İşletme - Davranış Bilimleri 1 - 2. ünite

İşletme - Davranış Bilimleri 1 - 2. ünite
Download için tıklayın:
İşletme 1. Dönem Davranış Bilimleri 1 aofdersnotlari.com


2DAVRANIŞ BİLİMLERİ-I
SOSYOLOJİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Sosyolojinin Doğuşu
Sosyolojinin ilk nasıl ortaya çıktığı önemli olduğu kadar, birçok yönden yanıtlanması
oldukça güç bir sorudur. Hatta Batılı tarihçiler Yunan ve Romalı düşünürlerin
insan davranışı ile ilgili felseŞ karmaşık sistemler geliştirdiklerini savunarak, sosyolojinin
düşünsel temellerini Antik Çağa kadar götürürler.






Gelişimi ve Kuramsal
Yaklaşımlar
 Daha ileri gidenler ise,
okuma yazma bilmeyen insanların bile savaşların neden çıktığını, neden bazıları-
nın diğerlerinden daha güçlü veya zengin olduğunu sorarak sosyal meselelerle ilgilendiklerini
iddia etseler de, onların açıklamalarının daha çok mit ve efsanelerle,
yıldız hareketleriyle ilişkilendirilerek yapıldığı ve dolayısıyla bilimsel olmadığı
açıktır.
Sistematik araştırmalarla test edilebilen kuramların geliştirilmesi ve açıklamaları
n bunlara dayanılarak yapılması tüm bilimlerin temelidir. Aslında bu ölçüt sosyolojinin
kökeninin ne olduğu sorusunu yanıtlamamızı kolaylaştırır. Bu bağlamda
sosyoloji yeni bir disiplin olarak 19. yüzyılda Avrupa’da düşünürlerin toplumla ilgili
düşüncelerinin bilimsel yöntemlerle test edilmesiyle başlamıştır.
Sosyolojinin gelişiminde dört faktör birlikte önemli rol oynamıştır (Henslin,
2001):
1. Endüstri Devrimi: 19. yüzyılın ortalarında Avrupa’da tarım toplumundan
üretimin fabrikalarda yapılmaya başladığı döneme girilmesi ile birlikte insanları
n yaşamlarında köklü değişmeler olmuş; geniş kitlelerin iş bulmak
için topraklarından koparak kentlere göç etmesine bağlı olarak yoksulluk,
işsizlik, kötü çalışma koşulları, sağlık, eğitim ve barınma gibi sosyal sorunlar
artmaya başlamıştır.
2. Amerikan ve Fransız Devrimleri: Yeni Şkir akımlarının ortaya çıkmasıyla
birlikte insanlar çevrelerindeki olayları yeniden düşünmeye ve yorumlamaya
başlamıştır. Monarşiler yerini daha demokratik sistemlere devrederken,
artık geleneksel ve dinsel açıklamalar yetersiz kalmıştır.
3. Emperyalizm: Sosyolojinin gelişmesini etkileyen bir diğer faktör de Avrupalı
ların deniz aşırı başka ülkeleri fethederek onları sömürgeleştirmelerine
bağlı olarak ortaya çıkan emperyalizm olgusudur. Yeni sömürge imparatorlukları
kuran Avrupalılar farklı kültürlerle karşılaştıklarında onlara egemen
olabilmek için araştırmalar yapmaya başlamıştır.
Sosyolojinin Tarihsel
Gelişimi ve Kuramsal
Yaklaşımlar
Sosyolojinin gelişiminde
Endüstri Devrimi, Amerikan
ve Fransız devrimleri,
emperyalizm ve doğa
bilimlerindeki gelişmeler
önemli rol oynamıştır.
4. Doğa Bilimlerindeki Gelişmeler: Doğa bilimlerinin parlak gelişimine olanak
sağlayan özellikle de Şzik ve kimyada kuramların nesnel ve sistematik
gözlemlerle test edilmesi girişimlerinin etkisi ile sosyal yaşamda da artık bilimsel
yöntemin uygulanmasına yönelik adımlar atılmaya başlanarak sosyolojin
doğuşuna yol açılmıştır.
Sosyolojinin Öncüleri
Sosyoloji konusundaki kitapların çoğunluğunun Batı kaynaklı oluşu yüzünden
sosyoloji tarihi yazılırken sürekli Batılı düşünürlere yer verilmesi alışıldık bir tutum
ve davranıştır. Ancak son yıllarda giderek Batılı olmayan sosyologlar tarafından bir
kişinin adı daha fazla anılır hâle gelmiştir. Bu kişi Arap asıllı düşünür İbni Haldun’dur.
Oysa sosyoloji tarihi kitapları incelendiğinde birçok önemli ve güncel reform
konusunda olduğu gibi sosyoloji hakkında da ilk habercinin Henri de Saint
Simon olduğu ve daha sonra Karl Marx, Auguste Comte’un geldiği görülür. Bu nedenle
adı geçen tüm düşünürlerin temel görüşlerini bilmek gerekmektedir.
İbni Haldun
İbni Haldun, evrimci ve determinist bir düşünürdür. En önemli eseri olan “Mukaddime”
aslında çok kapsamlı bir sosyal bilimler ansiklopedisine benzetilebilir. Kolaylı
kla anlaşılması mümkün olmayan bu eserinde uygarlıkların gelişimini ortaya
30 Davranış Bilimleri-I
Don Martindale (1982)’in de belirttiği gibi Ibni Haldun’u basit bir Arap düşünürü
ya da tarihçisi olarak görmek yanıltıcı bir başlangıca yol açabilir. Bu nedenle biraz
daha gerilere giderek yaşadığı dönemi ve öncesini bilmek gerekir. Nitekim tarihe bakı
ldığında M.S. 711’de Arapların bugün İspanya olarak bilinen İber Yarımadası’na
Cebeli Tarık Körfezi’ni geçerek geldikleri ve güneyde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlara
İslamiyeti tanıtarak tarihte “Endülüs Uygarlığı” (756-1031) olarak geçen uygarlığı
kurdukları görülür. Ancak daha sonra İspanya Kraliçesi Kastilya’nın iktidara
geldiği dönemde İslam egemenliğine son verilerek önce 1492 yılında Yahudiler
(Sefaradlar) daha sonra da Araplar ülkeden sürülürler (1610). Nitekim Yahudiler/
Sefaradlar daha sonra Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmişler ve gemilerle İstanbul’a
getirilmişlerdir. Bu nedenle halen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Museviler,
geçmişteki cömert davranışı şükranla anmaktadırlar. Buna karşılık tekrar
Afrika’ya dönen Müslümanlar çeşitli ülkelere dağılmışlardır. İşte Tunus’ta 1332 yı-
lında doğan daha sonra İspanya’nın Sevile kentine gelerek burada uzun yıllar yaşayan
İbni Haldun’u bu kültür zenginliği içinde değerlendirmek gerekmektedir.
İbni Haldun Endülüs Uygarlığı’nın son dönemlerinde daha 21 yaşında iken Arap
Sultanı Abu Einan’ın güvenini kazanarak onun özel sekreteri olarak çalışırken kendisini
çekemeyenlerin attıkları iftira yüzünden aynı sultan tarafından iki yıl hapse
mahkûm olur (1356-1358). Daha sonra sultanın ölümünden sonra Vezir İbni Ömer
onu özgürlüğüne kavuşturarak görevine iade eder. Aslında onun yaşamının iki bölümü
olduğu, birinde kamu bürokrasisinin hizmetkârı iken, diğerinde bilimsel çalı
şmalara kendini adamış bir kişilik olduğu söylenir. Ancak ilk dönemdeki devlet
tecrübelerinin onun daha sonra geliştirdiği kuramlara katkısı olduğu inkâr edilemez.
İbni Haldun, İspanya’dan ayrıldıktan sonra Mısır’ın Kahire kentinde 1402’de
hayatını kaybetmiştir.
Tunus’ta bir posta
pulunda İbni
Haldun (1332-1406)
Sosyolojinin öncüleri olarak
İbni Haldun, Henri de Saint
Simon, Auguste Comte ve
Karl Marx sıralanabilir.
İbni Haldun’un en önemli
eseri Mukaddime’dir.
koyar. Özellikle Ümran başlığı altında bugün hars/kültür denilen konu hakkında
düşüncelerini yazar. Ona göre iki türlü Ümran vardır:
• Bedevi Ümran: Bugünkü karşılığı köylülüktür. Kır ve göçebe kültürün
özelliklerini taşır.
• Hadari Ümran: Yerleşiklik ve kentlilik anlamında kullanılmıştır.
Ibni Haldun’a göre medeniyet bedevilerde değil, Hadarilerdedir ve Ümran’ın
üç özelliği vardır:
• Doğallık: İnsan, doğası gereği tek başına yaşayamaz. İnsan topluluğu bu
nedenle doğaldır.
• Organiklik: İnsan topluluğunun belirli bir şekilde gelişmesi zorunludur.
• İşlevsellik: Bireyler iyi yaptıkları işlerde uzmanlaşırlar.
İbni Haldun’un sosyolojik açıdan önemi, özellikle kır ve kentler arasında farklı
laşma üzerinde durmasıdır. Ona göre, göçebe-köy toplulukları yerleşik-kentlerden
önce ortaya çıkar ve burada yaşayanlar henüz daha güvenilir ve sağlamdır.
Bunun temel nedeni kırda ailenin daha istikrarlı olmasıdır. Buna bağlı olarak da
sosyal dayanışma daha yüksektir. Ayrıca büyüklere özellikle de kadınlara çok fazla
değer verilir ve saygı duyulur. Ancak bedeviler aynı zamanda inançsız, isyankâr
ve şiddet yanlısıdırlar. Hadarilerin yaşadıkları yerler yani kentler değişmeyi temsil
eder; burada düşünceler derinleşebilir, bilgi artar ve düşünceler zenginleşir. Kent
hayatı tüm bu kültürün gelişeceği en uygun ortamdır.
İbni Haldun’un Ümran ile bağlantılı diğer kavramı Asabiyedir. Ona göre Ümran
tıpkı bir ağaca benzer. Ağacın gövdesi hadara/ kentlilik; özsuyu ise asabiyedir.
Asabiye, herkesin aslına/asabiyesine bağlı olması demektir. Diğer bir deyimle, soyundan
geldiklerine bağlılık göstermek ve onlarla dayanışma içine girmektir. Psikologlar
buna “ortak bilinç” de derler. Sosyolojik açıdan ise, dayanışma duygusu,
sosyal bağlılık/tesanüt, yakın akraba bağı anlamına gelir. Asabiyenin özellikleri kabile,
aşiret veya topluluk üyeleri arasında kuvvetli bir birlik, güçlü bir dayanışma,
yardımlaşma, doğadan gelen bir koruma duygusu, bilinci ve inancının kuvvetli olması
dır. Asabiye aynı zamanda davranış anlamına da gelir. Güçlü ortak düşünce
ve güçlü davranış birliğine dayanır. Bedeviler arasında asabiye daha güçlüdür. Ancak
bedeviler modernleşip yerleşikliğe geçtikçe soy asabiyesi güçsüzleşirler. Bu
nedenle İbni Haldun’un görüşlerinde sadece ekonomik değil, manevi bir motif,
metaŞzik bir değerlendirme de söz konusudur. Bu düşünceler daha sonra ekonomi
yerine ahlakı önemseyen Emile Durkheim’da daha ayrıntılı olarak görülür.
İbni Haldun, Afrika’da çeşitli kabileleri dolaşarak yaptığı saha çalışmaları sonucunda
toplumu canlı bir organizmaya benzetir. Buradan hareketle toplumların
da doğup büyüyüp gelişeceğini ve sonlanacağını iddia eder. Ona göre doğum ve
gelişme dönemleri göçebe kültürünün sonucudur. Buna karşı kent yaşamına
olumsuz bakar ve giderek kentleşen uygarlıkların gerileyerek yok olduğu düşüncesine
ulaşır.
İbni Haldun’a göre kaç tür asabiye vardır?
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 31
İbni Haldun hakkındaki
bilgilere Batı’nın
Gumplowicz ve Oppenheimer
aracılığıyla ulaştığı
belirtilmelidir.
İbni Haldun, bedevi ve
hadari olmak üzere iki
ümran tanımlar. Ümran’ın
doğallık, organiklik ve
işlevsellik olmak üzere üç
özelliği vardır.
S O R U
D İ K K A T
SIRA SİZDE
DÜŞÜNELİM
SIRA SİZDE
S O R U
DÜŞÜNELİM
D İ K K A T
SIRA SİZDE SIRA SİZDE
AMAÇLARIMIZN NAMAÇLARIMIZ
1
İbni Haldun’a göre asabiye
kavramı herkesin soyuna
bağlı olması ve onlarla
dayanışma içinde olması
anlamına gelir.
Henri de Saint Simon
St. Simon’un düşünceleri sosyal bilimlerde önemli yankılar yaratmıştır. Toplum bilimin
aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi benzer temeller üzerinde inşa edilmesi
gerektiğini savunmuştur. St. Simon, arkadaşı olan A.Comte’u büyük ölçüde etkilemiştir.
Ayrıca 19. yy. boyunca tüm Avrupa’da etkili olmuştur, denilebilir. Taraftarları
arasında ünlü matematikçi Lagrange ve İmparator III. Napolyon bulunmaktadı
r. St. Simon toplumun yeniden organizasyonunun ancak felsefeci, mühendis ve
bilim insanları ile birlikte olabileceğini düşünmüştür. Bu bağlamda laik bir dini savunarak
geleneksel din adamlarını eleştirmiş, din adamları ile bilim insanı eğitimcilerin
yer değiştirmesini önermiştir.
St. Simon aslında kendi kendini eğitmiş bir düşünür olsa da sosyolojinin, sosyalizmin,
sosyal organizasyonlarda teknokratik yaklaşımın ve birleşik bir Avrupa
kurulması Şkrinin hep onun düşüncelerinden esinlendiği iddiaları bulunmaktadır.
O, toplum hakkında çalışmayı içeren biçimde bilime dayalı olarak bilginin yeniden
kurulmasını, zihinlerdeki karmaşıklığı gidererek düzen kurmada anahtar olarak
görmekteydi. Ancak böylelikle sosyal istikrar, Fransız devrimi ve Napolyon Savaşları
ndan sonra kurulabilirdi. Tarihe dayalı analizler yaparak gelecekteki toplumun
bilime ve sanayiye dayanacağını öngörmüştü. Bu toplum herkesin yararlı işler ya-
32 Davranış Bilimleri-I
Henri de Saint
Simon (1760-1825)
Ünlü Fransız düşünürü St. Simon, daha 13 yaşında iken dinsel dogmalara koşulsuz
itaati reddetmiş ve genç yaşında bir yakınının etkisiyle Yorktown’a giderek Amerikan
Bağımsızlık Savaşı’na katılmıştır. Ülkesine dönmeden önce de PasiŞk ile Atlas
Okyanusunu birbirine bağlayacak Panama Kanalı inşaat planı için Meksika Genel
Valisini temsil etmiştir (1783). Fransız Devrimi sırasında 11 ay hapishanede kalmış
ve burada insanlığın bilimsel ve sosyal reformu hakkındaki düşüncelerini formüle
etmiştir.
Her zaman coşkulu bir insan olarak ölüm yatağında iken, kendisini mali açıdan
destekleyen Olinde Rodriquez’e şunları söylemiştir:”Yaptığın büyük işlerin seni heyecanlandı
rması gerektiğini unutma.” Nitekim Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na heyecan
duyarak katılması ve subay olarak dövüşmesi böyle bir heyecan sonucu olsa gerektir.
Aynı şekilde Fransız Devrimi de kendisine yapılanlara rağmen onun desteğini
kazanmıştır. Çünkü St. Simon şanssız ve yoksul olmasına karşılık, yüksek soylu
bir memurdu. Fransız devrimi sırasında yaşabilmek için adını M. Bonhomme olarak
değiştirmek zorunda kalmıştı. Buna rağmen tepeden inmeci jakoben devrimciler
onu geçmişine dayanarak hapse atmışlardı. Ancak aristokrasiye karşı olan devrimcilerin
yardımı ile hapishaneden kaçmayı başarmış ve tekrar eski ismini almıştı.
17 Ekim 1760’da Paris’te yoksul fakat soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
Gençliğinde Aydınlanmacı Şlozoşardan etkilenmiştir. Özellikle d’Alambert
gibi Ansiklopedistlerin etkisiyle Antik Çağ düşüncesinden beslenerek dinsel ve siyasal
kurumların modasının geçtiği düşüncesine ulaşmıştır. Artık eskimiş olan monarşinin,
aristokrasinin ve papazların önceki dönemlerde önemli işlevler görmelerine
rağmen, artık sadece kendi imtiyazları için mücadele ettiklerini ve gelecek için yararsı
z olduklarını düşünmüştür.
Durkheim’a göre, St. Simon 19. yy düşüncesinin tohumlarını atmıştır. F. Engels,
“daha sonraki sosyalizm ile ilgili tüm düşünceleri St. Simon’da bulmak mümkündür”
demiştir. Nitekim St. Simon, K. Marx ve F.,Engels’in Komünist Manifesto’yu yayı
nlamalarından 23 yıl önce ölmüştür.
pabileceği bir atölye olacaktı. Modernitenin kapsamlı analizini yapan St. Simon
tüm bu yönleriyle önemli bir miras bırakmıştır.
St. Simon, sosyolojinin en önde gelen düşünürü olmasına rağmen, onun çırağı,
arkadaşı, birkaç eserinde ortak yazarı olan A. Comte, altı ciltlik Pozitif Felsefe
Dersleri adlı eseriyle sosyolojinin babası olarak anılmıştır. Oysa düşünce anlamında
sosyoloji Şkrine ilk ve en büyük ilham kaynağı olan kişi St. Simon’dur, demek
yanlış olmayacaktır.
St. Simon “sanayileşme” kavramını ortaya atarak sosyal gelişme ve farklılaşma
konularında yazarak Comte ve Spencer’e iyi bir başlangıç sağlamıştır. Tarihte sınışarı
n rolü hakkında yazarak ve refahın yaratılmasında emekçiler ve onları sömürenler
üzerine düşüncelerini ifade ederek sınıf mücadelesi konusunda K. Marx’ın
daha keskin ve ayrıntılı bir doktrin oluşturmasına yol açmıştır.
Kuram ve uygulamada temel sosyal değerlerin özellikle de dinsel olanların üzerinde
durarak bunların toplum açısından sonuçlarını incelemiştir. Bu konu daha
sonra Durkheim sosyolojisinin en önemli katkısı olarak değerlendirilmiştir. St. Simon,
istikrarlı ve istikrarsız yapılar arasındaki farklara işaret ederek sosyolojik işlevselcilik
ve değişken sosyal yapılar düşüncesinin ilk habercisi olmuştur. Hatta
daha da ileri giderek, Avrupalı ulusların parlamenter cumhuriyetlere dönüşeceğini
de öngörmüştür. Bir gün gelip Avrupa Parlamentosu kurulacağı Şkrine inanmıştır.
Engels’e göre St. Simon sosyalizmin temel şahsiyetidir. Onun temsil ettiği sosyalizme
Etikçi/Ethical Sosyalizm denilmekte ve aynı zamanda Ütopyacı olarak da
anılmaktadır. Toplumların kooperatif modelinin oluşmasını savunduğu için ütopyacı
denildiği belirtilmelidir. Bu görüş Avrupa’da modernizasyon hareketlerinin
başladığı zamana denk düşer. Bu hareket, işletmelerin, yerel toplulukta yeni hâkim
kuruluşlar haline dönüştüğü döneme rastlar. Ev ve iş yeri artık birbirinden ayrı
lmaktadır. Şehirler ve onların banliyöleri, önceden kırsal kesimde yaşayanların
yeni yerleşim bölgeleri haline gelmektedir. Doğuştan veya sermaye ile yüksek sı-
nışardan gelen kişiler daha iyi koşullarda yaşarken, sanayi kentlerindeki çoğunluk
ancak asgari geçim standartlarını çok daha fazla çalışarak koruyabilmektedir.
Etikçi Sosyalizm herkesin yeni oluşan kentlerdeki toplumda nezih bir yaşam
standardı ve insan ilişkilerine sahip olma hakkı olduğunu savunmaktaydı. Bu görüş
daha sonra 19. yy. sonlarında başlı başına bir sosyal mesele haline gelmiştir. St.
Simon ayrıca refah devleti çözüm önerisini geliştirmiştir. Herkesin yeteneklerine ve
ihtiyaçlarına göre iş bulmasını istemiştir. O, politik yöntem olarak her zaman şiddete
karşı olmuştur. Ayrıca, sosyal problemlere duyarsızlığı yüzünden liberalizme
giderek daha fazla kuşku ile bakmıştır. Halkın sosyal refahının sağlamasında devlete
anahtar rolü yüklemiştir.
Auguste Comte
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 33
Comte, Fransa’da küçük bir yerleşim olan Montpellier şehrinde muhafazakâr bir
memur ailesinde doğmuştur. Annesinin ve eşinin koyu birer Katolik olarak dindarlığı
nın daha sonraki yaşamında önemli etkileri olmuştur. Buna karşılık Şzik,
matematik ve astronomi ile de ilgilenen bir kişi olması, onun doğal bilimlere benzer
bir sosyal bilim kurma düşüncesini beslemiştir, denilebilir. Aslında, zaman
içinde görüşlerinde ortaya çıkan değişmeler onun bilimsellikten uzaklaşması yönünde
olmuşsa da bunlar onun önce felsefeye daha sonra sosyolojiye katkılarını
gölgeleyememiştir. Auguste Comte
(1798-1859)
Comte, sosyolojinin babası
olarak anılsa da, düşünce
anlamında sosyoloji Şkrine
ilk ve en büyük ilham
kaynağı kişi St. Simon’dur.
A. Comte, Fransız devrimi ve Aydınlanma düşüncesine tepki olarak geliştirdiği
düşünceleriyle tanınan sosyolojinin isim babası Fransız sosyologudur. “Var olup
olmadığını sorgulamaksızın, bilginin amacını, deneyimlenen/yaşanan olguların betimlenmesine
dayandıran felseŞ düşünce sistemi” olarak basitçe tanımlayabileceğimiz
Pozitivizmin kurucusudur.
A. Comte (1958), aynı zamanda doğa bilimleriyle ilgilendiğinden sosyolojinin
de doğa bilimlerin benzemesine çalışır. O, doğa bilimlerinde kullanılan gözlem ve
deney gibi tekniklerin sosyolojide de kullanılabileceğini savunur. Ona göre pozitif
bilimler arasında basitten karmaşığa doğru bir düzen vardır. Bu düzen, bilimler
arasında birlik sağlar ve bilimlerin gelişim sırasını gösterir. Ayrıca farklı ampirik konu
alanlarını birbirinden ayırt edilmesine olanak sağlayan yöntemlerin tarihsel olarak
ortaya çıkışını anlamamıza olanak sağlar. Tüm bilimler içinde en son ortaya çı-
kan ve en karmaşık olan sosyolojidir. O, sosyolojiyi yeni bir bilim olarak ortaya
koyduğunda, sosyolojinin diğer tüm bilimleri bir araya getireceğine inanmıştır.
Comte, belirli hiyerarşi içinde bilimsel yöntemlerin kullanılmasının, anarşi başta olmak
üzere tüm sosyal problemleri çözeceğine inanmıştır. O, her zaman bilimlerin
kendinden önce gelen bilimlere dayanması gerektiğine, dolayısıyla hem düzen
(order) hem de gelişme/ilerleme (progress) Şkirlerine birlikte inanmıştır. Nitekim
mezar taşında da onu en iyi simgeleyen bu iki kelime yazmaktadır. İlerlemeye
olumlu bakan bir Şlozoftur.
Comte’un düşüncelerini “sosyal dinamik” ve “sosyal statik” olarak iki bölüm
hâlinde incelemek mümkündür. Sosyal statik, düzenli ve istikrarlı sosyal ilişkiler ve
toplumsal yapıdır. Sosyal dinamik ise, sosyal değişme demektir ve en iyi ifadesini
Üç Hâl Yasasında bulur. Tüm insan düşüncesinin, bireysel veya tarihsel kültürel
olsun üç adımlı yasayı izlediğini savunur. Bunlar:
• Teolojik hâl/dönem: Bu dönem de kendi içinde doğacılık (animizm), tek
ve çok tanrıcılık olarak üçe ayrılmaktadır. Teolojik döneme hayalî dönem
de denilmektedir.
• MetaŞzik hâl/dönem: Soyut hâl de denilmektedir. Soyut cisimlerle ilgilenme
anlamında kullanılmaktadır.
• Pozitif hâl/dönem: Değişkenler arasında gözlenebilen ilişkilere dayanır.
Kesin ve yasalara bağlı bilgi demektir. Bu dönem bilimsel dönem olarak da
anılır.
A. Comte sosyolojinin aracılığıyla insanlığın uygarlık düzeyinin gelişeceğine
inanmıştır. Pozitif felsefe ile insanlığın içinde bulunduğu kaotik durumun sonlanacağı
nı ve dolayısıyla ilerleyeceğini savunmuştur. Comte, bencil duyguların ele geçirdiğ
i doğal durumdan, sosyal duygulara geçilmesini veya yükselmeyi kendisine
problem edinmiştir. Ona göre, dinsel ayin ve törenler, bilimsel düşünce tarafından
ahenkli bir hâle dönüştürüldüğünde, duygular da eğitilecektir. Bu düşünceleri
âdeta “Yerçekimi Yasası”nı değiştirmekle bir tutulmuş ve imkânsız bulunarak eleştirilmiştir.
Ayrıca, bireyler üzerinde önce ahlaki, daha sonra hukuki baskı kurmaya
çalıştığı için eleştirilmiştir. Comte, daha sonraki yıllarda mistisizme sapmakla da
eleştirilmiştir. Pozitivizmin önceki bilimsellik iddiaları yerini daha çok dine bırakmı
ştır. Hatta bu çabalarını “Sosyalatri” adlı bir insanlık dini geliştirmeye kadar vardı
rmıştır. Son olarak en büyük eleştiri Üç Hâl Yasası ile ilgili olarak yapılmıştır.
Onun iddiasının aksine insanların bu dönemlerden zorunlu olarak ve birbirini izleyerek
geçmedikleri bilinen bir gerçektir. Nitekim, günümüzde bazı insanlar teolojik
açıklamalara inanırken, bazıları da bilimsel olanları kabul etmektedirler. En
azından günümüz modern toplumunda da teolojik ve metaŞzik açıklamalara baş-
34 Davranış Bilimleri-I
A. Comte, sosyolojinin isim
babasıdır ve pozitivizmin de
kurucusudur.
A. Comte, teolojik, metaŞzik
ve pozitif olmak üzere üç
aşamadan oluşan Üç Hâl
Yasası’nı ileri sürmüştür.
vurulması A. Comte’u doğrulamamaktadır. Ancak, evrimci düşüncelerle tarihi ilerleme
olarak olumlu görmesi önemini korumaktadır.
Comte, ayrıca altı ciltlik Pozitif Felsefe Dersleri’nin 47. alt-bölümüne geldikten sonra
“sosyal Şzik” adını sosyolojiye çevirerek sosyolojinin isim babası olmuştur. Bu da başlı
başına önemli bir katkı olarak değerlendirilmelidir.
Karl Marx
Karl Marx Avrupa’yı dönüştüren Endüstri devrimini gözleyerek kuramını geliştirmiştir.
Kırdan göçen tarım işçilerinin kentlerde karın tokluğuna çalıştırıldığını ve
ortalama ömürlerinin 30 yaş olduğuna tanık olmuştur. Bu acımasız çalışma koşulları
nı anlayabilmek için tarihsel olarak toplumları incelemeye başladığında ise, insanlı
k tarihinin sınıf çatışmasına dayandığını ve sınırlı sayıda güçlünün (burjuvazi)
üretim araçlarına sahip olduğunu ve çoğunluğu oluşturan işçileri (proletarya) sömürdüğ
ünü görmüştür.
Marx’ın felsefesi “Diyalektik Materyalizm” (Dialectical Materialism) olarak
anılırken; sosyolojisine “Tarihsel Maddecilik” (Historical Materialism) denilir.
Marx, Hegel’in baş aşağı durduğunu iddia ettiği diyalektik anlayışını yerine oturtmuştur.
Çünkü, üç aşamalı tez, antitez ve sentez şeklindeki ilerlemede Hegel tez
olarak manevi bir varlık olan Geist’i (tanrıyı) görürken, Marx tez olarak temele
ekonomiyi koymuştur. Aslında diyalektik düşüncenin temeli İlk Çağ Şlozofu Heraklit’e
(İ.Ö. 5. yy.) dayanır. Heraklit, “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” diyerek
değişimin her yerde olduğuna ilk işaret edendir. Daha sonra Alman Şlozofu
Fichte (1762-1814) tez- antitez- sentez formülünü ortaya atmıştır. Kısaca Hegel ve
Marx’ın düşüncelerinin orijinalliği sadece tezin ne olacağı konusundadır (Marx
ve Engels, 1962).
Marx tüm üretim biçimleri gibi kapitalizmin de diyalektik olarak kendini ortadan
kaldıracak potansiyele (işçi sınıfı) sahip olduğunu ve tarihin sınıf mücadelesine
dayandığını savunur. Kaynaklara sahip olan ve olmayan her iki grubun hacmi
ve gruplara nasıl üye olunduğu, içinde bulundukları toplumun ekonomik sistemiyle
olan bireysel ilişkileri tarafından belirlenir. Bu yüzden güç ilişkilerinin sınıfsal
değil, bireysel düzeyde analiz edildiğini unutmamak gerekir. Marx’ın iddiasına göre,
“üretim ilişkileri” (işçi-işveren v.b.) ve “üretim biçimi” (kapitalist, sosyalist v.b)
olarak her toplumun ekonomik sistemi, o toplum için en önemli ve tek olgudur.
Refahın üretildiği ve dağıtıldığı düzenleme “alt yapı”yı (infra structure) oluşturur ve
diğer sosyal ve kültürel düzenlemeleri belirler. Aile, din, siyaset, ekonomi, hukuk
ve hatta sanatsal beğenilerin tümü “üst yapı”yı (super structure) oluşturur ve ekonomik
alt yapının üst yapı üzerindeki etkilerini yansıtırlar. Geniş anlamda bunları
n nihai rolü, toplumun temel parametresi olan üretim biçimini korumak ve desteklemektir.
Ona göre emek (man), makine/teknoloji (machine) ve para (money)
üç belirleyicidir. İngilizce karşılıkları M harŞ ile başladığı için bunlara “3M” der, onlar
her şeyin temelidir ve alt-yapıyı oluştururlar.
Marx hem evrimci hem de ekonomik determinizmi savunan bir düşünürdür.
Evrimciliği toplumların belirli aşamalardan geçeceği, önce “ilkel komünal”, “feodal”,
“kapitalist” ve “sosyalist” toplum aşamalarının birbirini izleyeceği ve sonuçta
sınıfsız topluma ulaşılacağını savunmasından kaynaklanır. Ekonomik determinizm
ise, belirli bir toplumda tüm önemli pozisyonlar ve sosyal etkileşimlerin üretim biçimi
tarafından belirlenmesi görüşüdür. Bu bireysel duruşların da üretim biçimine
göre düzenlenmesi demektir. Marx için temel ayrım üretim aracına sahip olanlar
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 35
S O R U
D İ K K A T
SIRA SİZDE
DÜŞÜNELİM
SIRA SİZDE
S O R U
DÜŞÜNELİM
D İ K K A T
SIRA SİZDE SIRA SİZDE
AMAÇLARIMIZN NAMAÇLARIMIZ
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
İ N T E R N E T İ N T E R N E T
Karl Marx (1818-
1883)
Marx’ın felsefesi diyaletik
materyalizm, sosyolojisi ise
tarihsel maddecilik olarak
anılır.
Marx’a göre, insanlık sosyal
tarihi, kaynaklara sahip
olanlarla olmayanların
birbirlerine karşı sınıf
mücadelesinin tarihidir.
Marx’a göre, refahın
üretildiği ve dağıtıldığı
düzenleme alt yapıyı, diğer
sosyak ve kültürel
düzenlemeler ise üst yapıyı
oluşturur. Marx, alt yapının
üst yapıyı belirlediğini
savunur.
ve olmayanlar arasındadır. Çünkü üretim aracına sahip olanlar, üretim biçimini dolayı
sıyla politik, yasal ve diğer tüm üst yapıyı kontrol ederler. Üretim aracına sahip
olmayanlar ise, emeğini satarak geçinenlerdir. Her grubun kendisini nesnel olarak
görmesini sağlayan sınıf algısı vardır. Aslında bu algılar, gerçek sınışarın gelişmesinde
kritik rol oynarlar. Sonuçta kendini diğerleriyle aynı sınıftan görenlerin ortak
çıkarlarını arttırmak için örgütlenmeleriyle sınıf bilinci gelişir. İşte bu noktada nesnel
bir gerçeklik olan sınıf, öznel bir farkındalık olan sınıf için mücadeleye dönüşür.
Böylelikle insanlar yaşamak için tarihsel mücadeleye hazırlanmış olurlar.
K. Marx’a göre temel olarak toplumda kaç sınıf vardır ve bu sınışar ne zaman ortadan kalkacaktı
r?
Marx’a göre, modern toplumda amaçları ve çıkarları açısından her iki sınıf (özel
mülkiyete sahip güçlü burjuvazi ve güçsüz proletarya) doğasından uyuşmaz ve zıttı
r. Üretim aracına sahip olarak burjuvazi, ekonomik yatırımlarından elde ettiği kârı
en fazlaya çıkarmak; proletarya da emeğinin karşılığını en fazla almak isteyecektir.
Mevcut ekonomik sistemde ya da üretim biçiminde sınırlı arz içinde sonucu sı-
fır olan bir oyun (zero sum game) söz konusudur. Bu da aslında bir grubun kârı,
diğer grubun zararından başka bir şey değildir. Marx’a göre, burjuvazinin sahip olduğ
u ekonomik, siyasal ve yasal kaynaklar ona çok daha geniş bir grup olan
emekçiler üzerinde çok büyük güç ve avantajlar sağlar. Yüksek kârlar ve güç farklı
lıkları sonucunda, sözle ifade edilmese de, kapitalist toplumun ücretli köleleri
olan işçilerin yoksullukları artar. Bu çalışanların hakkı olan refah payına, özel mülkiyete
sahip olan yönetici sınıf tarafından el konulur. Sonuç olarak yoksulluk, açlı
k, hastalık ve kötü barınma koşullarının tümü, özel mülkiyet temelli ekonomik
sistemden kaynaklanan sosyal problemlerdir. Marx’a göre, modern toplumda karşı
laştığımız sorunlardan sorumlu olan ekonomik sistem değişmeden bu sorunlar
çözülemez.
Marx’ın katı ekonomik determinist anlayışı çok eleştirilmiştir. Ayrıca kendinden
sonraki gelişmeler onun iddialarını doğrulamamıştır. Sınışar ortadan kalkmadığı
gibi, yeni orta sınışar ortaya çıkmış, işçiler en fazla sömürülen olmaktan çıkmıştır.
Emperyalizm sayesinde sanayi toplumları dış talanı arttırarak kendi işçilerine bazı
iyileşmeler sağlayabilmiştir. Ayrıca sanayinin en gelişmiş olduğu İngiltere yerine,
bir tarım toplumu olarak yeterli işçisi olmayan Sovyetlerde devrimin olması ekonomi
kadar, bir üst yapı kurumu olan siyasetin de toplumsal değişmede önemli olduğ
unu göstermiştir. Bu gelişmeler ve ortaya çıkan yeni koşullar toplumların onun
önerdiği zorunlu aşamalardan geçmesini de engellemiştir.
Sosyolojin Kurucuları
Sosyolojinin kurucuları olarak E. Durkheim ve M. Weber bu alt bölümde incelenmiştir.
Emile Durkheim
Modern akademik bir bilim olarak sosyoloji Durkheim’in çalışmalarıyla başlamıştır.
Durkheim, sosyolojinin isim babası A. Comte’un düşüncelerinin büyük bir kısmını
onaylamaz. Ancak, sosyolojinin yöntem ve ilkelerini yeniden tanımlarken A. Comte
gibi doğa bilimleriyle devamlılık içinde nesnel, rasyonel ve olaylar arasında nedensellik
ilişkisi (causality) arayan bir sosyal bilim anlayışı oluşturur. Daha sonra bu
görüş sosyal bilimleri doğa bilimlerine indirgeme (reductionism) olarak eleştirilir.
36 Davranış Bilimleri-I
S O R U
D İ K K A T
SIRA SİZDE
DÜŞÜNELİM
SIRA SİZDE
S O R U
DÜŞÜNELİM
D İ K K A T
SIRA SİZDE SIRA SİZDE
AMAÇLARIMIZN NAMAÇLARIMIZ
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
İ N T E R N E T İ N T E R N E T
2
K. Marx’a göre, sorunlar
ancak özel mülkiyetin yerini
ortak mülkiyet aldığında,
diğer ifade ile kapitalizmin
yerini sosyalizm aldığında
çözümlenebilir.
Emile Durkheim
(1858-1917)
Durkheim, Avrupa’da ilk sosyoloji bölümünü Bordo Üniversitesi’nde 1895 yılında
kurmuştur. Daha sonra en önemli yapıtı “Sosyoloji Yönteminin Kuralları” adlı
eserini yazmıştır (1898). Bu eserde sosyal olguları tanımlar, normal ve patolojik arası
nda ayrım yapar. Sosyal olayların nasıl açıklanacağını anlatır. Daha sonra yazdığı
yöntem ilkelerini uygulayarak “İntihar” adlı monograŞk çalışmasını yayınlamıştır
(1897). Bu çalışmasında sosyolojinin biyoloji ve psikolojiye indirgenemeyeceğini
göstermek için intihar istatistiklerini mezhepler, yaş, eğitim, medeni durum ya da
çocuk sahip olup olmama gibi koşullar açısından karşılaştırır. Örneğin intiharın bireysel
bir olay olmadığını Katoliklerde Protestanlardan daha fazla intihar olmasıyla
göstermeye çalışır. Aslında Durkheim üç tür intihar arasında ayrım yapmıştır:
• Egoist İntihar: Bireysel nedenlerle intihardır. Toplumsal bağların gevşek
olduğu ve bireyin kendini yalnız hissettiği durumlarda ortaya çıkar.
• Alturistik/ Elcil İntihar: Japon pilotların kamikaze/ intihar dalışları veya
toplum için kendini feda eden eylemciler gibi. Sosyal bağların çok sıkı olduğ
u toplumlarda daha çok görülür.
• Anomik İntihar: Toplumda dayanışmanın çözülmesine bağlı olarak her yıl
belirli sayıda insanın intihar etmesidir. Anomi kuralsızlık demektir.
Durkheim’in burada göstermek istediği, her toplumsal olayın diğer bir sosyal
olay ile açıklanması yönündeki yöntem ilkesidir. Aynı şekilde toplumdaki iş bölümünü
de açıklamaya çalışır. Durkheim’e göre toplumların evrimine bakıldığında
iki tür dayanışma olduğu anlaşılır:
• Mekanik dayanışma: Geleneksel topluluklarda benzerliklere dayalı olarak
ortaya çıkan dayanışmadır.
• Organik dayanışma: Modern toplumlarda iş bölümü sonucunda farklılaşmaya
bağlı olarak ortaya çıkar.
Durkheim, nedensel açıklamalarını iş bölümü konusunda da yapar. Modern
toplumda iş bölümü ve dolayısıyla organik dayanışmanın sebebi nüfus artışıdır. Kı-
rın aksine kentlerde nüfus artmakta ve herkes farklı alanlarda uzmanlaşmaktadır.
Artık insanlar ekmeklerini kendileri yapmadıkları için fırıncılara, giysilerini diktirmek
için terzilere ihtiyaç duyar hale gelirler. Buradan da Durkheim’in işlevselci görüşlerine
gelmek mümkündür. İş bölümü ve organik dayanışmanın hep toplumun
ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olarak ortaya çıktığını savunduğu için onun
görüşlerinin işlevselci olduğu söylenir.
Durkheim, toplumda normal ve hastalıklı/ patolojik ayrımı yapar. Toplum ortalaması
nda görülen olaylar normal iken, sapanlar patolojiktir. Anomi, yani toplumda
kuralların çözülmesi hâli, normalden sapma ve negatif bir durumdur ve sosyal
reformlar yaparak ortadan kaldırılmalıdır. Toplum giderek bireycileşmektedir. Birey
ve devlet arasında büyük bir boşluk ve bu boşlukları dolduracak sosyal organizasyonlara
ihtiyaç vardır. Sosyoloji, neyin normal neyin hastalıklı olduğunu belirleyen,
kurumların ortaya çıkışını ve işlevlerini inceleyen bilimdir. Durkheim’in
yöntem ilkeleri diğer sosyal bilimler üzerinde de, başta siyaset bilimi olmak üzere
oldukça etkili olmuştur. Ancak, onun sosyal olguları doğa bilimleri gibi inceleyen
pozitivist görüşü Comte’u aşamasa da, sosyoloji yönteminin kurallarını ortaya koymuş
olması Durkheim’ın özgün yanıdır.
Öte yandan Durkheim’in çok eleştirilen “ortak bilinç” (collective consciousness)
Şkrinin de özgün olmadığı ve öncü Şlozoşardan İbni Haldun’a ve onun “asabiye”
kavramına kadar uzandığı belirtilmelidir. Durkheim, toplumda “biz” duygusunun
ortak bilinç ile inşa edildiğini savunurken aynı zamanda metaŞzik bir kavrama
ya da hiç istemediği psikolojik açıklamalara girmiştir. Durkheim’e göre ortak
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 37
Durkheim, “İntihar” isimli
eserinde intiharın bireysel
bir olay olmadığını, aksine
toplumsal bir olay olduğunu
intihar istatistiklerini
kullanarak göstermeye
çalışmıştır.
bilinç, “Bir toplumun bireylerinin taşıdığı ortak inanç ve duygular bütünüdür.” Ancak
bu, bireysel bilinçlerin basit bir toplamı veya sonucu ortaya çıkmaz. Uzun tarihsel
ortak yaşam sonucunda oraya çıkan inançlar, değerler bizi diğer gruplardan
ayıracak bir bilince ulaşınca ortaya toplum çıkar. Bu insanlar tarafından oluşturulan
gerçeklik daha sonra bize baskı yapar ve kurallarına uymaya zorlar. Örneğin;
dil, yazı ve para gibi. Dil bilmeden anlaşamaz, para vermeden malı alamazsınız. Bu
artık bizim dışımızda, bize baskı yapan gerçekliktir ve nesnel olarak incelenebilir.
Olaylar, aralarında neden-sonuç ilişkileri kurularak açıklanabilir. Ayrıca, onların işlevsel
olup olmadıkları da gösterilebilir.
Ayrıca pozitivizmin kurucusu A. Comte’un tarihsel çalışmalarda bulunmasına
rağmen, Durkheim tarihe fazlaca önem vermez gibi görünür. Ancak, toplumların
en basit (horde) hâlden, klan ve yerleşik hâle geçişini inceleyen çalışmalarında tarihsel
yönler bulunur. Bununla birlikte bunları antropologlar gibi, bugün hâlen bu
şekilde ve henüz değişmeden yaşayan ilkel kabileler üzerinden araştırdığı için tarihsel
çalışma olarak görmemiş olabilir.
Öte yandan Durkheim’in Marx’a karşı bir düşünür olarak, ekonomik determinizmi
reddettiğini ve daha çok ahlakçı bir düşünür olduğunu belirtmek gerekir. O
hiçbir zaman kapitalizmi eleştirmemiş, modern toplumda mevcut koşullarda düzeni
değiştirmeden reformlar yaparak iyileştirme önerilerinde bulunmuştur. Bu yönden
devrimci değil, statükocu bir geleneği temsil eder. Ayrıca, tüm olay ve olguları
n aynı zamanda işlevselliğini de gösteren Durkheim’in neden intiharın işlevi üzerinde
durmadığı da ayrı bir sorudur ve eleştirilere açıktır.
Sonuç olarak “fert yok, cemiyet var” ya da “önce toplum, sonra birey” görüşünün
sahibi Emile Durkheim, ıslahatçı /reformcu, determinist, işlevselci, indirgemeci
bir sosyolojinin kurucusudur. Daha sonra özellikle ABD’de etkili olmuştur. Ünlü
Amerikalı sosyolog T. Parsons, “Sosyal Sistem Kuramı”nı geliştirerek, yapısal işlevselciliğ
i ABD’de hakim paradigma haline getirmiştir.
Max Weber
Max Weber, Alman bir iktisatçı düşünürdür. O da Durkheim gibi Marx’a karşı bir
konumda saf tutmuştur. Onun Almanya’da Bismark döneminde güçlü bir ulusal
devlet kurulana kadar toplumda yaşanan çalkantılar üzerinde yaptığı gözlemler ve
tarihsel çalışmalar, kültüre önem vermesine yol açmıştır. Toplumdaki çatışmayı reddetmemiş
ancak çatışmayı ekonomi yerine din gibi kültürel farklılıklara bağlamıştır.
Aslında Weber’in bürokrasi ve otorite arasında kurduğu bağlantı önemlidir.
Onun güç (power) ve otorite (authority) arasında ayrım yaptığı bilinmektedir. Weber’e
göre güç, “direnmelere rağmen birinin diğerlerine dediklerini yaptırabilmesidir
ve bunun kaynağı önemli değildir.” Buradan hareketle, meşru olan güce de
otorite denilir. Çünkü, itaat edenlerin, kendilerinden istekte bulunanın taleplerini
meşru olarak görmeleri gerekir. Aksi takdirde bu kaba güç (force) ve şiddet/ zorbalı
k olur. Örneğin, bir yönetimde amir, memurlarından bazı taleplerde bulunur
ve memurlar onun bu istemlerde bulunmasını meşru görerek ona itaat ederler.
Weber’e göre üç tip otorite arasında ayrım yapmak gerekir:
• Yasal/ussal otorite: Bu tip otorite, kaynağını yasalardan alır.
• Geleneksel otorite: Toplumdaki gelenek ve göreneklere dayanır. Büyüklerin,
erkeklerin, yaşlıların dedikleri yapılır.
• Karizmatik otorite: Olağanüstü koşullarda bazen kişilere bazı üstün özellikler
atfedilir. Kişinin gerçekte bu özellikleri taşıyıp taşımaması önemli de-
ğildir. Genelde başlangıçtaki karizmatik otorite, giderek geleneksel veya ussal
otoriteye dönüşebilir.
38 Davranış Bilimleri-I
Durkheim pozitivist
olmaktan çok işlevselci bir
sosyolog olarak tanınır.
Onun antropoloji üzerinde de
etkilerinden söz edilebilir.
İlkel toplumlarda din ve
büyünün işlevini açıklayan
çalışmaları bu bağlamda
değerlendirilebilir.
Max Weber (1864-
1920)
Weber üç tip otoriteye karşı iki tip bürokrasi sınışar:
• Yasal bürokrasi: Bu tür bürokrasi en ussal yönetim biçimidir.
• Geleneksel bürokrasi: Geleneksel aile ve hemşerilik dayanışması içinde
yönetim anlayışıdır.
Weber’e göre, bunların gerçeklik düzleminde bire bir karşılıklarının bulunması
gerekmez. Bunlar “ideal tipler”dir. Burada ideal tip demek, olması gereken anlamı
nda kullanılmaz. Daha çok zihinsel olarak oluşturulduğunu, Şkir olarak bulundukları
nı söyler. Sosyolojinin yapacağı en önemli iş, tarihin zengin hazinesine başvurarak
ideal tip kavramlaştırmalarına gitmektir. Daha sonra ikinci adımda yapılacak
işlem ise, gerçekte gözlenen ile zihinsel olarak kurgulanan arasında ne kadar
fark bulunduğunu ortaya koymaktır.
Weber ayrıca Eylem Kuramcısı olarak anılmasına yol açan üç tip eylem sınışaması
da yapmıştır:
• Amaca yönelik ussal eylem,
• Değere yönelik ussal eylem,
• Duygusal eylem.
Amaca ve değere yönelik ussal eylemin her ikisinin de rasyonalitesi vardır. Ancak
ilkinde hukuk kuralları ve yasalar gereği eylemde bulunulurken, diğerinde de-
ğerler rol oynar. Örneğin, Hint kültüründe kadınlar ölen kocaları ile birlikte yakı-
lırlar veya kaptanlar batan gemilerini en son terk ederler. Başka bir örnek de aristokratları
n düelloda onurları yüzünden ölmeyi göze almasıdır.
Weber’in metodoloji konusundaki görüşlerini “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan
Etiği” (1958) adlı ünlü eserinde bulmak mümkündür. O tarihte çağlar boyunca
yaptığı incelemeler sonucunda Avrupa’nın bazı yerlerinde kapitalizme geçildiği
hâlde dünyanın diğer yerlerinde bunun neden gerçekleşemediğini sorgular. Bu
dünyada çok çalışıp hiç tüketmeden biriktirmek ve dünya zevklerinden vazgeçmek
olarak çileci yaşam biçiminin (asketizm) Protestanlık’ta yaygın olduğu ve dolayı
sıyla kapitalizmin bu ülkelerde ortaya çıktığı sonucuna varır. Ona göre Katolikler
geleneksel muhafazakârlığı temsil ederken, Protestanlar değişmeyi seçmişlerdir.
Katolikler kilise sayesinde kendilerini güven içinde hisseder ve cennete gitmeyi
garantilerken, Protestanlar bu inancı paylaşmayarak tanrının isteğinin çalışmak
ve daha çok kazanmak olduğuna inanırlar. Bu amaçla harcamayarak, kapital birikiminin
doğmasına da yol açarlar. Bu açıklama birkaç yönden değerlendirilebilir.
İlki kapitalizm ile Protestan ahlakı arasında nedensel ilişki kurulmaya çalışılmaktadı
r. İkincisi ekonomik bir sonuç, kültürel ya da dinsel bir nedene bağlanmaktadır.
Oysa Weber’in bizzat kendisi açıklamaların yeterli olması koşulunu arar. Bunların
ilki olgusal olarak, ikincisi mantıken tatmin edici olmasıdır. Weber insanların neden
çok çalışıp harcamadan biriktirdikleri konusunda tatmin edici bir açıklama getirememiş
ve sadece Protestanlığa bağlamıştır.
Weber, çağdaşları arasında ampirizm ile realizm arasındaki uçurumda köprü olmaya
çalışmış bir düşünürdür. Ona göre sosyal olayları sadece anlamak yetmez;
aynı zamanda açıklamak gerekir. Örneğin, uzaktan asilzadelerden birinin av sırası
nda vurulduğu anlaşılabilir. Aynı şekilde alınan bir ilacın baş ağrısına iyi geldiği
anlaşılabilir. Ancak sadece anlama yeterli değildir. Asilzadenin kazara mı yoksa kası
tlı olarak mı vurulduğunun açıklanması gerekir. Aynı şekilde ilacın neden baş ağ-
rısını giderdiğini de açıklamak gerekir. Anlamanın açıklama ile desteklenmesi konusunda
ilk örneğe dönülecek olursa, kişinin aşığına yaklaştığı için diğerini vura-
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 39
Weber, yasal, geleneksel ve
karizmatik olmak üzere üç
otorite tipi tanımlarken,
yasal ve geleneksel
bürokrasi ayrımını yapmıştır.
Weber, üç eylem tipi sınışar:
amaca ve değere yönelik
ussal eylem, duygusal
eylem.
rak kasıtlı bir eylemde bulunması ve olaya kaza süsü vermesi bir seçenektir. Olayı
n gerçekten kaza olması da olasıdır. Bu durumda açıklamanın tatmin edici olması
için “değere yönelik ussal eylem” kavramına başvurur ve o dönemde onur için
insanların birbirini öldürebileceği nedenini tatmin edici bulur.
Aslında Weber’in söylemek istediği olasılıkların göz önünde bulundurulmasıdır.
Nitekim tarihsel olarak geriye baktığında, eğer Maraton Savaşı’nı Yunanlılar yerine
Persler kazansaydı, dünyanın gelişimi nasıl olurdu diyerek sorgular. Bu takdirde
Helen Uygarlığı dünyaya egemen olamazdı sonucuna varır. Bu durum onun görüşlerindeki
“olasılıklı yasalar” yönünün ağırlığını ortaya koyar. Ancak bir yandan Protestan
etiği ile kapitalizm arasında katı nedensellik ilişkisi kurarken, öte yanda olası
lıklar üzerine dikkat çekmeye çalışması çelişkili olarak algılanmasına yol açar. Weber’in
en temel katkısının Bürokrasi Kuramı olduğu açıktır. Ancak neden üç tip otorite
tanımlarken iki tip bürokrasi sınışadığı konusunda da eleştiriler alır. Ayrıca
Marx’ın ekonomik temelli indirgemeci açıklamasının benzerini yapması ve tek nedenli
(din) açıklama olarak Protestan etiğini kapitalizmin nedeni olarak ileri sürmesi
çok eleştirilir. Weber’in Türkiye’de son yıllara kadar fazla önemsenmemesi, Durkheim
sosyolojisinin egemenliğine bağlanabilir. Ancak yorumlayıcı ve hermeneutik
çalışmalar yapan sosyologlar onu tekrar keşfetmektedirler, denilebilir.
SOSYOLOJİDE KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
Genel olarak sosyal bilimlerde özel olarak sosyolojide tek hakim bir paradigma
(model veya kavramlar ana demeti) yoktur. Sosyolojide başlangıçtan bu yana birbiriyle
yarışan görüş ve modeller söz konusu olmuştur. Diğer bir ifade ile sosyolojide
insan ve toplumu nasıl gördüklerine, daha doğrusu onlar hakkındaki kabullerine
göre farklılaşan çeşitli yaklaşımlar vardır. Bunlar genelde “Metodolojik Yaklaşı
mlar” (Pozitivist, Anti-pozitivist / Yorumlayıcı ve Eleştirel gibi) ve “Kuramsal Yaklaşı
mlar” olarak iki genel grupta toplanabilirler. Sosyolojideki kuramsal yaklaşımları
n, modernist çerçevede “Sembolik Etkileşimcilik” gibi daha mikro yaklaşımlardan,
“İşlevselcilik” ve “Çatışmacılık” gibi daha makro yapısal yaklaşımlara doğru
genişlediği ve hatta son yıllarda sosyolojiye meydan okuyan feminist ve post-modernist
yaklaşımlarla da zenginleştiği söylenebilir. Burada önemli olan sosyolojik
araştırmalarda birbirinden oldukça farklı çok sayıda kuramsal ve metodolojik yaklaşı
mın kullanıldığının bilinmesidir. Araştırmacıların mikro öznelden, makro nesnel
boyutlara kadar uzanan geniş bir alanda araştırma yapması meşru olduğu gibi,
aynı araştırmanın değişik aşamalarında da bunların bazılarından yararlanmaları
mümkündür. Önemli olan kuram ve uygulama bütünlüğüne sahip bir araştırma
planlamak ve yürütebilmektir. Ayrıca bu kuramsal yaklaşımların insan ve topluma
ilişkin olarak daha baştan sayıltı olarak kabul ettikleri epistemolojik ve ontolojik
özelliklere bağlı olarak bazılarının nitel, bazılarının ise nicel araştırma tekniklerinin
kullanılmasına uygun olduğu veya bunları gerektirdikleri bilinmelidir. Bu nedenle
bu bölümde belli başlı sosyolojik yaklaşımlar karşılaştırmalı olarak incelenmiştir.
Aşağıdaki tablo sosyolojideki temel kuramsal yaklaşımları genel analiz düzeyi,
analiz odağı ve anahtar kavramlar temelinde karşılaştırmalı olarak göstermektedir.
40 Davranış Bilimleri-I
M. Weber, anlama kadar
açıklama üzerinde durması,
insan eylemlerini
sınışaması ve en önemlisi
de bürokrasi konusunda bir
kuram geliştirmiş olması
yüzünden bugün de önemini
korumaktadır.
Sosyolojideki temel kuramsal
yaklaşımlar sembolik
etkileşimcilik. işlevselcilik,
çatışmacılık, feminist ve
post-modernist
yaklaşımlardır.
Sembolik Etkileşimci Yaklaşım
Modernist çerçevede mikro öznel düzeyde sosyolojik çalışmalarda pek çok kuramdan
söz edilse de bunların genel bir şemsiye altında toplanması mümkündür. İşte
Sembolik Etkileşimcilik böylesine genel bir kapsayıcılığa sahiptir.
Bu yaklaşımın 18 yy. İngiliz ahlak felsefecilerine kadar izlerinin sürülebildiği ve
William James (1842-1910) ve John Duvey (1859-1952) gibi 20. yüzyıl eğitimci ve
psikologları tarafından geliştirildiği belirtilmelidir. Bu yaklaşımı sosyolojiye taşıyan
en önemli savunucuların başında George Herbert Mead (1863-1931) ve onun öğ-
rencisi Herbert Blumer gelmektedir. Ayrıca Charles Horton Cooley (1864-1929) ve
William Thomas (1863-1947) da bulunmaktadır.
Sembolik Etkileşimin Pragmatizme dayanan üç temel ilkesi şunlardır:
• İnsanlar kendileri tarafından anlam/önem atfedilen (yüklenilen) davranışlarda
bulunurlar.
• İnsanların davranışları toplumdaki diğer insanlarla giriştikleri sosyal etkileşimden
kaynaklanır.
• İnsanlar karşılaştıkları durumları yorumlarlar ve ulaştıkları sonuca bağlı olarak
da davranışlarını değiştirirler.
Herbert Mead’in izleyicisi olarak Blumer (1962)’in temel iddiası, insanların öncelikle
karşılarındakinin davranışını yorumladıkları ve daha sonra eyleme karar
verdikleri yönündedir. Mead’e göre, insanlar araya yorum süreci girmeden doğrudan
eyleme geçmezler. Bu yorumlama ve anlamlandırma sürecinde ise, kuşkusuz
semboller ve işaretler önem kazanır. Bu yüzden bu yaklaşıma Sembolik Etkileşimcilik
denilmiştir. Bu görüşün, klasik Davranış/ Behaviorizm Kuramındaki “uyarantepki”
ilişkisini ret ederek araya yorumlama sürecini koyması önemlidir. Çünkü,
insanlar her uyarana basitçe tepki veren robotlar değildir. Örneğin, bir genç kadın
kendisine gelen her tekliŞ sonuçları itibariyle yorumlamadan evet demez. TekliŞn
masum bir yardım amaçlı mı yoksa daha ileri bir ilişki için bir ilk adım mı olduğunu
anlamlandırmaya çalışır ve olasılıkları gözden geçirdikten sonra evet veya ha-
Yaklaşımlar
Genel analiz
düzeyi
Analiz odağı
Anahtar
kavramlar
Sembolik Etkileşimcilik
/Symbolic Interactionism
Sosyal etkileşimin
mikro-sosyolojik
incelemeleri
Yüz yüze etkileşim ve
insanların toplum
yaşamı oluşturmak
için sembolleri nasıl
kullandıkları
Semboller
Etkileşim
Anlamlar
Tanımlar
Fonksiyonel/ İşlevselci Analiz
(Yapısal İşlevselcilik /Uyma/
Consensus da denilmektedir)
Toplumun
makro-sosyolojik
incelemesi
Toplumu oluşturan
parçaların
birbirleriyle olan
olumlu (işlevsel) ve
olumsuz (işlevsel
olmayan ilişkileri)
Yapı
İşlevler
(gizil veya açık)
İşlevsel olmayan
Denge/tarafsızlık
Çatışmacılık /Conşict
Perspective (Çatışmacı
yapısalcılık da denilmektedir)
Toplumun
makro-sosyolojik
incelemesi
Toplumda kıt olan
kaynaklar için
mücadele ve güçlü
egemenlerin
güçsüzleri nasıl
kontrol ettikleri
Eşitsizlik
Güç/iktidar
Çatışma
Rekabet
Sömürü/istismar
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 41
Tablo 2.1
Sosyolojideki Temel
Kuramsal
Yaklaşımlar
Kaynak: Henslin,
2001: 24.
Psikolojik gelenek
çerçevesinde gelişen bir
sosyoloji ekolü olarak da
adlandırılan bu kuramsal
yaklaşımın tarihsel analizi
onun epistemolojik olarak
Amerika’da yaygın kabul
gören pragmatizm içinde
geliştiğini göstermektedir.
yır der. İşte Sembolik Etkileşimcilik bu anlamlandırma ve yorumlama sürecinin nası
l inşa edildiğini, insanların kendilerini ve karşılarındakini nasıl konumlandırdıkları
nı inceler. Onlar, ontolojik olarak sosyal yaşamın dinamik olduğunu ve diyalektik
olarak karşılıklı ilişki içinde bir bütün olarak sürekli değiştiğini kabul ederler.
Bu gelenek içinde yer alan sosyologlar çok sayıda farklı konularda ve değişik
araştırma teknikleri kullanarak çalışmaktadırlar. Ancak, çoğunluğun sosyal etkileşimi
daha iyi çalışabilmek için katılarak gözlem gibi nitel teknikleri kullandıkları
söylenebilir. Özellikle son yıllarda çalışılan konular arasında duygusal emek (Arlie
Hochschild), sosyal hareketler ve kendine ayna tutma, izlenim yaratma ve yönetme,
ortam tanımlama gibi konular gelmektedir. Ayrıca klasik yapısalcılığın “dil kuralları”
na (language) vurgu yapan semiotik/ göstergebilimsel incelemeleri yerine,
daha dinamik ve etkileşimsel olan “konuşma” (parole) üzerine vurgu yapan semiotik
çalışmalar yapıldığı söylenebilir.
Sembolik etkileşimcilik insanı sosyal bir fenomen olarak anlamak için öznelci
yaklaşımı tercih eder. Bu yaklaşıma göre, insanların sosyal davranış ve inançlarını
belirleyen yaşamın sosyal koşulları fazla nesnel değildir. Onlar aslında insanların
bu koşullar hakkındaki öznel algılamaları ve yorumlamalarıdır. Örnek olarak aynı
koşullarda olan iki insanı ile alalım. Koşullardaki herhangi bir değişmenin her ikisinde
de farklı tepkilere yol açacağı düşünülmelidir. Söz gelimi ölümcül bir hastalı
k birinde intihara diğerinde yaşama daha fazla sarılmaya yol açabilir. Sosyal etkileşimciler
yaşamdaki bazı nesnel bileşenleri kullanabilirler. Ancak, onlara göre bu
nesnel tavır yeterli değildir. Kişilerin olaylara yüklediği, etrafında ördüğü öznel anlamı
n da bilinmesi gerekir.
Sembolik etkileşimci yaklaşım ile kadın, erkek, çocuk, yaşlı, hasta, çalışan, işsiz,
işçi veya işveren her türden sosyal statünün toplumdaki konumuna ilişkin çalı
şma yapabileceği unutulmamalıdır. Her şeyden önce değişen sembollerle ilgili
olarak ortaya çıkan yeni yaşam biçimleri, tek eşli, eşcinsel veya lezbiyen çiftler veya
yaşlılar hakkında çok zengin bir literatür bulunduğu belirtilmelidir. Özellikle
son yıllarda evsizler üzerine araştırmalar yaygınlaşmıştır. Evsizlerin iletişim tarzları
yla özellikle de sözel/ konuşma ve sözel olmayan jestler (gestures) ve sessiz kalmaya
(silence) yönelik araştırmalarla ilgilenirler.
Sembolik etkileşimciler, araştırmacının kendini, incelediği kişi veya grubun yerine
koyarak, onların açısından olaylara bakmasını önemser. Buna “içe bakışlı anlama”
denilir ve bu yönden hem psikolojik hem de halk bilim ve sosyal antropolojik
olarak da “emik” yaklaşımı da çağrıştırır. Ayrıca nitel veri analizlerini, nicel ve
ileri istatistik tekniklerle çözümlemelere tercih ederler.
İşlevselci / Fonksiyonalist Yaklaşım
Genel olarak sosyolojide modernist çerçevede en yaygın olarak kullanılan makro
yaklaşım “Yapısal İşlevselcilik” olarak da anılan yaklaşımdır. Bu yaklaşım toplumu
birbiri ile ilişkili parçaların görev yaptığı bir sistem olarak görür. Örneğin, Amerikalı
ünlü sosyolog T. Parsons toplumun “koruyucu”, “bütünleştirici”, “yönlendirici”
ve “uygulayıcı” alt sistemlerden oluştuğunu savunur. Aile kurum olarak koruyucu
bir alt sistem iken, din toplumun bütünlüğünü sağlayan, siyasal kurumlar
yönlendiren, ekonomik kurumlar da uygulayıcı konumundadır.
İşlevselciğin tarihsel olarak kökeni, sosyolojinin kurucularından Auguste Comte
ve onun pozitivist felsefesine kadar uzanır. İlk olarak Fransız devrimi sonrası dağılma
konumuna gelen toplumda birlik sağlamak amacıyla A.Comte ve daha sonra sanayileşmenin
yarattığı “kuralsızlık /anomi” ve ahlaki bunalımların çözümü için “or-
42 Davranış Bilimleri-I
T. Parsons (1902-
1979)
ganik dayanışmayı” arttırmak denge ve istikrarı yeniden tesis etmek üzere E. Durkheim
tarafından geliştirilen görüşlere dayanır. Durkehim’ e göre, toplumu oluşturan
parçalar işlevlerini gördüklerinde toplum normal konumdadır. Buna karşılık organlar
görevlerini yapamaz durumda iseler bu “anormal” veya “hastalıklı /patolojik”
durumdur. İşlevselcilik açısından hem bir organizma olarak yapıya hem de onu
oluşturan parçaların işleyişine bakmak gereklidir. A. Comte ve H. Spencer de toplumu
bir tür yaşayan organizma gibi görürler. Bir organizma gibi toplumun da sağ-
lıklı olması, onu oluşturan organların uyum ve ahenk içinde olmasına bağlıdır.
İşlevselci Yaklaşım epistemolojik olarak bilginin kaynağını deneyde gören ampirizmden
ve sosyal dünyanın da Şzik dünya gibi dıştan göründüğü gibi doğrudan
inceleneceğini savunan pozitivizmden temel alır. Ancak tüm işlevselcilerin böyle
olmadığı ve daha sonraki birçok işlevselcinin (T. Parsons ve N. Luhmann) anti-pozitivist
oldukları bilinmelidir. Aslında işlevselciliğin değişme yerine mevcut durumun
savunuculuğunu yapan muhafazakâr bir ideolojiyi temsil ettiği yönünde görüşler
de yok değildir. Çatışmacı yaklaşımın sosyal problemler ve eşitsizlikler üzerinde
durmasının tam aksine İşlevselciler toplumda istikrar, ahenk ve bütünlüğü
esas olarak gördüklerinden bu tür eleştirilerle karşılaşmaları olağandır.
Klasik işlevselciliğin biyolojik analoji yaparak bir sosyal evrim kuramına sahip
olduğunu da belirtmek gerekir. Çünkü, A. Comte ve onun ünlü “Üç Hâl Yasası”
dâhil, bazı sosyologlar topluma ve sosyal bilimlere en uygun model olacak bilimin
biyoloji olduğunu düşünmüşlerdir. Sistem içinde yapı ve işlevleri anlatırken biyolojik
benzetmeler kolaylık sağlamıştır. Örneğin, toplum bir insan bedenine, onun
parçaları olan organlar/uzuvlar da kurumlara benzetilmiştir. Bedenin parçalarının
işlevlerine benzeyen şekilde toplumsal kurumların uyum mekanizmaları ve işlevleri
incelenmiştir. Aslında “Organizmacı” olarak adlandırılan bu modelin temeli,
toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak organlar ve onların işleyişidir.
Toplumu doğal bilimler modelini örnek alarak çözümlemeye çalışan bu indirgemeci
ve ampirik temelli yaklaşım, diğer varlıklar gibi toplumu da birbiri ile karşı
lıklı ilişkilerden oluşan bir sistem olarak görür (sosyal yapı) ve bu parçaların her
biri organizmanın yaşamını sürdürmesinde sonuçlara (işlevlere) sahiptir. Bu sonuçları
n bazıları sistemin yaşamını sürdürmesine katkıda bulunurken, yani fonksiyonel
olurken bazıları da bunu azaltabilir ve disfonksiyonel olabilir.
İşlevselci Yaklaşımın önemli isimlerinden biri de R. Merton’dur. O, organik
benzetmeler üzerinde fazla durmaz ve onun yerine işlevler ve çeşitleri üzerinde
çalışır. Merton, işlevselliği toplumun dengede kalmasına hizmet etme koşuluna
bağlar. Sistemin dengede bulunmasına hizmet etmeyen işlevler de bulunduğunu
belirleyen Merton, bunlara “işlevsel olmayan” (dysfunctions) sonuçlar adını verir.
Öte yandan gizil/latent ve açık/manifest işlevler arasında da ayrım yapar. Örneğin,
ABD’de azalan doğumların artması için ailelere para desteğinde bulunulmuştur.
Burada paranın açık işlevi çocuk sayısının artmasına katkıda bulunmaktır. Ancak,
doğum sayısının patlaması bebek bezi, bebek yatağı gibi birçok sanayinin de iş kapasitesini
arttırmış; bu baştan niyetlenilmemiş gizil bir işlev olarak bazı sektörlerin
gelişimine katkı yapmıştır. Buna karşılık niyetlenilmeyen olumsuz gizli işlevlerden
de söz edilebilir. Örneğin hükümet zamanında teşvikleri sona erdirmediği için, ileriki
yıllarda ailelerin genişlediği, artan çocuk sayısının yoksulluğa ve işsizliğe yol
açtığı, para desteğinin aynı zamanda uzun dönem için gizil ve fakat negatif bir işlevi
olduğu anlaşılmıştır. Başka bir örnek de haşhaş üretimine getirilen kısıtlamalar
hakkında verilebilir. Haşhaş üretilmemesi bir yerde ekonomik işsizliğe yol açar-
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 43
Sembolik Etkileşimci
yaklaşımın birey üzerinde
odaklaşmasının aksine
İşlevselcilikteki vurgu daha
çok yapı ve onun işleyişi
üzerindedir. Yapıyı oluşturan
elemanlar olarak normlar,
adetler, gelenekler ve
kurumlar analiz edilir.
R. K. Merton (1910-
2003)
ken başka bir bölgede sağlığın korunmasına hizmet edebilir. Kısaca pozitif ve negatif
işlevlerin herkes için aynı olmadığı söylenmek istenir. Oysa Çatışmacı Yaklaşı
m için ölçüt, bu kararın kimlerin çıkarına hizmet ettiği tarafından belirlenir. Örneğ
in, aile planlamasının nüfusun denetlenmesine mi yoksa sağlığa mı hizmet ettiğ
i böyle bir sorudur.
İşlevselcilere göre insanlar sosyal denilen ortak yaşamı olanaklı kılan zekâya
sahip olan amaç yönelimli varlıklardır. Ayrıca bu görüş, insanların bazı ortak inanç
ve değerleri de paylaştığını kabul eder. Örgütlü toplumsal yaşamı olanaklı kılan
birlik ve dayanışma duygusunun kaynağı da budur. İşlevselcilikte insanlardan ba-
ğımsız, bir sistem olarak toplumun, uzun süreli devamlılığı esastır. Bu yüzden iyi
inşa edilmiş evlilik ve aile gibi her toplumda bulunan sosyal kurumlar önemsenir.
Çünkü, insanlar yaşasınlar veya ölsünler toplumların devamlılığını bu kurumlar
sağlayacaktır.
Çatışmacı Yaklaşım
Sosyal bilimlerde çatışmacı yaklaşım ve kuramlar, toplumdaki gruplar ve sınışar
arasındaki sosyal, siyasi ve maddi eşitsizlikler üzerine vurgu yaparak mevcut sosyo-
politik sistemi eleştirirler. Çatışmacılar, özellikle sınışar arasındaki güç mücadelesi
ve birbirine tarihsel olarak karşıt olan hâkim ideolojiler üzerinde dururlar. Bu
çalışmaları güncel “barış ve çatışma çözümleme” (peace and conşic resolution)
analizleriyle karıştırmamak gerekir. İşlevselcilerin toplumu ahenk içinde bir bütün
olarak görmelerinin aksine çatışmacılar, toplumun birbiriyle kıt kaynaklar için çatı
şan gruplardan oluştuğunu kabul ederler. Dıştan bakıldığında birlik ve beraberlik
içinde görülen ilişkilerin ardında bir güç mücadelesi olduğunu savunurlar. Çatı
şmacı Yaklaşım da modernist kuramlara ve daha çok makro düzeyde yapısal analizlere
dayanır.
Örneğin, bunlardan biri olarak Ralf Dahrendorf çatışmanın “otorite” içeren her
ilişkide söz konusu olabileceğini savunur. Meşru olan güç (power) olarak tanımlanan
otorite (Weber,1964) toplumun her kesiminde, ister küçük bir grup ister bir
organizasyon ya da geniş toplum olsun her düzeyde bulunur. Otorite konumunda
bulunanların diğerlerinde kendisine uymayı beklemesine karşılık diğerleri buna
direnirler. Sonuç olarak toplumda her iki taraf arasında otorite adına sürekli çatışma
yaşanır. Örneğin bir iş yerinde farklı birimler arasında, okulda öğretmenler ve
öğrenciler arasında, hastanede hekim ve hekim-dışı personel arasında, ailede karı-
koca veya ana-baba ve çocuklar arasında sürekli otorite çatışması yaşanabilir.
Aynı şekilde Lewis Coser da Marx’tan farklı olarak, çatışmanın aralarında yakın
ilişki bulunan herkes için söz konusu olduğunu savunur. Çünkü birbirleriyle yakın
ilişki içinde olanlar arasında sorumluluk, güç ve ödüllerin paylaşımı sırasında ortaya
çıkabilecek her türlü değişiklik diğerlerinde hayal kırıklığı yaratabilir. Bu durum
aile içindeki mahrem ilişkilerde de söz konusudur. Eş ve/ veya çocuklar arasında
her an ya ev işlerinin paylaşımında ya da önemli kararların alınmasında anlaşmazlı
k çıkabilir. Coser, ayrıca çatışmanın sosyal sistem açısından bütünleştirici ve
uyum sağlayıcı işlevleri üzerinde durmasıyla da tanınır. Ona göre çatışma yoluyla
grup normlarının yeniden gözden geçirilmesine ve uyarlanmasına olanak sağlanır.
Örneğin, bir iş yerinde çalışanlar arasındaki iş bölümü çatışma yaratıyorsa, taraşar
tutum ve davranışlarını gözden geçirerek yeni sorumluluklar üstlenebilirler.
44 Davranış Bilimleri-I
Çatışmacı sosyologların en
başında K. Marx gelir. O’na
göre insanlık tarihi aynı
zamanda sınıf çatışması
tarihidir. Ancak günümüzde
Marxist olmayan çatışma
kuramcıları da
bulunmaktadır.
R. Dahrendorf
(1929-2009)
Sosyolog G. Lenski (1966)’ye göre, bir toplumda varlığı kabul edilen alt grupları
birbirinden ayıran her özellik, Marx tarafından betimlenen sınıf çatışmalarına
temel oluşturma potansiyeline sahiptir. Örneğin, yaş ve cinsiyet, mülkiyet ve otorite
hatlarını çaprazlamasına keser ve nüfusu toplumsal eşitsizlik olarak değerlendirilen
gruplara böler. Ekonomik konumlarına bakılmaksızın çağdaş toplumda birçok
yerde erkelere göre kadınlar, toplumsal ödüllerden daha düşük pay alırlar.
Gençlere daha fazla önem verilen sosyo-kültürel sistemlerde toplumun yaşlıları,
gençlere göre daha az değerli bulunabilir. Yaş Sınışarı (Age Classes) kavramını ortaya
atan Lenski’ye göre, bu ayrımlar modern toplumda giderek artmakta ve araları
ndaki mücadele giderek sertleşmektedir. Lenski’ye göre eğer toplumdaki mevcut
gruplar düzenlemelerin kendi çıkarlarına hizmet etmediğini düşünmeye başlarlarsa
toplumdaki karışıklık alevlenir.
Yapısal işlevselcilik gibi Çatışmacı Yaklaşımda modern ve makro bir yaklaşım
olarak benzer bazı özelliklere sahiptir. Çünkü, çatışmacı yaklaşıma temel oluşturan
Marksizm de yapısalcı bir kuramdır. Örneğin, aile konusunda önemli çalışmalar
yapan D. Abbott (2010)’a göre, Marksizm, çekirdek ailenin, kapitalist iş yerindeki
gerilimlerden kaynaklanan tansiyonu düşürmede bir subap olarak modern toplum
için daha uygun bir form olduğunu kabul eder. Marksistlerin toplum hakkındaki
görüşleri işlevselcilerden son derece farklıdır. Onlara göre modern toplumu karakterize
eden özellik sadece sanayileşme değil, kapitalizmdir.
Sonuç olarak Çatışmacı Yaklaşım makro düzeyde ve çoğu zaman tarihsel karşı
laştırmalar yaparak incelemelerde bulunur. Problem edindikleri konuların başında
sınıf mücadelesi ve güçlü sınışarın işsizliğe ve evsizliğe nasıl baktığı gelir. Örneğ
in, Amerika’da Afrika kökenlilerin neden daha fazla işsiz olduğunu sorgular,
hükümet politikalarını eleştirirler. Günümüzdeki çatışmacı sosyologlar arasında en
önemlileri R. Collins, R. Dahrendorf, G. Lenski, Eitzen ve Baca Zinn, Eric Olin
Wright’tır. Bu kuramcılar toplumu birbiriyle dayanışma içinde olan grupların oluşturduğ
u bir bütün olarak görmezler. Aksine toplumu birbiriyle çatışan çıkarlara sahip
grupların zor ve güç kullanarak kendi refahlarını arttırmak için mücadele ettikleri
bir arena olarak görürler. Onlara göre, farklı gruplar kendi çıkarlarını arttırmak
için toplumu denetlemeye girişirler. İktidara gelen grup ise artık politik, ekonomik
ve sosyal kararları kendi lehine ve diğer grupların aleyhine alır.
SOSYOLOJİYE ELEŞTİREL BAKAN YAKLAŞIMLAR
Klasik sosyolojik yaklaşımlara temel eleştirilerden biri Feminizmden diğeri ise
Post-modernizmden gelmektedir. Sosyolojinin eleştirilerini bilmenin onun daha iyi
anlaşılmasına hizmet edeceği kuşkusuzdur. Bu amaçla bu alt bölümde her iki yaklaşı
ma da yer verilmiştir.
Feminizm
Farklılıklarına rağmen, genel hatlarıyla Feminist kuramlar ortak bazı özelliklere
de sahiptirler:
• Feminizm genel anlamda sosyolojiye eleştirel bakar. Sosyolojinin toplumsal
yaşam hakkında yanlı/tarafgil görüşlere sahip olduğunu savunur. Klasik
anadamar sosyolojinin aslında erkek egemen görüşlere sahip olduğunu iddia
eder. Burada esas sorgulanmak istenen sosyolojinin değerlerden arınmış
bir bilim olup olmadığıdır. Ancak günümüzde artık nesnellik konusundaki
kesin ısrarlardan vazgeçildiği belirtilmelidir. Çünkü sosyolojide araştırmaya
başlarken problemin seçimi değerlerle ilgilidir. Kurucu sosyologlardan
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 45
G. Lenski (1924-)
Feminist olarak adlandırılan
pek çok kuram olduğu veya
birbirinden farklı çok sayıda
feminizm bulunduğu
belirtilmelidir.
M.Weber araştırmacının bu öznel başlangıca rağmen nesnel bir araştırma
yürütmesinin olanaklılığını savunmuşsa da artık büyük ölçüde bu tür iddialardan
vazgeçilmiş bulunulmaktadır.
• İkinci olarak Feminizm hem İşlevselcilerin hem de Çatışmacıların görüşlerine
eleştirel bakar. Bu eleştirinin altında tek fakat önemli bir neden yatar ki
o da erkek egemenliği demek olan “ataerkillik”tir.
• Tüm Feminist kuramlar aileyi ataerkil bir kurum olarak görürler, bu konuda
aralarında oldukça önemsiz farklar bulunur.
• Aileyi ataerkil olarak görmek ise oldukça kapsamlıdır. Örneğin, Feministler,
İşlevselcileri ailenin tüm üyelerine sağladığı olanakların ya da çıkarların eşit
olduğunu iddia ettikleri için eleştirirler. Onlara göre bu yaklaşım toplumsal
cinsiyet farklılıklarını görmezden gelmektedir. Oysa tüm ev işleri ve çocukları
n yetişmesinden sorumlu olan kişi kadındır. Kadının temel rolü üreme ve
çocuk yetiştirmedir. Her ne kadar artık birçok ülkede kadın ev dışında çalı
şmaya başlasa da Feministlere göre, bu, kadının iki kez sömürülmesi ve
baskılanmasıdır. Çünkü, kadın meslek sahibi de olsa ev işleri ve çocukların
yetiştirilmesi sorumluluğu hâlen onun üzerindedir.
• Feministler ayrıca İşlevselci Yaklaşımın toplumsal cinsiyet (gender) farkları-
na ilişkin görüşlerinde çelişki ve belirsizlik olduğunu iddia ederler. İşlevselcilerin
toplumsal cinsiyet rollerini doğal ve değişmez olarak görmelerini sorgularlar.
Feministlere göre toplumsal cinsiyet rolleri kültürel olarak öğrenilerek
aktarılır ve bu yüzden değiştirilebilir.
• Feministler, Marksist aile görüşlerini de toplumsal cinsiyete kapalı ya da
görmezden gelen tutumları yüzünden eleştirirler. Marksistler sadece bir sını-
fın diğer sınıf üzerindeki güç mücadelesini sorun edinerek sermaye ve emek
üzerinde odaklanarak toplumsal cinsiyeti ihmal ederler. Feministlere göre
aile sadece kapitalizmin ihtiyacı olan emeği üreterek onu destekleyen birim
olmanın ötesinde ataerkilliği de yeniden üreten birimdir. Diğer bir ifade ile
aile hem kapitalizmin hem de ataerkilliğin emniyet subabıdır. Kapitalist sistemde
kadın hem yedek emek gücünü üretir hem de piyasanın ucuz emek
ihtiyacını karşılar. Bu durum aynı işi yapan kadına erkekten daha az ücret
ödenmesine olanak tanır.
Farklı Feminist Yaklaşımlar
Feminist Yaklaşım içinde en önemlileri Marksist, Radikal, Liberal ve Sosyalist Feminizmdir.
Bunlar hakkında kısaca tanıtıcı bilgiler verilmeye çalışılmıştır.
Marksist Feminizm: Adından da anlaşılacağı üzere bu kuram hem Feminist
hem de Marksist görüşlerin bir karışımıdır. Feministler erkek egemenliğinin kapitalizmin
bir sonucu veya özel mülkiyeti koruyan kapitalizmin yol açtığı bir durum
olarak görseler de bu konu son derece tartışmalıdır. Çünkü, bu durumda özel mülkiyet
ortadan kalktığında ataerkilliğin de kalkması gerekecektir. Oysa başta eski
Sovyetler Birliği, Çin ve Küba olmak üzere kapitalizm yıkıldığı halde ataerkillik
yok olmamış, kadınlara yapılan baskı ve sömürü aynen kapitalist ülkelerde oldu-
ğu gibi devam etmiştir. İslam ülkelerinde de, bazıları kapitalist bazıları değilken,
ataerkillik son derece yaygındır. Bu nedenle bu toplumlardaki ataerkilliği, kapitalizme
mi yoksa kültürel yapıya, yani dine mi bağlamak gerekeceği sorularının yanı
tları oldukça tuzaklı ve tartışmalıdır.
Marksistler tarafından aile yaşamı ve evlilikte kadının sömürüldüğü kabul edilmekle
birlikte, bunun ailenin kadın üzerinde etkisinden çok, aile ile kapitalizm ara-
46 Davranış Bilimleri-I
Ataerkillik, kadın rollerini
doğal ve karma olarak
görerek aile aracılığıyla
kültürel olarak
aktarılmasına yardımcı
olmak demektir.
Feminist Yaklaşımlar olarak
Marksist, Radikal, liberal ve
sosyalist feminizm
sayılabilir.
sındaki ilişkiden kaynaklandığının ileri sürülmesi önemlidir. Marksist feministler,
Marksist kavramları kullanmakla birlikte kadının sömürüsünü aile yaşamının anahtar
özelliği olarak görmektedirler. Öte yandan Marksist feministlere göre ev kadını rolündeki
kadınlar, eşlerinin ücretli işçi olarak rollerini en iyi şekilde yerine getirmek için
duydukları gereksinmeleri de karşılamaya çalışırlar. Ansley’e göre kadınlar, geleneksel
rollerini oynarken, kocalarının meşru kızgınlıklarını, güçsüzlüklerinden kaynaklanan
hayal kırgınlıklarını ve baskıyı sineye çekerler. Hatta birçok kocanın aileleri ve
karısı üzerinde kurduğu diktatörlük, onlara sisteme hiç meydan okumaksızın kızgınlı
klarını ifade etme olanağı sağladığı için aile kapitalizm için vazgeçilmezdir.
Radikal Feminizm: Radikal Feministler ataerkilliği kültürün bir sonucu olarak
görürler. Ataerkil ideoloji, kadını ikincil ve zayıf cins olarak görerek ev işi ve çocuk
yetiştirme rolüne indirger. Ataerkillik farklı toplumsal yapılarda kültürel değerler
ve inançların bir sonucu olarak görülebilir. Kültür toplumsal yapının bir parçası
dır; ancak, Marksistlerden farklı olarak sadece ekonomik ihtiyaçlarla belirlenemez.
Ataerkillik bu nedenle farklı toplumsal yapılarda farklı biçimlerde ortaya çı-
kabilir. Örneğin kapitalist, komünist ve teokratik toplumlarda ataerkillik mümkündür.
Ancak kültür değiştiğinde ataerkillik de değişebilir.
Sonuç olarak çok sayıda feminizm olmasına rağmen radikal feministleri diğer
feminizmlerden ayıran iki temel özellik vardır. Bunlardan ilki, kadınlar tarafından
kadınlar için geliştirilmiş olmasıdır. Bu yüzden mevcut yaklaşımlar ve gündem ile
uzlaşmaya gereksinim duymazlar. Diğer kuramlar örneğin Marksizmin uyarlaması-
nın yerine, yenilikçi olma eğilimindedirler. İkinci temel özellikleri, kadınların baskı
görmesini, hükmetmenin en evrensel ve en temel biçimi olarak görmeleridir.
Toplum kapitalist olmaktan çok ataerkil veya erkek egemen olarak görülür. Ayrı-
ca kadını erkeklerden farklı çıkarlara sahip olarak görürler. Üzerinde Şkir birliğine
varmamış olmakla birlikte, Christina Delphy ve Diana Leonard (1992) gibi bazıları
erkek egemenliğinin sürmesinden aileyi sorumlu tutarlar. Onlar aileyi temel olarak
ekonomik bir sistem olarak görürler. Bu sistemde erkek çoğu kez kazançlı iken
kadın ve çocuklar kaybedenler tarafındadır. Çünkü tüm aile fertleri aile reisi için
çalışırlar. Kadının uğradığı baskı onun yaptığı işten ve bedeninin kullanımından
gelmektedir. Bu yüzden de kadının pasif olarak yetiştirilmesi gibi ideolojik gerekçelerle
değil, kadının aile içinde çalıştırılması uygun olduğu için kadın baskılanmaktadı
r görüşündedirler.
Liberal Feminizm: Liberal Feminizmin iki temel savından biri “erkekle eşitlik”
diğeri ise, “kadının özgürlüğü” dür. Onlar için kamusal alanda çalışmak çok önemlidir.
Çalışma yaşamında eşitlik, aile yaşamında eşitlik ve son olarak sosyal hayatta
eşitlik sağlanmalıdır. Aile içindeki geleneksel iş bölümü kadının çalışmasının en
büyük engelidir. Kapitalizmin gelişmesi ve yeterli istihdam olanağının sağlanması
ile aile dönüşüme uğrayacaktır. Onlar sosyalist ve radikal feministlerin aileyi köklü
biçimde dönüştürme taleplerine eleştirel bakarlar.
Liberal Feminizm aslında bilimsel bir yaklaşımdan çok politik özellikler taşır.
Ataerkil yapının nasıl ortaya çıktığı veya ne olduğuyla ilgilenmek yerine nasıl olması
gerektiğini sorgular. Liberal Feministler yasal değişiklik ailede ve toplumda
kadının konumun iyileşebileceğini savunur. 1970’lerin eşit işe eşit ücret getiren
Eşit Fırsatlar Yasası’nı savunurlar. Ancak bazı iyileşmeler sağlanmış olsa bile temel
eşitsizliklerin hala mevcut olduğunu görmek gerekir. Bu nedenle Marksistler, fırsatlar
ve seçeneklerin artmasının toplumsal yapının esnek ve değişebilir olarak görülmesine
hizmet etmesine rağmen gerçekte daha güçlü olanlar (zenginler ve erkekler)
tarafından bunun bir yol bulunarak engellendiğini görürler.
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 47
Sosyalist Feminizm: Kamusal ve özel alan kavramlarını özellikle vurgulayan
sosyalist Feministler, radikal Feministlerden farklı olarak ataerkillik yerine kapitalizm
vurgusuyla dikkat çekerler. Onlara göre kapitalizm kadını “özel” erkeği de
“kamusal alana” yerleştirmiştir. Kapitalizm, kadını özgürleştiriyor gibi görünürken
aslında bunun tam aksini yaptığı için, kadının özgürleşmesi ve kurtuluşu ancak
sosyalizm ile mümkündür. Ailenin yıkılması ancak sosyalist bir toplumda gerçekleşebilir.
Üretimin toplumsallaşması, ailedeki yeniden üretime gereksinim bırakmayacak
ve ailenin önemi azalacaktır.
Sosyalist Feministlere göre özel alan siyasaldır. Bu söyleme göre, özel bir kurum
olan aile içindeki kişiliklerin, özel ilişkilerin, diğer bir ifade ile mahrem sayı-
labilecek konuların tümü politik boyutlara sahiptir. Özel alan yani aile, kadının
ezilmişliğinin, ikincilliğinin ortamını hazırlayan bir kurumdur. Önerilen ise, aile
ilişkilerinin de siyasal alan içinde görülmesidir. Siyasal alanın, kamusal alan ile sı-
nırlandırılmış olması da böylece tartışılır hâle gelmiş bulunmaktadır.
Feminist kuramın çalışma alanlarını araştırınız.
Post-modernizm
Genel olarak sosyal bilimlerde özel olarak sosyolojide bugün en büyük eleştiri
post-modernizmden gelmektedir. Post-yapısalcılık ile oldukça yakın eleştiriler
getirmeleri ise, her ikisi arasında büyük benzerlikler olmasından kaynaklanır. Ço-
ğu zaman da birbirleri yerine kullanılırlar. Kelime olarak anlamı ise, modernizmin
ve yapısalcılığın sonu demektir.
Post-modern eleştiriler psikoloji ve iktisat dışındaki alanlarda; örneğin, başta
sosyoloji, coğrafya, hukuk, şehir planlama olmak üzere bazı alanlarda daha fazla
etkili olmuştur. Çok sayıda çalışma yapılarak yayınlanması konuya ilginin yüksek
olduğunu göstermektedir. Ona duyulan ilginin temel kaynağı modernizmi reddetmesi,
yetersiz bulması ve kendini modernite dışında kurmaya çalışmasıdır. Modernizmi
“yapısöküme” uğratma (deconstruction) çabası bile moderniteden beklentilerini
bulamayanlara başlı başına ilgi kaynağı olmaktadır. İki dünya savaşından
başka, yoksulluk, işsizlik, şiddet ve zorunlu göç, çevresel kirlilik gibi küresel problemler
tüm bilimsel gelişmelere rağmen giderek artmıştır. Bu yüzden onlara göre
kentleşme, sanayileşme, bürokrasi, liberal demokrasi, hümanizma ve her şeyden
önce insan aklına güven ve rasyonalite değerini yitirmiştir. Rasyonalite ve bilimler
insanları özgürleştirmeye yetmeyen; aksine, baskılayan araçlar olarak eleştirilir. Bu
yüzden post-modernizm, her türden büyük kuram veya üst-anlatı olarak gördüğü,
diğer bir ifade ile, her şeyin cevabını önceden veren Marksizm, liberalizm gibi ideolojileri,
Hristiyanlık, İslamiyet gibi tüm dinleri ve hatta feminizmi bile özcü ve modernist
bularak eleştirir. Bunların tezlerinin büyücülük veya astroloji kadar bile kesinliğ
i yoktur. Aslında post-modernizm bunlara alternatif üst- anlatılar geliştirmek
amacında değildir. O, sadece açıklamalara temel veya öz oluşturacak dayanakların
olamayacağını iddia eder. Onlar açıklamaya niyetlenmeksizin, göreli yorumlar
yapmayı daha uygun bulurlar. Ayrıca bugün ve burada olanı daha fazla önemserler.
Modernin kendinden önceki gelenekselden üstün olduğunu da kabul etmezler.
Akıl dışı, tikel ve modern olmayana, geleneksele, coşkuya, metaŞzik olana, büyü,
mit, efsaneye, modernliğin eleştirdiği ne varsa sahip çıkarak değer verirler. Popüler
kültürü de bu arada önemserler.
Post-modernistler, sosyal bilimler ile doğa bilimleri, sanat ve edebiyat arasında
bilimsel olan ve olmayan arasında bir fark gözetmezler. Onlar her türden katı sı-
48 Davranış Bilimleri-I
S O R U
D İ K K A T
SIRA SİZDE
DÜŞÜNELİM
SIRA SİZDE
S O R U
DÜŞÜNELİM
D İ K K A T
SIRA SİZDE SIRA SİZDE
AMAÇLARIMIZN NAMAÇLARIMIZ
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
İ N T E R N E T İ N T E R N E T
3
Post-modernizm kıta
Avrupası ve özellikle de
Fransa ve Almanya’da
ortaya çıkmıştır. Bu görüşe
Şkir babalığı edenler Alman
Şlozoşarı Nietzsche ve
Heiddeger’dir. Nihilizm ve
Anarşizmden beslenir.
Aslında post-modernizmin
en sert eleştirisi de yine
Almanya’dan gelmiştir.
Jurgen Habermas akla ve
bilime tekrar dönmeyi
şiddetle savunmuştur.
nırlamalar getirilmesine karşıdırlar bu bağlamda akademik disiplinler arasındaki
ayrımı da reddederler. Günümüzde özellikle mimaride, edebiyat ve sanatta, resim,
müzik ve fotoğrafçılık alanında oldukça etkilidirler.
Disiplinler arası çalışmaları değerli bulurlar. Ancak teknik, pratik ve verimli
olandan çok, görünüş ve estetik her zaman ön plandadır. Kışkırtıcı söylemi, akademik
ve ciddi olanlardan daha çok kullanırlar. Her alanı bir metin olarak görür
ve onu bir çerçeveye oturtarak anlamaya çalışırlar. Hiçbir şeyi kabul veya reddetmezler.
Bunun yerine belirsizliği tercih ederler.
Post-modern bir çalışma daha çok amaçlar, seçimler, davranışlar, tutumlar ve
kişilik üzerinde değil, alternatif söylemler ve anlam üzerinde odaklanır. Unutulmuş,
akıl dışı, önemsiz, bastırılmış, sınırdaki, klasik, kutsal, geleneksel, ayrık duran,
boyun eğdirilmiş, reddedilmiş, özsel/özcü olmayan, marjinal ya da çevrede
olan, dışlanmış, yerleşmemiş, susturulmuş, geçici, niteliksiz, ertelenmiş ve parçalanmı
ş olaylar üzerinde durur. Tikel ayrıntıları, küçük olayları önemser.
Toplumsal olayların yalın hâli yerine karmaşıklığını; determinizm/ belirlenme
yerine belirsizliği, birlik yerine çeşitliliği, sentez yerine farklılığı araştırır. Genellemelere
varmak yerine tek ve biricik olayları araştırmayı önerir. Nedensel ilişkiler
aramak yerine metinlerarasılığı (intertextuality)savunur. Tekrar eden rutin olaylar
yerine, bir daha tekrarlanmayan olaylara bakmayı önemser. Sosyoloji için genel
geçer bilimsel gerçekler yerine daha gelip geçici şeylerle uğraşmak gibi daha mütevazi
bir misyon önerir. Nesnellik peşinde koşmak yerine duyguların arkasından
gitmeyi önerir. Sonuç olarak görececilik/ rölativizm, nesnellikten üstün tutulur ve
parçalara ayırma tercih edilir. Bütünleştirme önemsenmez. Sosyolojiyi bir doğa bilimi
gibi gören tüm görüşlere karşı çıkarak bunu tekno-bilimsel kültür olarak eleştirirler.
Alternatif bir bakış açısı hiçbir zaman aramaksızın sadece eleştirmeyi misyon
edinirler.
Post-modern görüş sahipleri de araştırmalar yaparlar. Post-modernist bir araştı
rmanın genelde paylaşılan özellikleri olarak bazı saptamalarda bulunmak mümkündür
(Neuman,1995):
• Tüm ideolojilerin, örgütlü inanç sistemlerini, tüm toplumsal kuramlar da dâhil
olmak üzere hepsini reddederek işe başlamak,
• Kişisel deneyimlere, duygulara ve imgelemlere, sezgilere çok güvenmek,
• Anlamsızlık ve kötümserlik duygusu taşıyarak, dünyanın hiç ilerlemeyeceğine
ve düzelmeyeceğine kuvvetle inanmak,
• Aşırı öznellik, dış dünya ile akıl arasında hiçbir ayrım yapmamak,
• Aşırı görececilik/ relativizm, birbirine üstün olmayan sonsuz sayıda yorumlar
yapmak,
• Farklılık, kaos ve karmaşıklığı benimsemek, sürekli değişmeyi kabul etmek,
• Şimdi ve burada olanın önemsenmesine bağlı olarak, geçmişi ve farklı yerlerle
ilgili çalışmaları küçümsemek ve reddetmek,
• Yaşamın çok karmaşık olmasına bağlı olarak nedensel ilişkilerin kurulamayacağı
nı kabul etmek; Modernizm ve Aydınlanmayı reddetmek,
• Araştırmanın hiçbir zaman gerçek dünyada olup biteni yansıtamayacağını
iddia etmek. Toplumun bilimi olmayacağına ve sosyal bilimlerin kökten dönüşümü
Şkrine inanmak,
• Yüzeydeki görüntüler yerine gizli yapıları ortaya çıkarmak,
• Post-modern araştırma raporu bir sanatsal çalışmadır. Bu nedenle tiyatro gibi,
dramatik sunumlar, oyun, Şlm, kaset üretmek.
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 49
Post-modern araştırmalarda “yapısöküm”ün hangi adımlardan geçerek yapıldığını araştı-
rınız.
Sosyolojiyi eleştiren post-modernizmin kendisi de büyük eleştiriler alır. Bunlar
kısaca şöyle özetlenebilir:
• Modernizmin yarattığı hayal kırıklığından beslenen kötümser bir görüş olması
en fazla eleştirilir. Ekonomik sıkıntı içindeki bilim insanlarının kendi iç
değişimlerini de bir ölçüde yansıttığı; işsiz ve umutsuzların görüşü olduğu
ileri sürülür. İyimserliğin, umutların boşa çıkmasının gerginliği içindeki bilim
insanlarının bir kurgusu olarak görülür.
• Tüm yenilik iddialarına rağmen önceki birçok düşünceden örneğin Nihilizm,
Fenomenoloji, Fransız Yapısalcılığı, Romantizm, Marksizm, Kritisizm
ve Varoluşçuluk, Ethnometodoloji ve Hermeneutik’ ten derin izler taşır.
• Yapısöküm konusundaki ısrarları ile sosyolojiye meydan okurlar. Oysa sosyoloji
anlamsızlaştırma ya da bozuma uğratma yerine olgu ya da eylemi anlama
ve yorumlama peşinde bir bilimdir.
• Hakikat, akıl ve ahlaki evrensellerin reddi konusunda Nietzsche ve Heidegger
vurgusu onları zayışatır. En önemli savunucusu Fransız Jacques Derrida
bile artık fazla anlam ifade etmez hale gelmeye başlamıştır.
• Birçok zaman çelişki içindedirler. Metinlerarasılık, aynı konu ve kavramların
birçok yerde kullanılması yüzünden özgünlük olamayacağını kabul etmek
demektir. Bu durum bile bir neden sonuç ilişkisi olduğu kadar devamlılık ya
da bütünlük işaretidir. Oysa onlar bütün yerine parçayı önemserler.
• Sadece bugün ve burada olan ile ilgilenmesi, her şeyin göreceli olduğunu
kabul etmesi, genellemeleri reddetmesi sosyologların bazılarına cazip gelse
de önemli çoğunluğuna son derece sınırlama getirici bir görüş gibi görünmektedir.
• Son bir nokta ise, Modernizmin sonunun gelmeyip daha ileri bir aşamaya
geçildiği yönündedir. Örneğin A. Giddens modernitenin bu aşamasını ileri
veya geç- modernite (late-modernizm) olarak anar.
50 Davranış Bilimleri-I
S O R U
D İ K K A T
SIRA SİZDE
DÜŞÜNELİM
SIRA SİZDE
S O R U
DÜŞÜNELİM
D İ K K A T
SIRA SİZDE SIRA SİZDE
AMAÇLARIMIZN NAMAÇLARIMIZ
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
K İ T A P
T E L E V İ Z Y O N
İ N T E R N E T İ N T E R N E T
4
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 51
Sosyolojinin tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını
açıklamak.
Sosyolojinin gelişiminde dört faktör birlikte önemli
rol oynamıştır: Bunların başında Endüstri devrimi
gelir. 19. yüzyılın ortalarında Avrupa’da tarım
toplumundan üretimin fabrikalarda yapılmaya başladığı
döneme girilmesi ile birlikte insanların yaşamları
nda köklü değişmeler olmuş; geniş kitlelerin
iş bulmak için topraklarından koparak kentlere
göç etmesine bağlı olarak yoksulluk, işsizlik,
kötü çalışma koşulları, sağlık, eğitim ve barınma
gibi sosyal sorunlar artmaya başlamıştır. İkinci olarak
Amerikan ve Fransız devrimleri önemli rol oynar.
Yeni Şkir akımlarının ortaya çıkmasıyla birlikte
insanlar çevrelerindeki olayları yeniden düşünmeye
ve yorumlamaya başlarlar. Monarşiler yerini
daha demokratik sistemlere terk etmeye başladı-
ğında ise artık geleneksel ve dinsel açıklamalar yetersiz
kalır. Üçüncü faktör ise emperyalizm olgusudur.
Avrupalıların deniz aşırı başka ülkeleri fethederek
onları sömürgeleştirmelerine bağlı olarak
ortaya çıkan emperyalizm olmuştur. Yeni sömürge
imparatorlukları kuran Avrupalılar farklı kültürlerle
karşılaştıklarında onları egemen olabilmek için
araştırmalar yapmaya başlarlar. Son olarak doğa
bilimlerindeki gelişmelerden söz edilebilir. Doğa
bilimlerinin parlak gelişimine olanak sağlayan özellikle
de Şzik ve kimyada kuramların nesnel ve sistematik
gözlemlerle test edilmesi girişimlerinin etkisi
ile sosyal yaşamda da artık bilimsel yöntemin
uygulanmasına yönelik adımlar atılmaya başlanarak
sosyolojin doğuşuna yol açılmış olur.
Sosyolojinin öncüllerinin katkılarını değerlendirmek.
Bu bölümde sosyolojinin öncüleri olarak İbni Haldun,
August Comte, St. Simon ve Karl Marx kısaca
incelenmiştir. İbni Haldun’u basit bir Arap düşünürü
ya da tarihçisi olarak görmek yanıltıcı bir başlangı
ca yol açabilir. Bu nedenle biraz daha gerilere
giderek yaşadığı dönemi ve öncesini bilmek gerekir.
İbni Haldun, evrimci ve determinist bir düşünürdür.
En önemli eseri olan Mukaddime aslında
çok kapsamlı bir sosyal bilimler ansiklopedisine
benzetilebilir. O bu eserinde uygarlıkların gelişimini
ortaya koyar. St. Simon’un düşünceleri sosyal
bilimlerde önemli yankılar yaratmıştır. Toplum
bilimin aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi benzer
temeller üzerinde inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur.
St. Simon arkadaşı olan A. Comte’u büyük
ölçüde etkilemiştir. Ayrıca 19. yy boyunca tüm Avrupa’da
etkili olmuştur. St. Simon 19. yy düşüncesinin
tohumlarını atmıştır. A.Comte, aynı zamanda
doğa bilimleriyle ilgilendiğinden sosyolojinin de
doğa bilimlere benzemesine çalışır. O, doğa bilimlerinde
kullanılan gözlem ve deney gibi tekniklerin
sosyolojide de kullanılabileceğini savunur.
Onun düşüncelerini “sosyal dinamik” ve “sosyal
statik” olarak iki bölüm halinde incelemek mümkündür.
Sosyal Statik, düzenli ve istikrarlı sosyal
ilişkiler ve toplumsal yapıdır. Sosyal Dinamik ise,
sosyal değişme demektir ve en iyi ifadesini Üç Hâl
Yasası’nda bulur. Tüm insan düşüncesinin, bireysel,
tarihsel veya kültürel olsun üç adımlı yasayı izlediğ
ini savunur. Bunlar: Teolojik hâl/dönem; MetaŞzik
hâl/dönem; Pozitif hâl/dönemdir. K. Marks
hem evrimci hem de ekonomik determinizmi savunan
bir düşünürdür. Evrimciliği toplumların belirli
aşamalardan geçeceği, örneğin önce “ilkel komünal”,
“feodal”, “kapitalist” ve “sosyalist” toplum
aşamalarının birbirini izleyeceği ve sonuçta sınıfsız
topluma ulaşılacağını savunmasından kaynaklanır.
Ekonomik determinizm ise, belirli bir toplumda
tüm önemli pozisyonlar ve sosyal etkileşimlerin
üretim biçimi tarafından belirlenmesi görüşüdür.
Sosyolojinin kurucularının görüşleri arasındaki
farkları açıklamak.
Modern akademik bir bilim olarak sosyoloji Durkheim’in
çalışmalarıyla başlamıştır. Durkheim, sosyolojinin
isim babası A.Comte’un düşüncelerinin
büyük bir kısmını onaylamaz. Ancak sosyolojinin
yöntem ve ilkelerini yeniden tanımlarken A.Comte
gibi doğa bilimleriyle devamlılık içinde nesnel, rasyonel
ve olaylar arasında nedensellik ilişkisi(causality)
arayan bir sosyal bilim anlayışı oluşturur. Daha
sonra bu görüş sosyal bilimleri doğa bilimlerine
indirgeme (reductionism) olarak eleştirilir. Öte yandan
Durkheim’in Marx’a karşı bir düşünür olarak,
ekonomik determinizmi reddettiğini ve daha çok
ahlakçı bir düşünür olduğunu belirtmek gerekir.
Genel olarak Fransız pozitivizmi ve özel olarak
Durkheim sosyolojisi Türkiye’de çok etkili olmuştur.
Onun basit bir aktarıcısı olmaksızın Ziya Gökalp
Türkiye’ye sosyolojiyi getirmiş ve 1914’te Cumhuriyet
kurulmadan önce ilk sosyoloji derslerini
vermiştir. Max Weber Alman iktisatçı düşünürüdür.
O da Durkheim gibi Marx’a karşı bir konumda
saf tutmuştur. Aslında Weber’in bürokrasi ve
otorite arasında kurduğu bağlantı önemlidir. Onun
güç (power) ve otorite (authority) arasında ayrım
Özet
1
NA M A Ç
2
NA M A Ç
3
NA
M A Ç
52 Davranış Bilimleri-I
yaptığı bilinmektedir. Ona göre güç, “direnmelere
rağmen birinin diğerlerine dediklerini yaptırabilmesidir
ve bunun kaynağı önemli değildir. Weber’e
göre üç tip otorite arasında ayrım yapmak
gerekir: a)Yasal/ussal Otorite b) Geleneksel Otorite
c) Karizmatik otorite. Weber üç tip otoriteye karşı
iki tip bürokrasi sınışar: a)Yasal bürokrasi ve
Geleneksel bürokrasi. Weber’ e göre, bunların gerçeklik
düzleminde birebir karşılıklarının bulunması
gerekmez. Bunlar “ideal tipler” dir. Weber ayrıca
Eylem Kuramcısı olarak anılmasına yol açan üç tip
eylem sınışaması da yapmıştır: a) Amaca yönelik
ussal eylem b) Değere yönelik ussal eylem c) Duygusal
eylem. Metodoloji konusundaki görüşlerini
“Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı ünlü
eserinde bulmak mümkündür.
Sosyolojideki farklı yaklaşımları karşılaştırmak.
Genel olarak sosyal bilimlerde özel olarak sosyolojide
tek hakim bir paradigma (model veya kavramlar
ana demeti) yoktur. Sosyolojide başlangıçtan
bu yana birbiriyle yarışan görüş ve modeller
söz konusu olmuştur. Diğer bir ifade ile sosyolojide
insan ve toplumu nasıl gördüklerine, daha
doğrusu onlar hakkındaki kabullerine göre farklı-
laşan çeşitli yaklaşımlar vardır. Bunlar genelde
“Metodolojik Yaklaşımlar” (Pozitivist, Anti-pozitivist
/Yorumlayıcı ve Eleştirel gibi) ve “Kuramsal
Yaklaşımlar” olarak iki genel grupta toplanabilirler.
Sosyolojideki kuramsal yaklaşımların, modernist
çerçevede “Sembolik Etkileşimcilik” gibi daha
mikro yaklaşımlardan, “İşlevselcilik” ve “Çatışmacı
lık” gibi daha makro yapısal yaklaşımlara doğru
genişlediği ve hatta son yıllarda sosyolojiye meydan
okuyan feminist ve post-modernist yaklaşımlarla
da zenginleştiği söylenebilir. Sembolik etkileşimcilik
insanı sosyal bir fenomen olarak anlamak
için öznelci yaklaşımı tercih eder. Bu yaklaşı
ma göre, insanların sosyal davranış ve inançları-
nı belirleyen yaşamın sosyal koşulları fazla nesnel
değildir. Onlar aslında insanların bu koşullar hakkı
ndaki öznel algılamaları ve yorumlamalarıdır.
Genel olarak sosyolojide modernist çerçevede en
yaygın olarak kullanılan makro yaklaşım “Yapısal
İşlevselcilik” olarak da anılan yaklaşımdır. Bu yaklaşı
m toplumu birbiri ile ilişkili parçaların görev
yaptığı bir sistem olarak görür. Örneğin Amerikalı
ünlü sosyolog T. Parsons toplumun “koruyucu”,
“bütünleştirici”, “yönlendirici” ve “uygulayıcı” alt
sistemlerden oluştuğunu savunur. Aile kurum olarak
koruyucu bir alt sistem iken, din toplumun
bütünlüğünü sağlayan, siyasal kurumları yönlendiren,
ekonomik kurumlar da uygulayıcı konumundadı
r. İşlevselci Yaklaşım epistemolojik olarak
bilginin kaynağını deneyde gören Ampirizm’den
ve sosyal dünyanın da Şzik dünya gibi
dıştan göründüğü gibi doğrudan inceleneceğini
savunan Pozitivizm’den temellenir. Çatışmacı sosyologları
n en başında K. Marx gelir. O’na göre insanlı
k tarihi aynı zamanda sınıf çatışması tarihidir.
Ancak günümüzde Marksist olmayan çatışma kuramcı
ları da bulunmaktadır. Örneğin Ralf Dahrendorf
çatışmanın otorite ilişkisi bulunan her yerde
olabileceğini savunur. Aynı şekilde Lewis Coser
da Marx’tan farklı olarak, çatışmanın aralarında
yakın (close) ilişki bulunan herkes için söz konusu
olduğunu savunur. Çatışmacı Yaklaşım makro
düzeyde ve çoğu zaman tarihsel karşılaştırmalar
yaparak incelemeler yapar. Problem edindikleri
konuların başında sınıf mücadelesi ve güçlü sınışarı
n işsizliğe ve yoksulluğa nasıl baktığı gelir.
Sosyolojiye eleştirel bakan yaklaşımları tartışmak.
Klasik sosyolojik yaklaşımlara temel eleştirilerden
biri feminizmden diğeri ise post-modernizmden
gelmektedir. Feminist yaklaşım içinde en önemlileri
Marksist, Radikal, Liberal ve Sosyalist Feminizmdir.
Marksist Feminizm, hem feminist hem de
Marksist görüşlerin bir karışımıdır. Feministler erkek
egemenliğini, kapitalizmin bir sonucu veya
özel mülkiyeti koruyan kapitalizmin yol açtığı bir
durum olarak görürlerse de bu konu son derece
tartışmalıdır. Radikal feministler ataerkilliği kültürün
bir sonucu olarak görürler. Ataerkillik demek,
kadın rollerini doğal ve karma olarak görerek aile
aracılığıyla kültürel olarak aktarılmasına yardımcı
olmak demektir. Ataerkil ideoloji, kadını ikincil ve
zayıf cins olarak görerek ev işi ve çocuk yetiştirme
rolüne indirger. Liberal feminizmin iki temel
savından biri “erkekle eşitlik” diğeri ise, “kadının
özgürlüğü” dür. Kamusal ve özel alan kavramları-
nı özellikle vurgulayan sosyalist feministler, radikal
feministlerden farklı olarak ataerkillik yerine
kapitalizm vurgusuyla dikkat çekerler. Onlara göre
kapitalizm kadını “özel” erkeği de “kamusal
alana” yerleştirmiştir. Kapitalizm, kadını özgürleştiriyor
gibi görünürken, aslında bunun tam aksini
yaptığı için, kadının özgürleşmesi ve kurtuluşu
ancak sosyalizm ile mümkündür. Genel olarak
sosyal bilimlerde özel olarak sosyolojide bugün
en büyük eleştiri post-modernizmden gelmektedir.
Post-yapısalcılık ile oldukça yakın eleştiriler
getirmeleri ise, her ikisi arasında büyük benzerlikler
olmasından kaynaklanır. Çoğu zaman da birbirleri
yerine kullanılırlar. Kelime olarak anlamı
ise, modernizmin ve yapısalcılığın sonu demektir.
4
NA M A Ç
5
NA
M A Ç
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 53
1. İbni Haldun’un en önemli eseri aşağıdakilerden hangisidir?
a. Politika
b. Toplumsal İşbölümü
c. Kapital
d. Mukaddime
e. Sosyal Fizik
2. St. Simon aşağıdakilerden hangisiyle nitelendirilmektedir?
a. Ütopyacı realist
b. Ütopyacı kapitalist
c. Ütopyacı sosyalist
d. Ütopyacı feminist
e. Ütopyacı pragmatist
3. A.Comte’un evrimci düşüncesini en iyi yansıtan kavram
aşağıdakilerden hangisidir?
a. İki Hâl Yasası
b. Üç Hâl Yasası
c. Pozitif Felsefe Dersleri
d. Sosyoloji Dersleri
e. Anomi
4. Diyalektik düşüncenin temeli ilk olarak kim tarafından
ortaya atılmıştır?
a. İbni Haldun
b. Heraklit
c. Fichte
d. Simon
e. Comte
5. E. Durkheim’e göre aşağıdaki intihar türlerinden
hangisi modern toplumda en fazla görülür?
a. Elcil intihar
b. Bencil intihar
c. Anomik intihar
d. Sosyal intihar
e. Toplu intihar
6. Weber’e göre karizmatik otorite ne zaman ortaya çı-
kar?
a. Her zaman
b. Olağanüstü durumlarda
c. Geçmiş zamanlarda
d. Modern zamanlarda
e. Postmodern zamanlarda
7. Aşağıdakilerden hangisi Sembolik Etkileşimcilik
Yaklaşımı’nın en çok beslendiği görüştür?
a. Pozitivizm
b. Entivisyonizm
c. Ampirizm
d. Pragmatizm
e. Modernizm
8. Aşağıdakilerden hangisi Yapısal İşlevselcilik Yaklaşı
mı’nın en çok beslendiği kaynaktır?
a. Feminizm
b. Pragmatizm
c. Pozitivizm
d. Rasyonalizm
e. Ampirizm
9. Çatışmacı yaklaşımın temel görüşleri aşağıdaki kuramcı
lardan hangisinin görüşlerine dayanır?
a. E.Durkheim
b. K. Marx
c. M. Weber
d. A.Comte
e. F. Hegel
10. Sosyolojiye temel eleştiriler en çok kimlerden gelmiştir?
a. Sosyalistlerden
b. Kapitalistlerden
c. Ekonomistlerden
d. Pozitivistlerden
e. Feminist ve Post-modernistlerden
Kendimizi Sınayalım
54 Davranış Bilimleri-I
Sosyal bilimlerin farklı dallara ayrılmasını karikatürize
eden çok bilindik Şl hikâyesinin özeti Henslin’e göre
şöyledir.
Hikâyeye göre, gözleri bağlanmış psikolog, antropolog,
siyaset bilimci, iktisatçı ve sosyologdan oluşan beş
kişiye bir Şle dokunarak neler gördüklerini açıklamaları
istenir. Filin başına dokunan psikolog, “bu kısım en
önemlidir; tüm düşünce ve duygular burada yer alır;
hayvanı en iyi anlamak için sadece burayı çalışın” der.
Filin hortumuna/gerdanına ve dişlerine şefkatle dokunan
antropolog gülümseyerek, “ bu gerçekten ilkel; burada
kendimi çok rahat hissediyorum; burada yoğunlaşı
n” der. Filin dev kulaklarına dokunan siyaset bilimci,
“burası güç merkezidir, burası diğer tüm hayvanları denetler,
çalışmalarınızı burada yoğunlaştırın” der. Filin
ağzını yoklayan iktisatçı, “bu kısım en önemlidir; her
şey bedene buradan yayılır; çalışmalarınızı bu dağılı-
mın nasıl gerçekleştiği üzerinde yoğunlaştırın” der. Son
olarak sıra sosyologa gelince, o tüm Şlin bedenini yokladı
ktan sonra, “hayvanı en iyi ancak bir parçası üzerinde
yoğunlaşarak anlayabilirsiniz; ancak bunlar bütünün
birer parçasıdır; baş, boyun, dişler, kulakların hepsi
önemlidir; ancak onların bütünün parçası olduğundan
hiç söz etmediniz; biz gözlerimizdeki bağı kaldırarak
resmin tümünü görmeliyiz; hayvanı oluşturan tüm parçaları
n birlikte nasıl çalıştığını görmemiz gerekir” der.
Daha sonra sosyolog, “bu yaratığın diğer benzer yaratı
klarla nasıl etkileştiğini; grup içinde davranışların nası
l değiştiğini de görmemiz gerekir” der. Ancak sosyologun
önerdiği gibi olmaz. Hiçbiri gözlerindeki bağı çözerek
bir araya gelme ve yaratığın tümünü birlikte incelemeyi
kabul etmez. Bunun yerine onların, “baş kısmı
benim, ondan uzak durun”; “gerdana dokunmayın”;
“ellerinizi kulaklardan çekin”; “ağız benim alanım ondan
uzak durun” dediklerini duyar gibi oluruz.
Kaynak: J. M. Henslin (2001). Sociology: A Down to
Earth Approach, Boston: Allyn and Bacon.
1. d Yanıtınız yanlış ise “Sosyolojinin Öncüleri” konusunu
yeniden gözden geçiriniz.
2. c Yanıtınız yanlış ise “Sosyolojinin Öncüleri” konusunu
yeniden gözden geçiriniz.
3. b Yanıtınız yanlış ise “Sosyolojinin Öncüleri” konusunu
yeniden gözden geçiriniz.
4. d Yanıtınız yanlış ise “Sosyolojinin Öncüleri” konusunu
yeniden gözden geçiriniz.
5. c Yanıtınız yanlış ise “Sosyolojinin Kurucuları”
konusunu yeniden gözden geçiriniz.
6. b Yanıtınız yanlış ise “Sosyolojinin Kurucuları”
konusunu yeniden gözden geçiriniz.
7. d Yanıtınız yanlış ise “Sembolik Etkileşimci Yaklaşı
mı” konusunu yeniden gözden geçiriniz.
8. c Yanıtınız yanlış ise “İşlevselci/ Fonksiyonalist
Yaklaşım” konusunu yeniden gözden geçiriniz.
9. b Yanıtınız yanlış ise “Çatışmacı Yaklaşım” konusunu
yeniden gözden geçiriniz.
10. e Yanıtınız yanlış ise “Feminizm ve Post-modernizm”
konusunu yeniden gözden geçiriniz.
Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
2. Ünite - Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar 55
Sıra Sizde 1
Aslında İbni Haldun iki tür asabiye sınışar:
• Nesep/soy Asabiyesi: Bedevilerde ve göçebelerde
daha çok görülür.
• Sebep Asabiyesi: Yerleşik toplumlarda daha yaygı
ndır.
İbni Haldun’a göre sebep asabiyesi, kişilerin hayatını
anlamlandıran, uğruna yaşamı feda etmeyi göze aldırabilecek
yüksek bir değer veya inançtır. Bu yüzden yerleşik
toplumlarda sebep asabiyesi gelişir ve millet ortaya
çıkar. Çünkü millet ideali olan insanlar büyük özverilerle
oluşturdukları sebep asabiyesine bağlanırlar ve
artık nesep/soy asabiyesine ihtiyaç duymazlar. Bundan
sonraki mücadele milletler ve uygarlıklar arasında cereyan
eder. Uygarlıklar arasında savaşlara işaret eden
Huntington’ın da benzeri düşünceler sahip olduğu söylenebilir.
Sıra Sizde 2
Marx’a göre, modern toplumda amaçları ve çıkarları
açısından her iki sınıf (özel mülkiyete sahip güçlü burjuvazi
ve güçsüz proletarya) doğasından uyuşmaz ve
zıttır. Üretim aracına sahip olarak burjuvazi, ekonomik
yatırımlarından elde ettiği karı en fazlaya çıkarmak; proletarya
da emeğinin karşılığını en fazla almak isteyecektir.
Mevcut ekonomik sistemde ya da üretim biçiminde
sınırlı arz içinde sonucu sıfır olan bir oyun (zero
sum game) söz konusudur. Bu da aslında bir grubun
karı diğer grubun zararından başka bir şey değildir.
Marx’a göre, burjuvazinin sahip olduğu ekonomik, siyasal
yasal kaynaklar ona çok daha geniş bir grup olan
emekçiler üzerinde çok büyük güç ve avantajlar sağlar.
Yüksek kârlar ve güç farklılıkları sonucunda, sözle ifade
edilmese de kapitalist toplumun ücretli köleleri olan
işçilerin yoksullukları artar. Bu, çalışanların hakkı olan
refah payına, özel mülkiyete sahip olan yönetici sınıf
tarafından el konulur. Sonuç olarak yoksulluk, açlık,
hastalık, kötü barınma koşullarının tümü, özel mülkiyet
temelli ekonomik sistemden kaynaklanan sosyal problemlerdir.
Marx’a göre modern toplumda karşılaştığımız
sorunlardan sorumlu olan ekonomik sistem değişmeden
sorunlar çözülemez. Marx’a göre, sorunlar ancak
özel mülkiyetin yerini ortak mülkiyet aldığında, diğer
ifade ile kapitalizmin yerini sosyalizm aldığında çözümlenebilir.
Sıra Sizde 3
Post-modernizmin “yapısöküm” nasıl yapılacağı konusundaki
bazı önerileri şöyledir (Rosenau, 1998: 197):
• Kuralı bozmak için istisna arayın. Elinizdeki metinde
savunulan bir genellemeyi en uç noktalara kadar
giderek onu saçma gösterene kadar uğraşın. Söz gelimi
bir kahramanın cesareti anlatılıyorsa onun aslında
korkak olduğunu, metindeki istisnai bazı örneklerden
hareketle gösterin. Tam tersi de olabilir, korkak bir kişinin
aslında çok cesur olduğunu gösterin.
• Mutlak görüş bildirmekten kaçının. Bunun yerine
heyecan uyandırıcı sansasyonel önermeler geliştirin.
Örneğin metindeki kahramanın uykuda gezer, unutkan
ve de yalancı olduğunu gösterin.
• Metindeki ikili karşıtlıkları kullanın. Daha sonra
bu karşıtlıkları inkâr etmeye çalışın. Örneğin iyi ve
kötü ya da geleneksel ve modern gibi. Metnin veya
kahramanın bu özelliklerinin meşru olmadığını istisnalar
bularak gösterin. Örneğin geleneksel bir evlilikte
demokratik ya da eşitlikçi ilişkilerin yürüyemeyeceğ
ini gösterin.
• Hiçbir şeyi kabul veya reddetmeyin. Bunun nedeni
karşınızdakinin sizi eleştirmesine fırsat vermemektir.
• Çok sayıda yoruma açık olacak şekilde yazmaya
çalışın. Önemli olan okuyanın sizi anlamasına fırsat
vermemektir. Belirsiz, bulanık ifadeler sizi anlaşılmaz
kılacak ve okuyucu “Tamam bunu demek istiyor!”
duygusu yaşayamayacaktır.
• Yeni ve alışılmamış kelimeler kullanın. Bunun amacı
okuyucuya çok iyi bildiği sandığı şeyi aslında bilmediğ
ini göstermektir. Örneğin Zygmunt Bauman sosyolojinin
görevinin bu olduğunu ısrarla savunur: “Bildik
sanılanın aslında bilinmediğini göstermek.” Yorgun
cemaat, hayali akrabalar gibi kavramlar kullanın.
• Terminoloji değişikliğine izin vermeyin. Bu aslında
post-modernizm ile çelişkili bir öneridir. Eleştirdiği
hegemonik ilişkiyi kurarak benzersiz olduğunu kanıtlamaya
çalışmaktadır. Oysa yapısökümün de birçok
araç/yol/yöntem içinden biri olarak görülmesi gerekirken,
taviz vermez tutum önerisi yadırganmaktadır.
Sıra Sizde 4
Feminist araştırmalar toplumsal cinsiyet eşitsizliği, toplumsal
cinsiyet politikaları, kadın hakları ve kadın sorunları
gibi konularda odaklanmaktadır. Özellikle son
yıllarda ülkemizde kadına yönelik şiddet başlıca toplumsal
sorunlar arasındadır.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
56 Davranış Bilimleri-I
Abbott, P., Sapsford, R. (1987). Women and Social
Class, London: Tavistock.
Bauman, Z. (1997). Thinking Sociologically, Oxford:
Blackwell.
Becker, H. S. (1974). Labelling Theory Reconsidered,
İç. Deviance and Social Control (der. P. Rock
ve M. McIntosh). London: Tavistock.
Berger, P. (1963). Invitation to Sociology: A Humanistic
Perspective, New York: Doubleday.
Bozkurt, V. (2010). Değişen Dünyada Sosyoloji, Bursa:
Ekin Kitabevi.
Cheal, D. (1991). Family and the State of Theory, Toronto:
University of Toronto Press.
Comte, A. (1958). The Positive Philosophy, (çev. H.
Martinieu), New York: Calvin Blanchard.
Coser, L. (1956). The Functions of Social Conşict,
Glencoe, Ill.: The Free Press.
Dahrendorf, R. (1959). Class and Class Conşict in Industrial
Society, Stanford: Stanford University
Press.
Durkheim, E. (1938/1964). The Rules of Sociological
Method, New York: Free Press.
Durkheim, E. (1912/1965). Elementary Forms of Religious
Life, New York: Free Press.
Feagin, J. R., Feagin, C. B. (1997). Social Problems: A
Critical Power-Conşict Perspective, New Jersey:
Prentice Hall.
Giddens, A. (1993). Sociology, London: Polity.
Gellner, E. (1992). Postmodernism, Reason and Religion,
London: Routledge.
Habermas, J. (1981). The Philosophical Discourse of
Modernity, Cambridge: Polity Press.
Haldun, İ. (1977). Mukaddime, (çev. T. Dursun) Ankara:
Sol Yayınları.
Haralambos, M., Holborn, M. (1995). Sociology: Themes
and Perspectives, London: Harper Collins.
Henslin, J. M. (2001) Sociology: A Down to Earth Approach,
Boston: Allyn and Bacon.
Kasapoğlu, A. (1997). Günümüzde Aile Araştırmaları,
Ankara: Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sosyal
Hizmetler Müsteşarlığı Yayınları.
Kasapoğlu, A. (1992). “Sosyolojide Birlik Sağlamak”
DTCF Araştırma Dergisi, 1: 141-158.
Kasapoğlu, A. (2010). Sosyolojiye Giriş, Ankara:
UZEM.
Lyotard, J.F. (1990). Postmodern Durum, (çev. A. Çiğ-
dem) Ankara: Ara.
Martindale, D. (1982). Nature and Types of Social
Theory, Boston: Houghton Mifşin.
Özkalp, E. (2000). Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi.
Marx, K., Engels, F. (1962). (ed) Selected Works, London:
Lawrence and Wishart.
Marx, K. (1978). Capital, (çev. E. Mandel) New York:
Vintage Books.
Merton, R. (1949). Social Theory and Social Structure,
Glencoe,Ill.,: Free Press.
Ritzer, G. (1983). Sociological Theory. New York: Alfred
A. Knoph.
Rosenau, P. M. (1998). Post-modernizm ve Toplum
Bilimleri, (çev. T. Birkan). Ankara: Bilim ve Sanat.
Sarıbay, A. R. (1995). Postmodernite, Sivil Toplum
ve İslam, İstanbul: İletişim.
Topçuoğlu, A., Aktay, Y. (1999). (der.) Postmodernizm
ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm,
Ankara: Vadi.
Wallerstein, I. (1998). “The Heritage of Sociology and
The Future of Social Sciences in the 21st Century”
Current Sociology, 2: 1-4.
Weber, M. (1946). From Max Weber: Essays in Sociology,
(çev. H. Gerth ve C.W. Mills) New York:
Oxford University Press.
Weber, M. (1958). The Protestant Ethic and Spirit of
Capitalism, New York: Scribner’s.
Weber, M. (1913/1947). The Theory of Social and
Economic Organization, (çev. A. M. Hendelson
ve T. Parsons) Glencoe. Ill: The Free Press.
Worsley, P. (1988). Introducing Sociology, Harmonworth:
Penguin.
Load disqus comments

0 Yorumlarınız