizce konuşuyor herhalde Hadi Bey. Tesadüfe bak. İşe girdiğiniz ilk dakikada bir yabancı aradı. Bir konuşun bakalım, ne diyor?
(Hadi paniklemiştir, aceleyle ayağa kalkar.)
Hadi: Ya, birden karnıma acayip bir ağrı saplandı. Tuvalet nerede acaba?
Celal Bey: Hadi Bey, şu adamla bir konuşun. Sonra gidersiniz tuvalete.
Hadi Bey: Uff, başıma da acayip bir ağrı girdi yaa. Söyleyin sonra arasın.
Celal Bey: (Ahizeye doğru yüksek sesle bağırarak ve heceleyerek konuşmaktadır) Alooo, sonra arayın, sonra. Hadi bey acayip sıkışmış. S-o-n-r-a. Ne? Ya, Hadi bey, önemli bişey galiba. En azından sonra arayın falan diyin.
(der ve ahizeyi zorla Hadi Bey’in eline tutuşturur. Hadi Bey büyük bir panik içinde konuşmaya başlar.)
Hadi Bey: Helloo, yeah, ooh yeah, yes, no, okay, hımmmm, yes, no, yeaaah. Baaaaay
(der ve rahatlamış biçimde telefonu kapatır.)
Celal Bey: Ne oldu, ne diyor?
Hadi: Yanlış aramış, empire state binası, elli üçüncü kata dört lahmacun diyo.
Celal Bey: Dur bi dakka ya, adam şimdi Amerika’dan lahmacun siparişi veriyor, ve yanlışlıkla Türkiye’yi aramış öyle mi?
Hadi: Yaa, öyle. Düşünün işte, Amerikalılar aptal derler de inanmazdım. Yani sen tut Amerika’da lahmacun ye, bi de üstüne Türkiye’yi ara. Hahahahahahahahah! Alem bunlar yaaa.
Celal Bey: Kızım, Hadi Beye tuvaleti gösteriver.
Hadi: Yok yok, geçti. Adam lahmacun falan diyince gülmekten geçti valla.
(Çaylarını içmeye başlarlar. Celal Bey biraz şaşkındır. Bu sırada kapı açılır ve içeriye iki yabancı girer.)
John: Hello!
Celal Bey: Ooooooo John. Ve aleykümselam. Buyrun buyrun. Hadi Bey, bunlar bizim en iyi müşterilerimiz. Valla kısmetimizi açtın sen.
(Hadi bey yine ayağa fırlar panik içinde)
Hadi: Tuvalet ne taraftaydı?
Celal Bey: Geçmemiş miydi sizin şeyiniz?
Hadi: Geçiyor, yine geliyo. Napıyim?
Celal Bey: Yaw biraz oturun, adamlara ayıp olur. Bir tanışın en azından. Bak bunlar bizim en yağlı müşterilerimiz.
(Hadi yine panik içinde John ve Mary’ye yaklaşarak ellerini sıkar.)
Hadi: Hello, I am Hadi. Oturun hadi.
John: Hey Hadi, nice to meet you.
Mary: Nice to meet you, Hadi.
Hadi: Yes yes, nice to meet you.
(Hep birlikte otururlar.)
John: Hadi, we are here to talk about our new project. It’s very important for us. Because if we get successful, we will be very rich. But if we fail, it will be very bad for all of us. So, are you ready to translate our speech?
(John konuşurken Hadi acayip panik yapar. Celal Bey memnun bir şekilde kafasını sallamaktadır. Hadi yine ayağa fırlar.)
Hadi: Yaw, ben bir tuvalete gitsem.
Celal Bey: Hadi bey, lütfen yaa. Adamlara ne kadar ayıp olur, bir düşünsenize. Ne dediler?
(Hadi sıkıntılı bir şekilde yerine oturur.)
Hadi: Yaw, adam diyo ki, sen biraz sıkıntılı gözüküyorsun diyo, sıkıştın falansa bi tuvalete git gel de, öyle konuşalım diyo.
Celal Bey: Hadi yaa, git gel de rahatla o zaman yahu. Kızım, Hadi beye tuvaleti gösteriver.
(Sekreterle Hadi çıkarlar. Celal Bey yabancı misafirlere dönerek bağıra çağıra ve kelimeleri heceleyerek konuşmaya başlarlar)
Celal Bey: Bizim yeni eleman bu. Yeni eleman yeniiii.
John: Sorry?
Celal Bey: Yok yok, sori değil, Hadi adı. Beş yıl Amerika’da kalmış. A-m-e-r-i-k-a-d-a…
John: Ooooh yeah. America. Cool!
Celal Bey: Evet, evet. Allahın sevgili kulu işte. İşleri rast gidiyor adamın.
(Bu sırada telefon çalar. Celal Bey telefonu açar.)
Celal Bey : Celaliye limited şirketi, buyrun. Hah, yine lahmacuncu. B-e-k-l-e b-e-k-l-e. Görüşmeyi mahvettiniz yaaa. Gidin pizza falan yiyin kardeşim. Sinirlenmeye başlıyorum ama.
(Hadi süklüm püklüm odaya girer.)
Celal Bey: Hadi Bey, yine Amerika’dan arıyorlar galiba. Al şunu bi konuş bakalım.
(Hadi telefonu alır)
Hadi Bey: Hello, no, yes, no, yes, no, yes, no…. (der ve telefonu kapatıp Celal Bey’e döner) Deminki adam arıyo yine. Bu sefer de şey diyo. Vazgeçmişler yemek siparişi vermekten. Menemen yapacaklarmış. Önce soğanları mı atıcaz, biberleri mi diyo? Ben de Soğanları atın, biraz pembeleşince biberleri atarsınız dedim.
Celal Bey: Hay Allahım yaa, bütün çatlaklar bizi buluyor. Neyse, şimdi söyle bakalım. Malların teslimatını ne zaman yapmamız gerekiyor.
Hadi: Tamam, söylüyorum. Uhm, he is a blackboard. I go to cinema everyweekend. I like popstar, chicken menü, united colors of benetton, levi’s, adidas, nike. Okay?
(Misafirler şaşkın bir şekilde birbirlerine bakmaktadırlar.)
Celal Bey: Ne dedin ya sen? Pop star falan dedin di mi?
Hadi Bey: Evet, biraz espri yaparak ortamı rahatlatmaya çalışıyorum. Çok gergin gözüküyorlar. Dedim ki, öyle pop star yarışmacıları gibi stres yapmayın, rahat olun dedim. Sonra da malların teslimatını sordum.
Celal Bey: Hahahahaha, afferin sana be, çok şakacı adamsın.
Mary: I don’t understand anything. Do you speak English or Turkish, Hadi?
Celal Bey: Ne diyor? Törkiş mörkiş dedi?
Hadi: Diyor ki, eeeeeee, şöyle diyor, ııııııı, yani demek istiyor ki, hah, sen gerçekten Türk’müsün yaaa, inanamıyorum. Ben seni ilk gördüğüm andan itibaren Amerika’lı sandım, öylesine akıcı ve güzel konuşuyorsun ki inan çok şaşırdım falan diyor. Yalakalık yapıyor işte kendi çapında.
Celal Bey: Vay be, aslanım benim. Acayip gurur duydum şimdi. Hadi, konuya gelelim artık.
Hadi: Tamam siz merak etmeyin. Eeeeee, the tesliiimaaaat, when, who, why, what time, how often, how much, how many, ooh yeah?
John: I am sorry but I don’t understand anything. Are you sure you can speak English?
Celal Bey: Ne diyorlar?
Hadi: Sen bırak şimdi malları falan da bişeyler ısmarla, içelim kendimize gelelim diyo.
Celal Bey: Hakkaten yaa, çok ayıp oldu adamlara. Sor bakalım ne içerler?
Hadi: Drink? Tea, coffee, water. Drink what?
John: Oh, expresso please.
Mary: I’d like hot chocolate, if possible.
Celal Bey: Ne diyo, expres falan dedi galiba?
Hadi: Evet, eeeeee, çay getir diyo, ama çok acil olsun, acayip canım çekti diyo. Yani expres olsun, hiçbiryere uğramadan gelsin diyo.
Celal Bey: Kızım, duydun Hadi Beyi. Hadi hemen çay getir.
(Sekreter çıkar.)
Hadi: Neyse, biz dönelim konumuza. Always, usually, often, sometimes, never. International Hospital, Nokia connecting people, Galleria, Carousel, Mission impossible, terminator, en son babalar duyar, avrupa yakası, what is your address?
John: What are you talking about? We have no time. Our car is waiting for us, we will go ten minutes later.
Celal Bey: Sen ne dedin yaa, baba, avrupa falan, ingilizce mi bunlar?
Hadi: Evet, bazı kelimeler aynı. Dedim ki babacım, sen habire çaydan kahveden bahsediyosun. Burası Avrupanın en büyük şirketlerinden birisi. Kendine çeki düzen ver, saygılı ol biraz dedim.
Celal Bey: Aferin sana, kendimizi ağırdan satalım biraz. Onlar ne dedi? Car, eee go falan dediler.
Hadi: Onlar da dedi ki, eeee, yani dediler ki, hah, siz hiç uğraşmayın teslimatla falan, verin kargoya gitsin, siz de keyfinize bakın dedi. Kargo. Hehehehehe.
Celal Bey: Ya, delirmiş mi bunlar. 200 ton mal, hem de su borusu. Nasıl verelim kargoya? Çevirsene.
Hadi: Boru boru, water boru, two hundred ton boru. Kargo margo, problem. Car don’t go. Very very problem. What is this, this is a boru.
John: Mary, I think we gotta go. If we make a deal with these crazy men, it won’t be good for us.
Mary: You are right. Let’s go.
(der ve kalkarlar. Celal Bey masasından fırlar)
Celal Bey: Hooop, nereye yahu? Nereye gidiyor bunlar. Ne dediler Hadi Bey?
(Hadi de ayağa kalkar)
Hadi: Valla çevirmesem daha iyi ama neyse. Diyorlar ki, bir çay söyledik iki saattir gelmedi. Sizin çaycının adı Dursun mu diye soruyorlar.
(Celal bey ayağa fırlar ve sinirle misafirlerin yanına gelir)
Celal Bey: Bana bakın, başlıycam sizin çayınıza da kahvenize de haaa. Üç kuruşluk kar için rezil kepaze olduk be. The Marmara’nın cafesi mi burası güzel kardeşim? Gidin burdan, başka şirket mi yok çalışacak yaa? Canımı sıkmayın daha fazla. Çevir söylediklerimi, tek bir kelime bile atlama ama.
Hadi: Okay, look at me, I will start your tea and coffee haaaa. Three kurush money, we are kepaze be. The Marmara cafesi mi burası my güzel brotherım. (Celal Beye döner) Kusura bakmayın Celal Bey, valla çok sinirlendim, arada bir Türkçe kaçıyor. Neyse, go go, don’t sık my can.
(John ve Mary sinirle kapıya doğru yönelirler)
Mary: We won’t work with you anymore. We came from America just for this project. And we are going back now. Bye forever.
(der ve çıkarlar. Celal Bey çok sinirlenmiştir.)
Celal Bey: Ne dediler çıkarayak yine?
Hadi: Amerika’ya gelirseniz gününüzü görürsünüz siz dedi. Benim İngilizcemden çok etkilenmişler ama ofis ortamını hiç beğenmemişler. John özellikle çay olayına çok bozulmuş.
Celal Bey: Adama bak yaa, çay geç geldi diye koca projeyi iptal etti. Neyse, hayırlısı olsun. Biz şimdi çıkıyoruz Jale Hanımla. Bir toplantımız var. Sen burada kal, telefon falan gelirse görüşürsün.
Hadi: Tamam Celal Bey, siz merak etmeyin.
(Celal Bey ve Jale çıkarlar. Hadi hemen telefona koşar ve bir numara çevirir.)
Hadi: Alo, Kemal. Ben Hadi. İyidir sağol. Yaa sorma, bir iş buldum ama ilk ve son günüm harhelda burada. Bir hata yapıp İngilizce biliyorum dedim. İki saattir yabancı misafirlerle konuşuyorum. Nasıl mı? Allahtan kimse İngilizce bilmiyor burada. Anlamadılar yani… Niye mi yalan söyledim? Yaa, iş bulamıyorum bir türlü. Nereye gitsem İngilizce biliyor musun diye soruyorlar. Ben de çat pat bişeyler konuşuruz diye biliyorum dedim, ama pişman oldum. Şimdi masaya bir not bırakıp özür dileyeceğim ve kaçacağım. Kemal be, ne adamız biz yaa? Okulda öğretmenler o kadar anlattı İngilizce önemli falan diye, bir kulağımızdan girdi ötekinden çıktı. Hiç önemsemedik. Şimdi böyle zor duruma düştük işte. Çok ayıp oldu adamlara. Kendimden acayip utandım. Kaç yıl İngilizce eğitimi gördük. Yes no’dan başka bişey öğrenememişiz. Ee, ödev yapma, dersi dinleme sonra İngilizce konuşmaya çalış. Zor tabi. Neyse, ben bi not yazıp kaçıyorum. Akşam görüşürüz.
(Telefonu kapatır ve önündeki kağıda birşeyler karalayıp sahneyi terkeder)