1. Ünite – Uluslararası Sistemde Amerika Birleşik Devletleri (ABD)
ABD VE ULUSLARARASI SİSTEM
Özellikle Realist Okul öğretisinin hâkim olduğu uluslararası ilişkiler çalışmalarında devletler
genel olarak dört gruba ayrılır. Oldukça klasik yaklaşıma göre bunlar; küçük, orta, büyük ve
süper güçler ya da devletlerdir. Bu gruplandırma, devletlerin uluslararası ilişkilerin
oluşumuna katkısı veya uluslararası sisteme etkisi dikkate alınarak yapılır.
Realist Okul: Uluslar arası ilişkilerin devlet merkezli, ulusal çıkar ve güç mücadelesi olduğunu
iddia eden klasik uluslar arası ilişkiler ekolü.
Uluslararası Sistem: Uluslararası aktörlerin belirli bir süreklilik, kural, istikrar ve düzen içinde
geliştirdikleri karşılıklı etkileşimlerle oluşan ve kendine ait bir yapısı ve tipik süreçleri olan
devletler ve devlet-dışı aktörler arası ilişkiler topluluğu
Süpergüç: Süpergüç, uluslararası sistemin tamamına zarar verebilecek ve etkileyebilecek
kadar büyük güç kaynaklarına sahip olan devlettir. Bir devletin süpergüç olabilmesi için diğer
güç kaynakları yanında nükleer silah da sahip olması gerekir. Tüm dünya tarihi boyunca bu
özelliğe sahip iki devlet olmuştur: ABD ve Sovyetler Birliği.
ABD DIŞ POLİTİKASININ GÜÇ KAYNAKLARI
ABD dış politikasının uluslararası sistemdeki performansında ve başarısında rol oynayan
faktörleri iki gruba ayırabiliriz. Birincisi, ABD’nin sahip olduğu somut ve soyut güç
kaynaklarıdır. İkincisi de ABD’nin geliştirdiği dış politika stratejileridir. Bu konuda çok geniş
bir literatür mevcuttur. O kadar geniştir ki Uluslar arası İlişkiler disiplinini oluşturan
kavramsal veya teorik tartışmaların birçoğu, aslında ABD’nin uluslararası sistemdeki
konumundaki değişimlerden ve ABD dış politika stratejilerinden etkilenmiştir.
Güç Kaynakları: Devletlerin dış politikalarında başarılı olmak için sahip oldukları soyut ve
somut yeteneklerden oluşan varlıklarının tamamıdır.
Dış Politika Stratejileri: Devletlerin dış politikalarında takip ettikleri uzun dönemli, planlı ve
kapsamlı yol ve yöntemlerin toplamıdır.
Uluslararası İlişkiler Disiplini: Uluslar arası ilişkiler çalışmalarının yapıldığı akademik bölüm
ya da alan.
ABD’nin Somut ve Soyut Güç Kaynakları
ABD’nin somut güç kaynakları, sahip olduğu şu varlıkların toplamıdır: Toprak ya da ülke
büyüklüğü, jeopolitik konumu, doğal kaynakları, nüfus büyüklüğü, ordusu, askerî silah
donanımı, ekonomik üretimi, teknoloji gelişmişliği ve benzeri diğer somut yetenekleri.
ABD’nin soyut güç kaynakları ise sahip olduğu değerler ve ilkeler toplamıdır. Bunlar arasında
toplumsal kültürü ve dayanışması, federal (birleşik) devlet modeli, başkanlık sistemi, liberal
değerleri ve dış politika stratejileri en önde gelen faktörlerdir. ABD’nin bu somut ve soyut güç
kaynakları, bağımsızlığını kazandığı dönemden günümüze kadar devam eden süreçte,
dünyadaki rakiplerine göre nispi bir üstünlüğe sahip olmuştur.
ABD Dış Politika Stratejileri
Dış Politika Stratejisini, devletlerin dış politikalarında kullandıkları uzun dönemli, planlı ve
kapsamlı yol ve yöntemlerin toplamı şeklinde tanımlamıştık. Bu açıdan baktığımızda ABD dış
politika stratejileri tarihsel perspektifte üçe ayrılabilir: Birincisi, uluslararası ilişkilerde
Yalnızcılık olarak bilinen stratejidir. Buna göre ABD, dünyanın diğer bölgelerindeki, özellikle
Avrupa’daki gelişmelerden zarar görmemek ve varlığını dış etkilerden uzak kalarak
geliştirmek amacıyla kendini uluslararası sistemden izole etmiştir. Yalnızcılık stratejisinin
kaynağı olarak en çok Monroe Doktrini bilinmekle birlikte, ABD tarihinin hemen hemen tüm
dönemlerinde gündemde olmuştur. İkincisi, uluslararası ilişkilerde güç dengesi olarak da tarif
edilen stratejidir. Buna göre ABD, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki güç dengelerini
dikkate alarak bazen güç dengesi oluşturarak bazen güç dengelerini etkileyerek bazen de güç
dengelerini değiştirerek dış politika amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu amaçla
ittifaklar kurmuş, uluslararası örgütlerin kuruluşuna ve işleyişine öncülük etmiş ve
uluslararası sorunlara dâhil olmuştur. Üçüncü strateji, ABD’nin dünyaya açılması ve
yerleşmesi amacıyla geliştirdiği angajman (engagement) stratejisidir.
ABD’NİN KURULUŞU VE DÜNYAYA YAYILMASI
Sömürgeden Bağımsızlığa ve Olgunlaşmaya 1776-1789: Genelde Amerika kıtasının modern
dönemde ortaya çıkışında, özelde ABD’nin oluşum sürecinin temelinde sömürgeci Avrupa
devletleri vardır. Bugünkü ABD, 13 İngiliz sömürgesinin İngiliz Krallığı’ndan bağımsızlık
kazanması ve daha sonra da diğer Avrupalı devletlerin sömürgelerini ele geçirmesiyle
genişleyerek ortaya çıkmıştır. 1492 yılında Christopher Columbus’un Avrupa’ya ve dünyaya
tanıttığı kıta, izleyen iki yüzyıl içinde beş Avrupalı devlet tarafından sömürgeleştirilmiştir.
ABD’nin köklerinde, 15.yüzyılda İspanya ve Portekiz’in, 17.yüzyılda Hollanda, Fransa ve
İngiltere’nin bu coğrafyayı sömürgeleştirmesi ve bu sömürgelerin 18.yüzyıldan itibaren
bağımsızlıklarını kazanması yatmaktadır.
Sömürgeleşmenin nedenleri: Avrupa’dan Amerika’ya kolonileşmenin nedenleri arasında,
dinî ve siyasi özgürlük arayışı, altın gibi doğal kaynaklara ulaşma, zengin ekonomik şartlara ve
geniş topraklara sahip olma hedefleri vardır.
Merkantilizm: 16- 18.yüzyıllarda Avrupa’da geçerli olan ekonomi politikası. Bu yüzyıllarda
altın ve gümüş gibi değerli madenlerin ülkeye girişinin artırılması ve ülkeden çıkışının
azaltması anlamına gelen Merkantilizm’in 20.yüzyıldaki karşılığı korumacılıktır.
Amerika Kıtasında Yayılma ve İç Savaş 1790-1864
ABD’nin kuruluşundan başlayarak, özellikle 1789 Anayasası sonrasında ABD dış politikasında
idealizm-realizm tartışmaları başladı. Yani ABD dış politikası kendi değerlerini dünyaya
yaymak için mi (idealizm için mi), yoksa reelpolitik çıkarlarını geliştirmek için mi (realizm için
mi) çalışmalıdır? Bununla ilgili olarak bir başka tartışma, ABD dış politikası, öncelikle
Avrupa’ya ama aynı zamanda genel olarak uluslararası sisteme ne kadar müdahil olmalıdır?
Uluslararası sistemden izole/ yalnızcı mı olmalı, yoksa katılımcı ve şekillendirici mi olmalı?
ABD değerlerini ve çıkarlarını gerçekleştirmek için uluslararası sistemi etkilemeye ve
şekillendirmeye mi çalışmalı, yoksa uluslararası sistemin sorunlarından uzak kalıp kendi
bölgesine mi yoğunlaşmalıdır? İzleyen dönemlerde ABD dış politikası bu parametreler
etrafında gelişmiştir Amerikan Anayasası ile Fransız İhtilali’nin eş zamanlı olması, ABD ve
Avrupa aydınlanmasının paralel geliştiğini ve birbiriyle etkileşim içinde olduğunu
göstermektedir. Bu nedenle, ABD’nin gerek iç politikası gerekse dış politikası Avrupa’daki
gelişmelerle karşılıklı etkileşim içinde gelişmiştir. ABD dış politikası, bir yandan Avrupa’daki
gelişmelerden etkilenirken eş zamanlı olarak Latin Amerika, Akdeniz ve Pasifik ülkeleriyle
ticari ve ekonomik ilişkiler geliştirmiştir. İzleyen dönemde ise ABD belirgin bir şekilde
yalnızcılık stratejisi izlemiştir. Başkan Monroe döneminden (1817-1825) Birinci Dünya
Savaşına (1917’ye) kadar devam eden bu uzun dönemde ABD, Avrupa’daki çatışmalardan ve
denge mücadelelerinden uzak kalarak, kendi kıtasında ve Avrupa dışı bölgelerde
genişlemiştir. Monroe Doktrini’nin esas amacı ABD’yi Avrupa’daki çatışmalara
bulaştırmamak, diğer yandan Avrupalıların, Amerikalıların işlerine karışmamasını sağlamaktı.
Bu dönemde Avrupa’da geçerli olan Avrupa Ahengi sisteminin (1815-1848) üyeleri,
Avrupa’da istikrarı korumak amacıyla ülkelerin içişlerine müdahale edilmesi üzerine
anlaşmıştı. ABD de bu tür bir müdahaleden kendini korumak istiyordu.
ABD, sadece kendi içişlerine değil, komşuları olan ülkelere müdahale edilmesini de
istemiyordu. ABD bu strateji sayesinde hızla topraklarını genişletmiş, Latin Amerika’daki
etkinliğini artırmıştır. 13 koloni tarafından kurulan ABD, bu dönemden itibaren aşamalı bir
şekilde yayılarak bugünkü 51 eyaleti kapsayan topraklara hâkim olmuştur. Bu genişlemenin
yolları arasında işgal, ilhak, satın alma ve devir gibi yöntemler vardır.
Dünyaya Yayılma Süreci- Amerikan Emperyalizmi
1865-1914: ABD’nin iç savaş sonrasında teknoloji, askeriye, ekonomi, siyaset ve dış politika
alanlarında elde ettiği gücün ilk yansıması, ABD’nin dünyanın uzak köşelerine doğru yayılması
şeklinde ortaya çıktı. ABD’nin iç savaş sonrası yayılma sürecinin başlıca unsurları şunlardır:
Daha fazla toprak kazanımları, dünyayla ticaretin genişlemesi, gunboat diplomasisi, deniz
kuvvetlerinin okyanus ötesine açılması, bölgesel ve global etki alanları oluşturulması,
Pasifik’te ve Orta Amerika’da işgal ve ilhaklar yapılması.İç savaş sonrası en büyük dış politika
faaliyeti, toprak genişlemesiydi. ABD, 1867’de Alaska ve Midway Island’ı, 1875’de Samoa’nın
bir kısmını işgal etti. 1860’ların sonunda Dominik Cumhuriyeti’ni ele geçirmeye çalıştı ama
başaramadı, Orta Amerika’da kanal yapımı için girişimlerde bulundu. Yine bu dönemde ABD,
Latin Amerika’da çıkarlarını genişletmek için askerî müdahaleler ve silahlı çatışmalar yaptı.
Her ne kadar Amerikan yayılmacılığı konusunda Amerikan iç politikasında muhalifler ve farklı
görüşler olsa da yayılmacılık durmadığı gibi daha da arttı. 1890 ABD-İspanya Savaşı ve
sonuçları, ABD’yi Latin Amerika’da etkili güç hâline getirdi. Venezuella’da etkili olmak için
İngiltere ile mücadele etti, Küba’da etkili olmak için İspanya’yı mağlup etti
DÜNYA DÜZENİ KURMA ÇABALARI
1914 yılına gelindiğinde ABD bir dünya gücü hâline gelmişti. ABD yayılmacılığı sadece askerî
güce dayalı ve realist politika üzerinden değil, aynı zamanda ABD’nin savunduğu kurumlar,
değerler ve Yeni Ulus iddiası üzerinden gerçekleştirmiştir. ABD’nin askerî ve ekonomik gücü
ile savunduğu idealler/idealizm, ABD’nin dünyaya yayılmasında başrol oynayan faktörlerdir.
Bunun en tipik örneği, ABD’nin Latin Amerika politikasında görülebilir. Zira ABD hem Latin
Amerikalıları Avrupa’nın sömürgeciliğinden kurtaran koruyucu ‘özgürleştirici ülke’ imajı
ortaya koymuş, hem de gerektiği durumlarda bu ülkelere askerî müdahale ve darbeler
yapmaktan geri durmamıştır. Bu özellik, 20.yüzyılda diğer bölgelere ve özellikle Avrupa başta
tüm uluslararası sisteme yansımış ya da yansıtılmaya çalışmıştır.
Birinci Dünya Savaşı ve Sonrasında İdeal Düzen Arayışı: ABD, Birinci Dünya Savaşı
başladığında yalnızcılık stratejisi uygulamaya devam ediyordu. Savaşın başında bu nedenle
tarafsızlık ilan etti. Buna rağmen, aynen 19.yüzyılda olduğu gibi savaşan devletlerle ticaret
yapmaya devam etti. Hem müttefiklerle (İngiltere ve Fransa) hem de Almanya ile ekonomik
ilişkilerine ara vermedi. Ancak ABD’nin tarafsızlığı gerçek bir tarafsızlık değildi çünkü ABD’nin
müttefiklerle ekonomik ve ticari ilişkileri hızla artarken (724 milyon dolardan 2.75 milyar
dolara) Almanya ile hızla düştü (325 milyon dolardan 2 milyar dolara). Burada önemli bir
nokta da şudur: ABD’nin müttefiklerle ticaretinin önemli bir bölümü silah, cephane ve askerî
araçtan oluşuyordu. Ayrıca, ABD’nin müttefiklere verdiği kredi miktarı 2.3 milyar dolar iken
Almanya’ya sadece 27 milyon dolardı ABD için savaşı kazanmaktan daha önemli hedef, savaş
sonrasında barışı kurmaktı. Başkan Wilson, 8 Ocak 1918 tarihinde Kongre’de yaptığı
konuşmada, ABD tarihinde ve hatta dünya tarihinde ilk defa görülen bir dizi ‘idealist’ öneriler
ortaya attı. Uluslararası İlişkiler disiplininin oluşumuna da kaynaklık eden 14 maddeli Wilson
İlkeleri’ni kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 14 Amerikan Dış Politikası
Wilson İlkeleri
1. Barış Antlaşmaları açık ve şeffaf biçimde yapılmalı, gizli antlaşmalar imzalanmamalıdır.
2. Karasuları dışındaki denizlerde dolaşım, savaşta ve barışta, özgür olmalıdır. Uluslararası
kararla, uluslararası antlaşmalara uyulmasını sağlamak için genel veya bölgesel ablukalar
oluşturulabilir.
3. Uluslar arasındaki bütün ekonomik engeller kaldırılmalı ve serbest ticarete izin verilmelidir.
4. Uluslar, iç güvenliği sağlamaya yetecek miktarın dışında silahlanmamalıdır. Bunun
sağlanması için garantiler verilmelidir.
5. Kolonileşme sona ermeli ve sömürge topraklarında uluslara kendi kaderini belirleme hakkı
(self-determination) verilmelidir.
6. Rusya topraklarındaki yabancı birlikler ayrılmalı ve devletlerin de yardımı ile Rusya’ya
kendi gelişmesini sağlamak için her türlü imkân verilmelidir.
7. Almanya, işgal ettiği Belçika topraklarını boşaltmalı ve Belçika’da savaş önceki durum
yeniden kurulmalıdır.
8. Almanya, işgal ettiği Fransa topraklarını boşaltmalı ve Prusya’nın 1871’de ilhak ettiği
Alsace-Lorraine’i Fransa’ya geri vermelidir
9. İtalya’nın sınırları ulusçuluk anlayışına göre yeniden düzenlenmelidir.
10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan arda kalan ülkelere, halkların kendi kaderini
belirleme hakkı verilmelidir.
11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı ve Sırbistan’a denize açılma imkânı
verilmelidir. Balkan devletlerinin sınırları ulusçuluk prensibine göre düzenlenmelidir.
12. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına egemenlik hakkı tanınmalı, fakat Türk
olmayan halklara bağımsızlık verilmelidir. Çanakkale Boğazı, sürekli olarak, bütün milletlerin
ticaret gemilerine açık olmalı ve bu durum milletlerarası garanti altına alınmalıdır.
13. Bağımsız bir Polonya kurulmalı ve Baltık Denizi’ne çıkışı olmalıdır.
14. Büyük ve küçük, bütün devletlere siyasal bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini
karşılıklı olarak garanti altına almak imkânını sağlamak amacıyla uluslararası örgüt
kurulmalıdır.
1929 Büyük Ekonomik Buhranı: 1929 yılında ABD Wall Street borsasının çökmesi sonucu
ABD şirketlerinin ve ekonomisinin üretim düşüşü yaşaması ve bunun etkilerinin tüm dünya
ekonomisinde ortaya çıkardığı büyük kriz.
Soğuk Savaş Dönemi: Sovyetlerle/Komünizmle Mücadele, Dünyaya Genişleme
ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki görüş farklılıkları daha savaşın sonu gelmeden görülmeye
başladı. Özellikle 1945 Şubat’ta Yalta Konferansı ve Ağustos’ta Potsdam Konferansı, ABD ile
Sovyetler Birliği arasında Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın bölünmesi konusunda derin
bir kriz yarattı. Sıcak savaş ittifakı bitmiş, yerine Soğuk Savaş gerginliği başlamıştı.
Roosevelt’in savaş resmen bitmeden nisan ayında ölmesi ve ardından Başkan Yardımcısı
Harry Truman’ın Başkan olması, ABD dış politikasında yeni bir dönemin başlamasına neden
oldu. Başkan Truman, hem savaşın bitmesi açısından, ama daha önemlisi savaş sonrası
dönemin oluşumu ve dünya tarihi bakımından çok önemli bir adım attı. 6 ve 9 Ağustos’ta,
zaten mağlup olmuş olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine nükleer bomba attı.
Tarihte ilk ve şimdiye kadar son defa kullanılan bu bombaların amacı, Pearl Harbor
saldırısının öcünü almak değil, Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermekti. ABD, nükleer silah
gücünü göstererek Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da ve dünyada yayılmacı bir politika izlemesini
engellemeye ama aynı zamanda ABD’nin dünya siyasetindeki hegemonyasını kurmaya
çalışıyordu.
Soğuk Savaş Sonrası: Yeni Dünya ‘Düzeni’ Ütopyasından ‘Düzensizlik’ Gerçeğine
1989-1990 yıllarında Doğu Bloku ülkelerinin bloktan ayrılmaları ve komünist rejimlerin
devrilmesi, kutuplaşmayı sona erdirmiştir. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılması,
uluslararası sistemde ABD’yi tek süpergüç hâline getirmiştir. Bu başarı ya ve konumuna
güvenen ABD, soğuk savaş sonrasının ilk başkanı olan George W.H.Bush’tan başlayarak
uluslararası sistemde daha çok yayılmacı, müdahaleci ve dönüştürücü politikalar
uygulamıştır. ABD’nin soğuk savaş sonrası politikasını iki alt döneme ayırmak gerekir. Birincisi
1990’lı yıllar, ikincisi de ABD’ye terör saldırısının yapıldığı 11 Eylül 2001 ve sonrası dönemdir.
1990’lı yıllarda ABD, yeni uluslararası sistemi tanımlamak amacıyla yeni bir kavram
üretmiştir: Başkan Bush’un 1990-1991 yıllarında yoğunlukla kullandığı Yeni Dünya Düzeni
kavramı. Bu kavramın benzerlerinin 20.yüzyıl başında Başkan Wilson tarafından, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ise Roosevelt-Truman tarafından kullanıldığını görmüştük. Her büyük
savaştan sonra yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışan ABD, bu kez de soğuk savaş sonrasında
aynı şeyi yapmak istemiştir.
11 Eylül 2001 ve Sonrası: Küresel İmparatorluk Projesi, ABD İmajının Çöküşü ve Obama’nın
Tamir Çabaları
Başkan Bush, 11 Eylül saldırıları sonrasında ‘küresel terörle savaş’ amacıyla yeni bir dış
politika izledi. Bush, terörün doğduğu ülkelere karşı mücadele etmek istediğini açıkladı. Bu
ülkeler, öncelikle 11 Eylül saldırılarını yaptığı iddia edilen El Kaide ve Taliban’ın bulunduğu
Afganistan iken, ardından ‘şer üçgeni’ olarak isimlendirdiği Irak ve İran gibi Müslüman
ülkeleri de içerdi. Daha da genel olarak, Bush Yönetimindeki ABD, Müslüman ülkelerin
hemen hemen tamamını terör kaynağı olarak görüyor, hatta Samuel P. Huntington’un
Medeniyetler Çatışması (1996) tezine uygun bir politika takip ediyordu. Bush, bu
mücadelesine destek almak için tüm dünyaya “Ya bizimlesiniz ya da terörle” şeklinde çağrı
yaptı. Dünyanın büyük bölümü ABD’ye yapılan terör saldırısına karşı olduğunu belirtmekle
birlikte, Bush’un terörle mücadele yöntemine tam destek vermedi. BM Güvenlik Konseyi ve
NATO gibi örgütler, ABD’ye yapılan saldırıyı kınadılar ve ABD’ye sempati gösterdiler. Ancak
müttefiklerden bazıları ABD’nin ‘terörle savaş’ yöntemini eleştiriyorlardı. ABD, süper askerî
gücünü kullanarak başta Orta Doğu olmak üzere tüm uluslar arası sistemde liderliğini ya da
imparatorluğunu gerçekleştirmek istiyordu. ABD, Wilson’un belirttiği hukuk ve değerler gibi
idealizm üzerine değil, tam tersine askerî güç ve emperyalizm üzerine oturan bir dünya
düzeni kurma çabasındaydı. Bush ve Yeni Muhafazakârlar da demokrasi, özgürlük ve piyasa
ekonomisi gibi değerlerin dünya çapında yaygınlaşması gerektiğini söylüyorlardı, yani aynen
Wilson gibi idealleri savunuyorlardı. Ancak bu söylemleri eylemleriyle tutarlı değildi. Zira bu
idealleri iş birliği, diyalog, kurallar ve diplomasi gibi barışçıyöntemler kullanarak veya
Birleşmiş Milletler içinde uluslararası konsensüsle değil, ABD’nin tek yanlı ve saldırgan dış
politika yöntemi ile sağlamaya çalışıyordu. Demokrasi ve özgürlük gibi değerleri güç ve
zorbalıkla yaymaya çalışma iddiası,
Read more
ABD VE ULUSLARARASI SİSTEM
Özellikle Realist Okul öğretisinin hâkim olduğu uluslararası ilişkiler çalışmalarında devletler
genel olarak dört gruba ayrılır. Oldukça klasik yaklaşıma göre bunlar; küçük, orta, büyük ve
süper güçler ya da devletlerdir. Bu gruplandırma, devletlerin uluslararası ilişkilerin
oluşumuna katkısı veya uluslararası sisteme etkisi dikkate alınarak yapılır.
Realist Okul: Uluslar arası ilişkilerin devlet merkezli, ulusal çıkar ve güç mücadelesi olduğunu
iddia eden klasik uluslar arası ilişkiler ekolü.
Uluslararası Sistem: Uluslararası aktörlerin belirli bir süreklilik, kural, istikrar ve düzen içinde
geliştirdikleri karşılıklı etkileşimlerle oluşan ve kendine ait bir yapısı ve tipik süreçleri olan
devletler ve devlet-dışı aktörler arası ilişkiler topluluğu
Süpergüç: Süpergüç, uluslararası sistemin tamamına zarar verebilecek ve etkileyebilecek
kadar büyük güç kaynaklarına sahip olan devlettir. Bir devletin süpergüç olabilmesi için diğer
güç kaynakları yanında nükleer silah da sahip olması gerekir. Tüm dünya tarihi boyunca bu
özelliğe sahip iki devlet olmuştur: ABD ve Sovyetler Birliği.
ABD DIŞ POLİTİKASININ GÜÇ KAYNAKLARI
ABD dış politikasının uluslararası sistemdeki performansında ve başarısında rol oynayan
faktörleri iki gruba ayırabiliriz. Birincisi, ABD’nin sahip olduğu somut ve soyut güç
kaynaklarıdır. İkincisi de ABD’nin geliştirdiği dış politika stratejileridir. Bu konuda çok geniş
bir literatür mevcuttur. O kadar geniştir ki Uluslar arası İlişkiler disiplinini oluşturan
kavramsal veya teorik tartışmaların birçoğu, aslında ABD’nin uluslararası sistemdeki
konumundaki değişimlerden ve ABD dış politika stratejilerinden etkilenmiştir.
Güç Kaynakları: Devletlerin dış politikalarında başarılı olmak için sahip oldukları soyut ve
somut yeteneklerden oluşan varlıklarının tamamıdır.
Dış Politika Stratejileri: Devletlerin dış politikalarında takip ettikleri uzun dönemli, planlı ve
kapsamlı yol ve yöntemlerin toplamıdır.
Uluslararası İlişkiler Disiplini: Uluslar arası ilişkiler çalışmalarının yapıldığı akademik bölüm
ya da alan.
ABD’nin Somut ve Soyut Güç Kaynakları
ABD’nin somut güç kaynakları, sahip olduğu şu varlıkların toplamıdır: Toprak ya da ülke
büyüklüğü, jeopolitik konumu, doğal kaynakları, nüfus büyüklüğü, ordusu, askerî silah
donanımı, ekonomik üretimi, teknoloji gelişmişliği ve benzeri diğer somut yetenekleri.
ABD’nin soyut güç kaynakları ise sahip olduğu değerler ve ilkeler toplamıdır. Bunlar arasında
toplumsal kültürü ve dayanışması, federal (birleşik) devlet modeli, başkanlık sistemi, liberal
değerleri ve dış politika stratejileri en önde gelen faktörlerdir. ABD’nin bu somut ve soyut güç
kaynakları, bağımsızlığını kazandığı dönemden günümüze kadar devam eden süreçte,
dünyadaki rakiplerine göre nispi bir üstünlüğe sahip olmuştur.
ABD Dış Politika Stratejileri
Dış Politika Stratejisini, devletlerin dış politikalarında kullandıkları uzun dönemli, planlı ve
kapsamlı yol ve yöntemlerin toplamı şeklinde tanımlamıştık. Bu açıdan baktığımızda ABD dış
politika stratejileri tarihsel perspektifte üçe ayrılabilir: Birincisi, uluslararası ilişkilerde
Yalnızcılık olarak bilinen stratejidir. Buna göre ABD, dünyanın diğer bölgelerindeki, özellikle
Avrupa’daki gelişmelerden zarar görmemek ve varlığını dış etkilerden uzak kalarak
geliştirmek amacıyla kendini uluslararası sistemden izole etmiştir. Yalnızcılık stratejisinin
kaynağı olarak en çok Monroe Doktrini bilinmekle birlikte, ABD tarihinin hemen hemen tüm
dönemlerinde gündemde olmuştur. İkincisi, uluslararası ilişkilerde güç dengesi olarak da tarif
edilen stratejidir. Buna göre ABD, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki güç dengelerini
dikkate alarak bazen güç dengesi oluşturarak bazen güç dengelerini etkileyerek bazen de güç
dengelerini değiştirerek dış politika amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu amaçla
ittifaklar kurmuş, uluslararası örgütlerin kuruluşuna ve işleyişine öncülük etmiş ve
uluslararası sorunlara dâhil olmuştur. Üçüncü strateji, ABD’nin dünyaya açılması ve
yerleşmesi amacıyla geliştirdiği angajman (engagement) stratejisidir.
ABD’NİN KURULUŞU VE DÜNYAYA YAYILMASI
Sömürgeden Bağımsızlığa ve Olgunlaşmaya 1776-1789: Genelde Amerika kıtasının modern
dönemde ortaya çıkışında, özelde ABD’nin oluşum sürecinin temelinde sömürgeci Avrupa
devletleri vardır. Bugünkü ABD, 13 İngiliz sömürgesinin İngiliz Krallığı’ndan bağımsızlık
kazanması ve daha sonra da diğer Avrupalı devletlerin sömürgelerini ele geçirmesiyle
genişleyerek ortaya çıkmıştır. 1492 yılında Christopher Columbus’un Avrupa’ya ve dünyaya
tanıttığı kıta, izleyen iki yüzyıl içinde beş Avrupalı devlet tarafından sömürgeleştirilmiştir.
ABD’nin köklerinde, 15.yüzyılda İspanya ve Portekiz’in, 17.yüzyılda Hollanda, Fransa ve
İngiltere’nin bu coğrafyayı sömürgeleştirmesi ve bu sömürgelerin 18.yüzyıldan itibaren
bağımsızlıklarını kazanması yatmaktadır.
Sömürgeleşmenin nedenleri: Avrupa’dan Amerika’ya kolonileşmenin nedenleri arasında,
dinî ve siyasi özgürlük arayışı, altın gibi doğal kaynaklara ulaşma, zengin ekonomik şartlara ve
geniş topraklara sahip olma hedefleri vardır.
Merkantilizm: 16- 18.yüzyıllarda Avrupa’da geçerli olan ekonomi politikası. Bu yüzyıllarda
altın ve gümüş gibi değerli madenlerin ülkeye girişinin artırılması ve ülkeden çıkışının
azaltması anlamına gelen Merkantilizm’in 20.yüzyıldaki karşılığı korumacılıktır.
Amerika Kıtasında Yayılma ve İç Savaş 1790-1864
ABD’nin kuruluşundan başlayarak, özellikle 1789 Anayasası sonrasında ABD dış politikasında
idealizm-realizm tartışmaları başladı. Yani ABD dış politikası kendi değerlerini dünyaya
yaymak için mi (idealizm için mi), yoksa reelpolitik çıkarlarını geliştirmek için mi (realizm için
mi) çalışmalıdır? Bununla ilgili olarak bir başka tartışma, ABD dış politikası, öncelikle
Avrupa’ya ama aynı zamanda genel olarak uluslararası sisteme ne kadar müdahil olmalıdır?
Uluslararası sistemden izole/ yalnızcı mı olmalı, yoksa katılımcı ve şekillendirici mi olmalı?
ABD değerlerini ve çıkarlarını gerçekleştirmek için uluslararası sistemi etkilemeye ve
şekillendirmeye mi çalışmalı, yoksa uluslararası sistemin sorunlarından uzak kalıp kendi
bölgesine mi yoğunlaşmalıdır? İzleyen dönemlerde ABD dış politikası bu parametreler
etrafında gelişmiştir Amerikan Anayasası ile Fransız İhtilali’nin eş zamanlı olması, ABD ve
Avrupa aydınlanmasının paralel geliştiğini ve birbiriyle etkileşim içinde olduğunu
göstermektedir. Bu nedenle, ABD’nin gerek iç politikası gerekse dış politikası Avrupa’daki
gelişmelerle karşılıklı etkileşim içinde gelişmiştir. ABD dış politikası, bir yandan Avrupa’daki
gelişmelerden etkilenirken eş zamanlı olarak Latin Amerika, Akdeniz ve Pasifik ülkeleriyle
ticari ve ekonomik ilişkiler geliştirmiştir. İzleyen dönemde ise ABD belirgin bir şekilde
yalnızcılık stratejisi izlemiştir. Başkan Monroe döneminden (1817-1825) Birinci Dünya
Savaşına (1917’ye) kadar devam eden bu uzun dönemde ABD, Avrupa’daki çatışmalardan ve
denge mücadelelerinden uzak kalarak, kendi kıtasında ve Avrupa dışı bölgelerde
genişlemiştir. Monroe Doktrini’nin esas amacı ABD’yi Avrupa’daki çatışmalara
bulaştırmamak, diğer yandan Avrupalıların, Amerikalıların işlerine karışmamasını sağlamaktı.
Bu dönemde Avrupa’da geçerli olan Avrupa Ahengi sisteminin (1815-1848) üyeleri,
Avrupa’da istikrarı korumak amacıyla ülkelerin içişlerine müdahale edilmesi üzerine
anlaşmıştı. ABD de bu tür bir müdahaleden kendini korumak istiyordu.
ABD, sadece kendi içişlerine değil, komşuları olan ülkelere müdahale edilmesini de
istemiyordu. ABD bu strateji sayesinde hızla topraklarını genişletmiş, Latin Amerika’daki
etkinliğini artırmıştır. 13 koloni tarafından kurulan ABD, bu dönemden itibaren aşamalı bir
şekilde yayılarak bugünkü 51 eyaleti kapsayan topraklara hâkim olmuştur. Bu genişlemenin
yolları arasında işgal, ilhak, satın alma ve devir gibi yöntemler vardır.
Dünyaya Yayılma Süreci- Amerikan Emperyalizmi
1865-1914: ABD’nin iç savaş sonrasında teknoloji, askeriye, ekonomi, siyaset ve dış politika
alanlarında elde ettiği gücün ilk yansıması, ABD’nin dünyanın uzak köşelerine doğru yayılması
şeklinde ortaya çıktı. ABD’nin iç savaş sonrası yayılma sürecinin başlıca unsurları şunlardır:
Daha fazla toprak kazanımları, dünyayla ticaretin genişlemesi, gunboat diplomasisi, deniz
kuvvetlerinin okyanus ötesine açılması, bölgesel ve global etki alanları oluşturulması,
Pasifik’te ve Orta Amerika’da işgal ve ilhaklar yapılması.İç savaş sonrası en büyük dış politika
faaliyeti, toprak genişlemesiydi. ABD, 1867’de Alaska ve Midway Island’ı, 1875’de Samoa’nın
bir kısmını işgal etti. 1860’ların sonunda Dominik Cumhuriyeti’ni ele geçirmeye çalıştı ama
başaramadı, Orta Amerika’da kanal yapımı için girişimlerde bulundu. Yine bu dönemde ABD,
Latin Amerika’da çıkarlarını genişletmek için askerî müdahaleler ve silahlı çatışmalar yaptı.
Her ne kadar Amerikan yayılmacılığı konusunda Amerikan iç politikasında muhalifler ve farklı
görüşler olsa da yayılmacılık durmadığı gibi daha da arttı. 1890 ABD-İspanya Savaşı ve
sonuçları, ABD’yi Latin Amerika’da etkili güç hâline getirdi. Venezuella’da etkili olmak için
İngiltere ile mücadele etti, Küba’da etkili olmak için İspanya’yı mağlup etti
DÜNYA DÜZENİ KURMA ÇABALARI
1914 yılına gelindiğinde ABD bir dünya gücü hâline gelmişti. ABD yayılmacılığı sadece askerî
güce dayalı ve realist politika üzerinden değil, aynı zamanda ABD’nin savunduğu kurumlar,
değerler ve Yeni Ulus iddiası üzerinden gerçekleştirmiştir. ABD’nin askerî ve ekonomik gücü
ile savunduğu idealler/idealizm, ABD’nin dünyaya yayılmasında başrol oynayan faktörlerdir.
Bunun en tipik örneği, ABD’nin Latin Amerika politikasında görülebilir. Zira ABD hem Latin
Amerikalıları Avrupa’nın sömürgeciliğinden kurtaran koruyucu ‘özgürleştirici ülke’ imajı
ortaya koymuş, hem de gerektiği durumlarda bu ülkelere askerî müdahale ve darbeler
yapmaktan geri durmamıştır. Bu özellik, 20.yüzyılda diğer bölgelere ve özellikle Avrupa başta
tüm uluslararası sisteme yansımış ya da yansıtılmaya çalışmıştır.
Birinci Dünya Savaşı ve Sonrasında İdeal Düzen Arayışı: ABD, Birinci Dünya Savaşı
başladığında yalnızcılık stratejisi uygulamaya devam ediyordu. Savaşın başında bu nedenle
tarafsızlık ilan etti. Buna rağmen, aynen 19.yüzyılda olduğu gibi savaşan devletlerle ticaret
yapmaya devam etti. Hem müttefiklerle (İngiltere ve Fransa) hem de Almanya ile ekonomik
ilişkilerine ara vermedi. Ancak ABD’nin tarafsızlığı gerçek bir tarafsızlık değildi çünkü ABD’nin
müttefiklerle ekonomik ve ticari ilişkileri hızla artarken (724 milyon dolardan 2.75 milyar
dolara) Almanya ile hızla düştü (325 milyon dolardan 2 milyar dolara). Burada önemli bir
nokta da şudur: ABD’nin müttefiklerle ticaretinin önemli bir bölümü silah, cephane ve askerî
araçtan oluşuyordu. Ayrıca, ABD’nin müttefiklere verdiği kredi miktarı 2.3 milyar dolar iken
Almanya’ya sadece 27 milyon dolardı ABD için savaşı kazanmaktan daha önemli hedef, savaş
sonrasında barışı kurmaktı. Başkan Wilson, 8 Ocak 1918 tarihinde Kongre’de yaptığı
konuşmada, ABD tarihinde ve hatta dünya tarihinde ilk defa görülen bir dizi ‘idealist’ öneriler
ortaya attı. Uluslararası İlişkiler disiplininin oluşumuna da kaynaklık eden 14 maddeli Wilson
İlkeleri’ni kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: 14 Amerikan Dış Politikası
Wilson İlkeleri
1. Barış Antlaşmaları açık ve şeffaf biçimde yapılmalı, gizli antlaşmalar imzalanmamalıdır.
2. Karasuları dışındaki denizlerde dolaşım, savaşta ve barışta, özgür olmalıdır. Uluslararası
kararla, uluslararası antlaşmalara uyulmasını sağlamak için genel veya bölgesel ablukalar
oluşturulabilir.
3. Uluslar arasındaki bütün ekonomik engeller kaldırılmalı ve serbest ticarete izin verilmelidir.
4. Uluslar, iç güvenliği sağlamaya yetecek miktarın dışında silahlanmamalıdır. Bunun
sağlanması için garantiler verilmelidir.
5. Kolonileşme sona ermeli ve sömürge topraklarında uluslara kendi kaderini belirleme hakkı
(self-determination) verilmelidir.
6. Rusya topraklarındaki yabancı birlikler ayrılmalı ve devletlerin de yardımı ile Rusya’ya
kendi gelişmesini sağlamak için her türlü imkân verilmelidir.
7. Almanya, işgal ettiği Belçika topraklarını boşaltmalı ve Belçika’da savaş önceki durum
yeniden kurulmalıdır.
8. Almanya, işgal ettiği Fransa topraklarını boşaltmalı ve Prusya’nın 1871’de ilhak ettiği
Alsace-Lorraine’i Fransa’ya geri vermelidir
9. İtalya’nın sınırları ulusçuluk anlayışına göre yeniden düzenlenmelidir.
10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan arda kalan ülkelere, halkların kendi kaderini
belirleme hakkı verilmelidir.
11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı ve Sırbistan’a denize açılma imkânı
verilmelidir. Balkan devletlerinin sınırları ulusçuluk prensibine göre düzenlenmelidir.
12. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına egemenlik hakkı tanınmalı, fakat Türk
olmayan halklara bağımsızlık verilmelidir. Çanakkale Boğazı, sürekli olarak, bütün milletlerin
ticaret gemilerine açık olmalı ve bu durum milletlerarası garanti altına alınmalıdır.
13. Bağımsız bir Polonya kurulmalı ve Baltık Denizi’ne çıkışı olmalıdır.
14. Büyük ve küçük, bütün devletlere siyasal bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini
karşılıklı olarak garanti altına almak imkânını sağlamak amacıyla uluslararası örgüt
kurulmalıdır.
1929 Büyük Ekonomik Buhranı: 1929 yılında ABD Wall Street borsasının çökmesi sonucu
ABD şirketlerinin ve ekonomisinin üretim düşüşü yaşaması ve bunun etkilerinin tüm dünya
ekonomisinde ortaya çıkardığı büyük kriz.
Soğuk Savaş Dönemi: Sovyetlerle/Komünizmle Mücadele, Dünyaya Genişleme
ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki görüş farklılıkları daha savaşın sonu gelmeden görülmeye
başladı. Özellikle 1945 Şubat’ta Yalta Konferansı ve Ağustos’ta Potsdam Konferansı, ABD ile
Sovyetler Birliği arasında Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın bölünmesi konusunda derin
bir kriz yarattı. Sıcak savaş ittifakı bitmiş, yerine Soğuk Savaş gerginliği başlamıştı.
Roosevelt’in savaş resmen bitmeden nisan ayında ölmesi ve ardından Başkan Yardımcısı
Harry Truman’ın Başkan olması, ABD dış politikasında yeni bir dönemin başlamasına neden
oldu. Başkan Truman, hem savaşın bitmesi açısından, ama daha önemlisi savaş sonrası
dönemin oluşumu ve dünya tarihi bakımından çok önemli bir adım attı. 6 ve 9 Ağustos’ta,
zaten mağlup olmuş olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine nükleer bomba attı.
Tarihte ilk ve şimdiye kadar son defa kullanılan bu bombaların amacı, Pearl Harbor
saldırısının öcünü almak değil, Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermekti. ABD, nükleer silah
gücünü göstererek Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da ve dünyada yayılmacı bir politika izlemesini
engellemeye ama aynı zamanda ABD’nin dünya siyasetindeki hegemonyasını kurmaya
çalışıyordu.
Soğuk Savaş Sonrası: Yeni Dünya ‘Düzeni’ Ütopyasından ‘Düzensizlik’ Gerçeğine
1989-1990 yıllarında Doğu Bloku ülkelerinin bloktan ayrılmaları ve komünist rejimlerin
devrilmesi, kutuplaşmayı sona erdirmiştir. Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılması,
uluslararası sistemde ABD’yi tek süpergüç hâline getirmiştir. Bu başarı ya ve konumuna
güvenen ABD, soğuk savaş sonrasının ilk başkanı olan George W.H.Bush’tan başlayarak
uluslararası sistemde daha çok yayılmacı, müdahaleci ve dönüştürücü politikalar
uygulamıştır. ABD’nin soğuk savaş sonrası politikasını iki alt döneme ayırmak gerekir. Birincisi
1990’lı yıllar, ikincisi de ABD’ye terör saldırısının yapıldığı 11 Eylül 2001 ve sonrası dönemdir.
1990’lı yıllarda ABD, yeni uluslararası sistemi tanımlamak amacıyla yeni bir kavram
üretmiştir: Başkan Bush’un 1990-1991 yıllarında yoğunlukla kullandığı Yeni Dünya Düzeni
kavramı. Bu kavramın benzerlerinin 20.yüzyıl başında Başkan Wilson tarafından, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ise Roosevelt-Truman tarafından kullanıldığını görmüştük. Her büyük
savaştan sonra yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışan ABD, bu kez de soğuk savaş sonrasında
aynı şeyi yapmak istemiştir.
11 Eylül 2001 ve Sonrası: Küresel İmparatorluk Projesi, ABD İmajının Çöküşü ve Obama’nın
Tamir Çabaları
Başkan Bush, 11 Eylül saldırıları sonrasında ‘küresel terörle savaş’ amacıyla yeni bir dış
politika izledi. Bush, terörün doğduğu ülkelere karşı mücadele etmek istediğini açıkladı. Bu
ülkeler, öncelikle 11 Eylül saldırılarını yaptığı iddia edilen El Kaide ve Taliban’ın bulunduğu
Afganistan iken, ardından ‘şer üçgeni’ olarak isimlendirdiği Irak ve İran gibi Müslüman
ülkeleri de içerdi. Daha da genel olarak, Bush Yönetimindeki ABD, Müslüman ülkelerin
hemen hemen tamamını terör kaynağı olarak görüyor, hatta Samuel P. Huntington’un
Medeniyetler Çatışması (1996) tezine uygun bir politika takip ediyordu. Bush, bu
mücadelesine destek almak için tüm dünyaya “Ya bizimlesiniz ya da terörle” şeklinde çağrı
yaptı. Dünyanın büyük bölümü ABD’ye yapılan terör saldırısına karşı olduğunu belirtmekle
birlikte, Bush’un terörle mücadele yöntemine tam destek vermedi. BM Güvenlik Konseyi ve
NATO gibi örgütler, ABD’ye yapılan saldırıyı kınadılar ve ABD’ye sempati gösterdiler. Ancak
müttefiklerden bazıları ABD’nin ‘terörle savaş’ yöntemini eleştiriyorlardı. ABD, süper askerî
gücünü kullanarak başta Orta Doğu olmak üzere tüm uluslar arası sistemde liderliğini ya da
imparatorluğunu gerçekleştirmek istiyordu. ABD, Wilson’un belirttiği hukuk ve değerler gibi
idealizm üzerine değil, tam tersine askerî güç ve emperyalizm üzerine oturan bir dünya
düzeni kurma çabasındaydı. Bush ve Yeni Muhafazakârlar da demokrasi, özgürlük ve piyasa
ekonomisi gibi değerlerin dünya çapında yaygınlaşması gerektiğini söylüyorlardı, yani aynen
Wilson gibi idealleri savunuyorlardı. Ancak bu söylemleri eylemleriyle tutarlı değildi. Zira bu
idealleri iş birliği, diyalog, kurallar ve diplomasi gibi barışçıyöntemler kullanarak veya
Birleşmiş Milletler içinde uluslararası konsensüsle değil, ABD’nin tek yanlı ve saldırgan dış
politika yöntemi ile sağlamaya çalışıyordu. Demokrasi ve özgürlük gibi değerleri güç ve
zorbalıkla yaymaya çalışma iddiası,